- 1202 Okunma
- 8 Yorum
- 0 Beğeni
BİR HARFLİK MESAFE
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
“ Artık vakit geçti yorgunum.
Kavgasız, şarkısız ve umutsuz
Beklemek hep beklemek, beyhude, boş
Ne kalbim yitik sevgilerle sarhoş
Ne de mes’ut bakışlara vurgunum
Artık vakit geçti yorgunum. “
(Nurettin Özdemir)
“Merhaba ben Murat şu anda evde değilim. Siz mesajınızı bırakın döndüğümde mutlaka ararım.”
“Hiç mesajınız yok!”
“Merhaba ben Murat şu anda evde değilim. Siz mesajınızı bırakın döndüğümde mutlaka ararım.”
“Hiç mesajınız yok!”
“Merhaba ben… “
“Hiç… !”
Telesekreterdeki sesini kaçıncı kez dinlediğini bilmiyordu. Bir zamanlar mutlu bir tonla kaydettiği sesi şimdi hiç tanımadığı bir yabancıya ait gibi tırmalıyordu kulaklarını. Çatlamış dudaklarını ıslattı. Boğazında kurak bir yazın cansız toprağı birikmişti sanki. Günlerdir kendi sesine bile uzaktı. Sonuna kadar çekilmiş kalın perdeler güneşin önünde sessizce dururken odanın içindeki hayatı nasıl öldürdüğünün farkında değildi.
Ağırlaşmış göz kapaklarını zoraki kaldırarak saate baktı, 13:50 Ne önemi vardı ki. Yetişmesi gereken bir randevu, bir toplantı, iş görüşmesi ya da bunlar gibi şeyler.. ? Hayır. Bu koca evde dört duvarın öfkeli bakışlarıyla baş başaydı hala, hepsi bu.
Hayata küsmemiş, kimseyi terk etmemişti ama anlaşılan hayat ona küsmüş, terk edilmişti. Bedeni ruhuna ağır geliyordu. İştahı kalmamış iyiden iyiye zayıflamıştı. Kendine çeki düzen vermeli, dışarı çıkmalıydı. Yalnızlığa demir atmış bir gemiyi tek başına yürütemezdi.
Öyle uzun zamandır susuyordu ki biriyle konuşmaya çalışsa sesinin çıkmamasından korkuyordu. Hantallaşan bedeni mutfağa bile zor giderken insanların içine karışması asırlar sürebilirdi.
Otuz beş yaşında vaktiyle alanında başarılı olmuş bir mimardı. Önce kalbini öldürdüler sonra cesedini yalnızlığa gömdüler. İnancının ışıkları bir bir söndü, ruhu karanlığa sürüldü. Çocukken gördüğü kâbuslardan yeniden korkuyordu artık. Dinlediği şarkılar çok uzaklarda kaldı. Şehrin gürültüsünü duyuyor fakat o akışa dahil olamıyordu. Dışarılarda bir yerlerde milyonlarca hayat yaşanırken onun için zaman durmuş, varlığı anlamını yitirmişti.
Hatırlamaya çalıştı, yalnızlığından önce kimler vardı yanında? Kimlerle neler konuşurdu, nerelere giderdi? Şimdi neredeler? Bir zamanlar en mutlu anlarını paylaştığı o insanlar neden böyle acı bir terk edişin kahramanı oldular? Peki ya inancı? O, savunduğu, sıkı sıkıya bağlı olduğu, kendi sarsılsa da asla yıkılmaz sandığı inancı nereye saklandı?
Tüm varlığı yutan koca bir kara delik gibi şimdi hayat. Kulağındaki uğultularla nefes alıyordu nicedir. Bir tufanın ortasında, yaşam ve ölüm arasında, fısıltıların kol gezdiği, suretlerin gizlendiği o sis bulutunun ağırlığı vardı omuzlarında. Şakaklarında güçlü bir sancı hissetti ve olduğu yerde yumdu gözlerini…
“ Açılır bağı bostanın
Okunur dilde destanın
Senin baktığın gülistanın
Gülleri solmaz Allah’ım “
( Yunus Emre )
Etrafı kalın duvarlarla çevrili büyük bir bahçedeydi şimdi. Çölle anlaşmalı bir değiş tokuşun içinde gibi gökyüzü alabildiğine sarı, sonsuzluğu avucunda tutmuş bir el gibi çöküvermişti üzerine.
Yaşadığını ancak nefesinin sesinden anlayabiliyordu, hayatta olan tek canlının kendisi olduğunu düşündü. Hasbelkader yürüyor fakat bahçenin bir türlü sonu gelmiyordu. Yürümekten yorgun düşmüş bedenini duvar dibine taşıdı. Büyükçe bir taşa dayadı ellerini. Dokunmasıyla taşın ufalanıp toprağa karışması bir oldu. Neye uğradığını şaşırmış bir vaziyette olanları anlamaya çalıştı önce. Yanındaki diğer bir taşa dokundu o da eriyip kayboldu. Artık elini neye atsa kurutuyor, yok ediyordu.
Soluksuz kalıp düşünceye kadar koştu. Gözlerini açtığında hala aynı kâbusun içinde olduğunu fark etti. Kanı damarlarından çekiliyor, soğuk soğuk terliyordu. Zaman durmuş, nefes alan göğüs kafesinden başka hiçbir şey hareket etmiyordu. Yalnızlığa ve sessizliğe alışmış ruhu aslında yadırgamamıştı içinde bulunduğu durumu. Ha evinde ha bu garip bahçede yalnızdı. İnançlarını kaybetmiş bir adam için mekânın ne önemi vardı ki.
Ne zaman sonra uzaklarda bir parlaklık fark etti yorgun gözleri. O mu ışığa yürüyordu ışık mı ona koşuyordu bilemedi. Bir kuyunun başında buldu kendini. Kuyuda su değil çağıl çağıl ışık kaynıyordu sanki. Öyle bir ışık ki nurdan daha aydınlık, gökten daha berraktı. Dayanamayıp uzandı kuyuya. O saflığa dokundu ama nur değil çöl kumu akıyordu parmaklarının arasından. Işık söndü, kuyu kurudu, bahçe karanlığa gömüldü.
İlk kez lanetler okudu yalnızlığına, uğursuzluğuna. İsyan etti. Var gücüyle bağırdı, kustu bütün öfkesini. Terk edip giden ailesine, arkadaşlarına, sevdiği herkese, her şeye isyan etti. Rabbine bile! Evet. Yalnız ailesi, arkadaşları, sevdiği şeyler terk etmemişti onu. İnandığı Rabbi de terk etmişti ya da o öyle sanıyordu. Şüphesiz Allah kulunu hiçbir zaman terk etmezdi. Allah, görmesini bilen için her yerdeydi. Umutsuzluk ise ancak şeytanın gönüllere bulaştırdığı hastalık olabilirdi, hepsi bu.
Bağırmaktan güçsüz düşmüş vücudunu eskimiş bir eşya gibi fırlatıp attı bir kenara. Çok sonra uyandığında yüzü nurdan apaydınlık bir zat-ı muhterem, şefkatli bakışlarıyla ayağa kaldırdı onu. Mütevazı bir sükûnet içinde elinden tutup yürüttü. Onlar yürümüyor, suya yanmış toprak üzerinde adeta süzülüyor, uçuyorlardı. Kalbinde bir ferahlık, omuzlarında bir hafiflik hissetti.
Mübarek zat onu, ölü bahçenin içinde inadına canlı, tüm solgunluğa rağmen buram buram yaşam kokan, güzel kavramının en üst noktasını temsilen yaratıldığını düşündüren bir lalenin başına getirdi. Kendisinden daha gerçek, daha mağrurdu bu çiçek. Etrafındaki yok oluşa inat varlığını koruyabilmişti. Söze, sese hacet bırakmayan bir anı yaşıyorlardı. Sessizliği önce mübarek zat bozdu.
“ Bu bahçe senin hayatın “ dedi “ Onu yeşertmek de yok oluşa terk etmek de senin elinde”
Hiçbir şey anlamamıştı Murat. Kâbus gördüğünden emindi artık. Olaylar daha da garipleşemezdi. Birazdan topraklatan dev akrepler çıkacak onu öldürüp bu kâbustan uyandıracaktı. Evet evet öyle olmalıydı. “Bundan böyle hep aşk filmleri izleyeceğim” diye geçirdi içinden. Göz göze geldiler. Utandı, başını öne eğdi. Uzun bir sessizlikten sonra yeniden “Bu bahçe senin hayatın” dedi mübarek zat. Neden olmasın ki diye düşündü. Yalnızlığa mahkûm bir adamın iç dünyası olsa olsa bu bahçe gibi olurdu zaten ama onu yeşertmek demişti. Eğer başarabileceğine inancı olsaydı bunu daha önceden yapmaz mıydı? Büyük bir aldırmazlıkla lalenin etrafında dolaşmaya başladı.
“Mutsuz bir hayatı yeniden yeşertemem” dedi
“Mutsuzluğu sen istedin”
“Ben mi? Kim bile bile mutsuz olmak ister ki?”
“Ama bu senin tercihindi.”
“Hadi oradan! Hiçbir şey bildiğin yok! Mutsuz olmayı ben seçmedim. Sevdiğim herkes terk etti beni. İşimde başarısız oldum, beş parasız kaldım. Kader beni yapayalnız ölmeye, mutsuz bir hayatta boğulmaya mahkûm etti.”
“ Yaşadığımız hayatı her zaman kadere yükleyemeyiz evlat. Nasıl bir hayat yaşayacağımızı yaptığımız tercihler belirler. Mutsuzluğu sen seçtin çünkü umutsuzluğa düştün. Mutsuzlukla umutsuzluk arasında yalnızca bir harflik mesafe vardır. O bir harf ise elinden çok şeyi alır. Mutsuz olan her insan umutsuz olmaz elbet lakin umutsuzluk her daim yanında mutsuzluğu getirir. Sevdiklerin tarafından terk edildin çünkü umutsuz ve inançsız tavırların etrafına mutsuzluk yayıyordu. Kalp kırdın, aldattın önemsemedin. Yalan söyledin, iftira ettin, zarar verdin aldırmadın. Şimdi yalnızlığının sorumlusu kader mi?“
Zihninde bir yerler aydınlanıyordu. İşinde ilk başarısızlığıydı, daha çok hırslanacağı yerde yeniden başarabileceğine dair inancını kaybetmiş tamamıyla umutsuz bir adam olmuştu. Yanında olmaya çalışan arkadaşlarının sırlarını ifşa etmiş küstürmüştü. Güzel bir birlikteliği vardı, sevdiği kızın kalbini kırmış kendinden uzaklaştırmıştı. Anne ve babası tüm bu davranış bozukluklarına rağmen yardım etmeye çalışmış ancak ona ulaşamamışlardı.
Gerçek gün yüzü gibi ortadaydı işte. Onları terk etmeye kendisi zorlamıştı. Şimdi olduğundan daha umutsuz, daha çaresizdi. Zamanı geri almak mümkün olsa kimsenin kalbini kırmazdı. Düşmüş omuzları yorgun bedenine daha da ağır gelirken gözleri laleye takıldı.
“ Ben hayatını kendi elleriyle batırmış bir adamım. Umutsuzluk bahçemde her şey ölüme esirken peki bu çiçek nasıl yaşam dolu olabiliyor?”
“Bu lale “ dedi mübarek zat vakur bir edayla. “ Kalbinde gizli kalmış, nefesine güç veren bir inanç damlası”
“ İnsan inançlarını kaybettiği zaman umutsuzluğa düşer sanıyordum. “
“ Evet, sen inançlarını yitirdin ancak Yaradanın hala sana inancı var.”
Şaşırmıştı. Böyle bir şey beklemiyordu. Herkesten çok Rabbinin terk etmesi acıtmıştı canını. Hangi kapıya gitse yüzüne kapanmış, çabaları hep sonuçsuz kalmıştı. Kendini hapsettiği dört duvar arasında her sabah uyandığında ölmemiş olduğuna isyan ederken Rabbi ona inanmış, yalnız bırakmamış ve içinde kalan son damla inancı görmesini sağlamıştı. Kendine bile itiraf etmekten korktuğu, zihninin karanlık zindanlarında kilitlediği düşünceler bir bir aşikar oluyor, kafasının içi mayın tarlası gibi nereye bassa gözlerinde şimşekler çakıyordu.
“Allah bütün gönüllerin içindekini bilir” dedi muhterem zat ve ekledi “Bu bahçe senin hayatın, lale ise Rabbinle olan inanç bağın. Bahçeyi yeşertmek de canlı kalan son çiçeğin solup gitmesine izin vermek de senin elinde”
“Peki ya sen kimsin?”
“Ben, duyman gerekeni kulağına fısıldayan bir sesim sadece. Aç gözlerini evlat. Şimdi kurtuluş vaktidir.”
Biri seslenmiş gibi irkilerek uyandı. Şakaklarında hala o şiddetli sancı, odada puslu bir karanlık. Gözlerini kısarak saate baktı, 03:50. Şehir susmuş minareden büyülü bir makam yükseliyordu. “Haydi, Kurtuluşa” diyordu hoca, elini uzatıyordu. Uzanmış bir eli tutmamak olmazdı. Terden sırılsıklam olmuş gömleğini değiştirdi. Abdest alırken ruhunun da yıkandığını hissetti. Saçlarında tek tük belirmeye başlayan beyazları daha önce fark etmemişti. Namazını kıldıktan sonra gündüz defalarca telesekreterindeki sesini dinlediği telefonunun başına oturdu. Önce kimi aramalıydı bilemedi. Uzun zamandır telefonu birini aramak için kullanmıyordu. Hafızasında da hiçbir numara kalmamıştı artık. Telefon rehberini aldı kucağına, dakikalarca düşündü. Kimseyi önem sırasında birbirinin önüne koyamıyordu. Telefonun ahizesini kaldırdı, indirdi, durakladı, kararsızdı. Yapamayacağını düşündüğü anda güzeller güzeli lale geldi aklına. O kupkuru bahçede inadına canlıydı. Demek hala umut vardı. Telefonun hızlı arama menüsünden rastgele bir numaraya bastı. Karanlıkta küçük ekranda çıkan ismi göremediği için şanslı hissetti kendini. Kimi aradığını bilseydi kelimeler ürküp kaçabilir, karşısındaki, sabahın dördünde arayan bu adamı sapık ya da sarhoş sanabilirdi.
Telefonun birkaç çalışından sonra yılların tüm hoyratlığına rağmen yıpratamadığı yumuşak bir kadın sesi duydu.
“Alo?”
“Alo! Kimsiniz?”
Yutkundu. Kalbi bir çocuk yüreği gibi hızla çarpıyordu. Boğazını temizlemek istedi. Kafasında bir sürü af dilemeler, özürler kol gezerken sesindeki titremeye aldırmadan “Anne” diyebildi sadece. Yıllar gibi geçen suskun birkaç dakikadan sonra merakla çıkan o yumuşak sesin yerine hıçkırıklar duyuluyor, kadıncağız geçen zamanın bütün acısını çıkartır gibi sarsıla sarsıla ağlıyordu.
“Oğlum” dedi yüreğinden koparcasına. Ne kadar zamandır sesini duymamıştı o da bilmiyordu.
“Beni affet anne “ dedi Murat ağladığını belli etmemeye çalışarak.
“Uyandım, uyandım ve bir zamanlar mutlu olan hayatımı yeniden kurmak istiyorum. Yanımda ol. Seni çok özledim”
Annesinin ne diyeceğini beklemeden kapattı telefonu. Kalbi biraz daha rahatlamıştı. Lalenin yeşilinin bahçeye yayılmaya başladığını hissetti. Usulca araladı perdeyi. Güneş doğuyordu. Az sonra masmavi olacaktı gökyüzü. Artık biliyordu nefes aldıkça umutta vardı. Gülümsedi. Daha bir inançla doldu yüreği. Derin bir nefesten sonra rastgele bir numara daha çevirdi…
MERVE ÇAVUŞ
YORUMLAR
Hayattandı, u-mutsuzluğa düştüğümüzde yaşanılanların önemli ve gerçek kesitiydi.
Yazıdaki karakterin yaşadıklarını derin anlatan ve Ramazan-ı Şerif de yerinde, deminde bir yazıydı..
U-mutla sevgiyle yaşanması dileğimle, cümle insanlık olarak..
Güne gelen yazınızı çok beğeniyle okudum, ellerinize sağlık..
Tebrik ediyor, saygılar sunuyorum..
Tebrikler, okumaya başlayınca sarıp alıp götüren bir kaleminiz var.Haklı bir başarı.
Son zamanlar biraz kısa girer oldum deftere, sizin yazınız güne gelince sayfanıza gittim.
Yazılarınızın hepsini okumak istiyorum.
Ispanaklı Börekle başladım, beni çeken duygu dolu bir yazıydı.
Adınızı favori listeme ekliyorum, yayınlanan eseriniz olunca kaçırmam.
Tekrar tebrikler, bir de biraz gecikmiş bir hoş geldini kabul buyurun, selamlar.
Merve Çavuş Kıymaz
Öykünüzü okuduktan sonra "diğer öyküler"e ilişti gözüm. Daha fazla öykü yazmanız gerektiği düşüncesi oluştu bende. Sitede, %95 öykü okuyan birisi olarak talebim olsun sizden.
Merve Çavuş Kıymaz
Kalkıp kapına geldim, deli-divane.
Uzak unutulmuş kasabalardan,
Uzak unutulmuş türkülerle.
Tüm sevgilerin sıcaklığı içinde,
Tüm özlemleri dindirmek için.
(Nurettin Özdemir)
Okur okumaz, ilk işim puan butonundan on puanı tıklamak oldu, bilesiniz. Herşeyden önce, öykü yazarı olduğunuz için, sonra da böylesine güzel bir öykü yazdığınız için tebrikler... Antoloji.com'dan tanıma imkanı bulduğum ve şiirlerine hayran olduğum Nurettin Özdemir'in mısralarını kullanarak bir giriş bölümü sunmanız, aynı şeyleri satırlarca yazarak anlatmaktan daha cazip olmuş ve öznenin durumunu çok iyi anlamamızı sağlamış. Yunus Emre dörtlüğüyle betimlenen umut ışığı, öznenin hayatına doğmakta gecikmemiş ve dönüşümü başlatmış. Ve bu tarafınızdan ne kadar da güzel anlatılmış. İnsanın yalnızlık duygularını bertaraf edecek ilk kişi, ilk telefon tuşlamasıyla bir mucize olarak ses vermiş ve sonuç bölümünde umudun can çıkmadıkça var olacağını kabullenen bir duyguyla ikinci bir ilişkinin tuşuna basılmış...yalnızlıktan kurtuluşu başlatmak üzere... güzel öykülerin devamını dileyerek selamlıyorum sizi. ..