- 642 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KİTAP: HAYATIMIN SEYİR DEFTERİ (30.05.2007 Çarşamba, İzmir -Okumak iyi değildir)
Okumayı çok severdim. Okumak geçmişimde bende hastalık derecesinde bir tutkuydu. . Okurken kitapları ayırmazdım. Elime geçen her şeyi okurdum. Felsefe, tarih, ideolojik, sosyal, psikolojik kitaplar sürekli okuduğum kitaplardı. Ancak, romanlar daima okuma listemin başındaydı. .
İlkokulda, ortaokulda ve lisede sürekli kütüphane kollarında görev alırdım. Liseden çıktıktan sonra Ankara’da bir yıl yayınevinde çalıştım. Daha sonra Isparta’da dört yıl kitapçılık yaptım. Hayatımın bazı dönemlerinde günde 150–200 sayfalık kitaplardan iki tane okuduğum olurdu. Kitapçılık yaparken insanlar beni sürekli okurken görürlerdi. Bankın veya masamın üzerinde her zaman okumakta olduğu bir kitap olur. Müşteriler içeriye girdiğinde beni okurken görür. Onlara hizmet etmek için kitabın sayfasını işaretleyip kapatırdım Müşteriler benden herhangi bir konuda kitap isterlerken bilirlerdi ki, ben bir kitabı tavsiye ediyorsam mutlaka okumuşumdur. Kitapevinde o dönem, okumadığım kitabı satmadım dersem yalan olmaz. Okumaya değer bulmamışsam ama insanlar istiyorsa, mutlaka içinde ne var ne yok bilmek için bakmışımdır. Satır, satır okumasam bile fihristinden incelemişimdir. Tabi ders kitapları okuma seyrimin dışındaki kitaplardı.
İktisatta okurken, Isparta’da çalışır okula imtihanlara giderdim. On beş günlük imtihan sürecinde bile ben ders kitaplarının yanında, 20–30 kitap okurdum. Dedim ya hastalık.
Şiir kitaplarını okumayı hiç sevmezdim. Garip değil mi? Şimdi üç yıldır şiir yazıyorum. İlk basılan kitaplarım şiir kitapları.
Şiir kitabı okumama isteğim Merhum Necip Fazıl Kısakürek yüzündendir. 1969 yılındaydık. Ben Ticaret Lisesinden mezun olmuş çiçeği burnunda bir delikanlıydım. Ailemden geleneksel din bilgileri almıştım. İçkiye, sigaraya karşı çok duyarlı, öfkeli ve katı tutumluydum. İçki ve sigara içenleri hiç sevmezdim.
İçki, içki âlemleri benim çocukluğumun yüz karası, hayatımın en acı günlerini çağrıştırıyordu.
Babam köyden Isparta’ya gelmiş, Isparta’da Ali Özdeş isimli bir halıcının işinde çalışmaya başlamıştı. Ali Özdeş af ederseniz, Isparta’nın halıcı zenginlerinden olup her türlü pisliği hayatına sokan bir adamdı. Kumar, içki, kadın… İçkili kadın oynatan âlemler onun hayatının bir parçasıydı. Babam Isparta’nın o güne göre kenar mahallelerinin en uç köşesinden, sakin ve sessiz bir yerden gece kondu tipi ev almıştı. İki göz. Ortadan salonlu. Sakın salon deyince bildiğiniz salonları düşünmeyin. İki odayı birbirinden ayıran geniş holdü. Neredeyse her hafta, bizim evde Ali Özdeş ve arkadaşları toplanır, çalgıcıları getirtir, af edersiniz Isparta’nın orospularını toplar, orospular oynar, Ali Özdeş ve arkadaşları içerdi. Babamsa köyden gelmiş, patronum emretti diye onlara hazırlık yapardı. Onların içki âlemi, sazlı sözlü eğlenceleri sabahlara kadar sürerdi. Annem ve biz çocuklar diğer odada gürültüden uyuyama. Annem ise bizlere sarılır sabahlara kadar ağlardı. Çoğu zaman evde pişen yemeği dahi babam içmeye gelen patronunun arkadaşlarına ikram eder bizler aç kalırdık. Aç açına ağlayarak uyuduğumuz zamanlar çok olurdu. Bazen de patronu yaptırdığı yiyeceklerden çocuklar yesin diye bize gönderirdi. Ama annem haram bunlar. Pis heriflerin gönderdikleri yenmez diye bize yedirmez çöpe atardı. Bu yüzdem babam annemi kaç kez dövmüştü. Ben henüz ilkokula gitmiyordum.
Çocukluğumun acı anıları, babamın sarhoş ağzıyla konuşmaları ve küfürleri. Patronu ve arkadaşlarının, orospularla sabahlara kadar iki gözlü bir evde âlem yapmaları benim o hayata karşı direncimi artıyordu. Üstelik babam, annemi sarhoşlara yemek pişirerek, salata yaparak, meze hazırlayarak hizmet etmesi için zorluyordu. Annem kabul etmeyince de dövüyordu.
O zamanlar devletin, âlem yapan, kadınları bu şekilde horlayanlara karşı her hangi bir yaptırımı yoktu. Küçük yaşlarımda gördüğüm gerçek, devlet memurlarının çoğu içerdi. O dönemin üst kademelerinde görev yapan polislerin çoğunun ağzı içki kokardı. Benim anılarımda çağrışım yapanlar bunlardı. Çocukken içinde yaşadığımız devleti yöneten yetkili amcalarımı böyle hatırlarım. İçkili, eğlenceli, kadınların dansöz olarak eğlencelere meze oluşu, sanki zamanın gereklerindendi. Küçüklüğümde devlette görev alanların böyle bir yaşamı hızlandırdığına inanırdım.
Zaten içkinin ve sigaranın tek üreticisi “tekel”i devlet değil miydi? İçkinin ve sigaranın zararlı olduğunu bilerek devlet üretiyordu. Halkına satıyordu. Halkının imkânı olanlarda, kadınları orospu yapıyor, içki âlemlerine meze kılıyorlardı. O nedenle ben okullarda öğrendiğim, Cumhuriyet devrinde kadınlara hak verildi söylemlerine hiçbir zaman inanmadım.
Benim anılarımda, içki yüzünden evimizde yapılan âlemler. Annemin yediği dayaklar. Benim ve küçük kardeşlerimin annemizin koynunda gürültüden uyumayarak, annemizle birlikte babamızdan yiyeceğimiz dayağın korkusuyla geçirdiğimiz geceler vardı. Ama sonuçta ne olursa olsun hep birlikte dayağı yerdik.
Belki onların istediği gibi, annemde, onlara katılmış olsaydı. O günün bazı aileleri gibi, kadınlı erkekli, ailecek içkili eğlencelere katılmış, sarhoş kafalarla, annemizin onun bunun kucağına oturmuş olsaydı mesele yoktu. Ama Annemiz inat ediyordu. Babamızdan dayak diyordu. O dayak yerken biz çocuklar ağladığımız için bizde dayak yiyorduk.
Niceler sonra babam çevrenin söylemlerinden etkilenerek, işyerinden ayrıldı ve tövbe etti. Ben ortaokula giderken babamın içki içtiğini hatırlamıyorum. Ama benim kafamda yer eden okul öncesi dönemimin etkisiyle artık içkiye bilinçaltında düşmandım. İçene düşmandım. Sarhoşlara düşmandım. Kadınları pazarlayanlara düşmandım. Kadın haklarını verdik diyen, o zaman ki yöneticilere, devlet erkânına, güvenlik güçlerine düşmandım. Çünkü genelinin ağzı içki kokuyordu. Geneli içiyordu. Geneli kadınların oynatıldığı içki âlemlerinde bulunuyordu. Bu tür yaşam onlar için modernlik sanılıyordu. Onlar için insanlık ayaklar altına alınmış, kadınların hakları yenmiş. Zorluk içinde oldukları için içki âlemlerine meze olmuş. Umurlarında değildi. Onların tek derdi vardı. Karşı çıkanlara rest çekerek, müsait zeminlerde içki âlemleri düzenlemekti. Kadınları âlemlerine meze etmekti. . Oynatmak, okşamak, yatmaktı. Benim çağdaşlarım bu tür yaşamları anılarında hep hatırlarlar.
Benim küçüklüğümde memleketimde samahsız düğün yapmak onursuzluk sayılırdı. Samah; sünnet veya evlilik düğünlerinde sabahlara kadar yapılan, içkili eğlenceye denilirdi. Bu eğlenceler için çok fazla içkiler alınır, çalgıcılar tutulur, oynayacak, gerekirce yatacak orospular bulunurdu. Artık her şey tamamsa, sabahlara kadar eğlenilir. Anlaşmalar sağlanmışsa orospularla bazıları yatardı. Bunlar halkın içinde yaşanan şeylerdi. Normal karşılanan şeylerdi. Bu günkü düğünlere bakıp da o günleri düşünmeyiniz. O günler gerçekten çocukların yetişmesinde yaşanılan acılara sahipti.
Toplumdaki cahilliklerin yanında, devlet ricalinin sanki önayak olurcasına bu tür yaşamı destekler mahiyette oluşu, bu tür düğünlere başmisafir gelmeleri. Sabahlara kadar yapılan bu eğlencelere en ufak bir şekilde müdahale etmemeleri, eğlencelerin her şekilde doludizgin gitmesine neden oluyordu.
Benim sünnet düğünümde böyle samahlı yapıldı. Sabahlara kadar eğlenceliydi. Babamın ayyaş patronu ve arkadaşları fırsatı ganimet bilerek, kendi içkilerini, çalgıcılarını ve orospularını getirmişlerdi. Hiç unutmam babam yemin etmişti. “Oğlumun sünnet düğününü daha büyük samahla yapacağım.” Tabi öyle olmadı. Çünkü oğlan büyüdü kendi yolunu çizdi. Kendi düğününü kendisi yaptı. Samahsız sade yemekli bir düğün.
Bütün olumsuz şartlar içinde iyi insan olmanın yollarını arayarak açlıkla okuyordum. Küçük yaşta, annemin köyüne ki, sekiz kilometredir, yaz tatillerinde yürüyerek kuran kursunda okumaya gittim. O zamanlar henüz ilkokul ikiyi bitirmiştim. Babam benim kuran okumama engel değildi. Kendisi doğru düzgün olmasa da, aileden gelen dindarlıkla din öğrenimine karşı söylemi yoktu. Üstelik yaptığı hatalar nedeniyle bizim kötü yola düşmemizi istemiyordu. Bilinçaltında kendi yaptıklarının kötü şeyler olduğunu biliyordu. Benim ilkokul ikiden üçe geçtiğim dönemde yaz tatilinde sekiz kilometrelik çocuk ayaklarımla yürüyerek köye gidişime, nenemin yanında kalarak okuyuşuma bir şey dememişti. Ben iki sene yaz tatilinde köyde teyzemin kocası İsmail Kıymık eniştemin hocalığındaki gayri resmi kuran kursuna gittim. Orada kuran öğrendim. Osmanlıca yazı yazmayı öğrendim. Yıl 1960 yılıydı. 27.Mayıs.1960 ihtilali olmuş. Devlet CHP’lilerin eline geçmişti. Askerinde desteğiyle, CHP her zaman yaptığı gibi, kuran kurslarını yasaklamıştı. Bizim köyümüzdeki kuran kursu da yasaktı. Köyümüz dört mahalleden oluşuyordu. Kuran kursu, köy girişinin en üstündeki mahallede idi. Köye eğer, devlet erkânından sivil birisi gelse, yabancı birisi gelse, polis veya asker gelse, köylülerden biri hemen kursa koşturarak gelir, köyde yabancılar var derdi. Bizde hemen kursu boşaltır. Bahçeler içine saklanırdık. Biliyorum bu anılar size gülünç geliyor. Öyle şey olur mu diyorsunuzdur? Eğer yaşayanları varsa doğum tarihleri 1950 öncekilere sorunuz. Alevi köyleri hariç, Sünni kökenli köylerin hemen her biri bu tür baskıları ve işkenceleri yaşamıştır. Her birinin anılarında, değişik boyutlarda bu tür anılar vardır.
Kendime kimlik oluşturmak, gerçekleri öğrenmek için çıktığım yolda, artık ben okuma hastasıydım. Ta ilkokuldan başlayan ve bu güne gelen hastalıktı. 1969 yılında Isparta’nın Ticaret Lisesinden Mezun oldum. Lise son sınıfta iken, farkında olmadan bazı siyasi grupların içine düştüm. Ama onlar beni çok fazla etkilememişlerdi. Lise son sınıfta iken, isteyenin katıldığı din dersleri konmuştu. Solculuğu tescilli bir müdürümüz vardı. Sınıfa gelerek,
— Çocuklar, Milli Eğitim Bakanlığından gelen bilgiye göre, liselere din dersleri konmuştur. Derslere girmek zorunlu değildir. İsteyen girebilir. Girmek isteyenler iyi düşünsün. Çünkü ders okul bittikten sonra, ders saatlerinin dışında verilecektir. Üstelik dersi seçenler dersten sorumlu olacaklardır. Seçmeyenler sorumlu olmayacaklardır.
Yani demek istiyordu ki, sakın seçmeyin. Başınıza bela almayın. Ticaret lisesinde o zaman, 13.20 dersler bitiyordu. Müdürün anlattığına göre, ders saatleri bitecek, herkes evine gidecek, din dersine girecekler okulda kalıp ders göreceklerdi. Böyle bir ortamda ve şartta hangi deli din dersini seçer ki?
Bütün okuldan yanılmıyorsam yedi kişi çıktık. Yani lise birlerden, ikilerden, üçlerden yedi kişiydik. Hocamız yeni İlahiyattan mezun olmuş henüz askerliğini bile yapmamış Nail Çarıkçı idi. Bizim sayımızı görünce şaşırdı. Bizde olayı anlattık. Müdür söylediklerinden dolayı arkadaşlar katılmak istemedi dedik.
Sağ olsun Nail Çarıkçı bize çok farklı öğretmenlik yaptı. Zaten ders yeni konduğu için ders kitabı yoktu. O Milli Eğitimin programına uyuyordu. Ama bizim elimizde kitap olmadığı için neyi göreceğimizi bilmiyorduk. Bizim din derslerimiz o kadar güzel geçiyordu ki, biz dersi bir saat yapacakken, derslerimiz iki, üç saat sürüyordu. Hatta hademe okulu kapatacağını söylüyor ve bizi dışarı çıkarıyordu. Biz hızımızı alamayarak, okulun karşısındaki Atatürk parkına giderek orada derse devam ediyorduk.
Hocamızın ders işleyişi mükemmeldi. Sorular, fikir tartışmaları şeklinde ders yapıyorduk. Karşılıklı konuşmalar, akla takılan hemen her konu gündeme getiriliyordu. Doyumsuzluk içinde sorulan sorulara, o güne göre kendini yetiştirmiş Nail hocadan doyumlu cevaplar geliyordu.
Liseden mezun olduğumuz 1969 yılının yazında, Ankara Teknik Öğretmen Okulunda okuyan ve bizim mahallede oturan Ali Ekber Dereli ile tanıştık. Ali Ekber Dereli bundan çok yıllar önce öldü. Ondan din dışında, toplumun yapısı, Türkiye’nin siyasi yapısı, tarihi konularında çok şey öğrendik. Özellikle yakın tarih hakkında çok iyi analizleri vardı. Osmanlı’nın son dönemleri, birinci dünya savaşı, kurtuluş savaşı süreçleri ve Cumhuriyet devrine dair çok geniş kültürü vardı. Onunda taktiği soru cevaplarla konuları analiz etmekti.
Ali Ekber Dereli Ankara’da kitap okuma meraklısı öğrencilerin harçlıklarıyla kurduğu Akçağ yayınevi ile beni tanıştırdı. Bense o dönem üniversite imtihanından istediğim sonucu alamamıştım. Bir yıl çalışıp yeniden girmek istedim. Bunu Ali Ekber’e söyleyince, “senin iyi çalışman için, kitabın ve öğrencilerin bol olduğu yere koyalım” diye bine benim Akçağ yayınevinde çalışmamı sağladı. O dönemler Akçağ yayınevi Müslüman öğrencilerin kurduğu bir kooperatifti.. Kuruluş amacı, kitap okumak isteyen Müslüman öğrencilere ucuz kitap temin etmekti. Bunu başardı da. Daha sonra işlevini yitirdi, anonim şirkete dönüşerek yayıncılığına devam etti. Hala yayıncılığını sürdürmektedir.
Akçağ yayınevini kuranlar hastalık derecesinde Necip Fazıl Kısakürek hayranıydılar. 1969 yılında, Ankara’ya gençlere seminer vermek için gelmişti. O günkü ağabeylerim beni Necip Fazıl’ı dinlemek için götürmek istediler. Ben Akçağ’a gelmeden Necip Fazıl’ı hiç tanımazdım. Ancak Akçağ’a gelince, kitaplarını gördü. Ağabeylerim okumam için tavsiyede bulundu. Ama ben daha çok ekonomiye meraklıydım. Okuma önceliğini o kitaplara verdim. Yayınevine gidip gelen ağabeylerin konuşmaları sırasında, Necip Fazıl’ın namaz kılmadığını öğrendim. Bilinçaltımda Müslümanlığı bu kadar övülen birinin namaz kılmamasını yadırgıyordum Zaten o dönemlerde Müslüman gençlerin geneli namaz kılmıyorlardı. Ama onlar gençti. Daha yenilerdi. Ben ise sürekli kılardım. Necip Fazıl’ın kılmaması karşısında kalbimde soğukluk hissettim.
Ağabeylerimin ısrarıyla seminerine gittik. Hayatımda ilk defa kendisini görüyor, karşısında onu dinlemek için hazır bulunuyordum. Ben Anadolu’nun bağrında gelmiş saf bir çocuktum. Ailemin bana vermediği çok şey vardı. Ben kitaplardan çok şey öğreniyordum. O gün Necip Fazıl’ı dinledim. Seyrettim. Hiç durmadan sigara içiyordu. Hâlbuki ben sigara içenlerden nefret ediyordum. Kendini çok övüyordu. Ben kendini övenlerden nefret ediyordum. Kibirliydi, ben kibirli olanlardan nefret ediyordum.
Konuşmadan ayrıldıktan sonra, Necip Fazıl okumayı kendime yasakladım. Uzun müddet yazdıklarını okumadım. Çünkü kafamda ve inancımda, düşündükleriyle, söyledikleriyle çelişkili olanlarla işim yoktu. İnsanlar önce kendi söylediklerini uygulamaları gerekiyordu. Böyle inanıyordum. Bu hadise nedeniyle şiir kitaplarından uzak kalmaya başlamıştım. Etrafımdaki ağabeylerim ise, Necip Fazıl’ın şiirlerini okuyarak mest oluyorlardı. Allah rahmet eylesin. Necip Fazıl düşünceleriyle, kavgalarıyla, amelleriyle Rabbine kavuştu. Artık bizim O’nun hakkında bir şey söylememiz gerekmez.
Daha sonra Akçağ’ın Eskişehir şubesi açıldı. Eskişehir şubesini oluşturan öğrenci ağabeylerim kendi çabalarıyla sanat ve edebiyat dergisi çıkarmışlardı. Ben Akçağ’daki çalışma hayatımı bitirmiş Isparta’ya gelmiştim. Isparta’da işe girdim ve Eskişehir’de okumaya başladım. Eskişehir’e her gidişimde Akçağ’a uğruyor oradaki ağabeylerimle görüşüyordum.
Bu ara bende şiire karşı merak uyandı. Birkaç tane şiir yazdım. Isparta’ya herhangi bir iş için, Eskişehir’de dergi çıkaran ağabeylerimden biri geldi. Evimde misafir ettim. Ona şiirlerimi gösterdim. Bana söylediği,
— Bunlar şiir değil. Sen bunları yırt at.
İfadesi beni yüreğimden yaralamıştı. Hâlbuki onların dergide yazdıkları şiirler benim ki kadar güzel değillerdi. O günden sonra dergiyi almaz oldum. Şiirde yazmaz oldum. Daha sonraları üç beş şiir yazdım. 1973 ve daha sonraki yıllarda yazdığım şiirleri ilk defa 2005 yılında antolojiye kaydettim.
Necip Fazıl’ın durumu, sanat ve edebiyat dergilerinin üç beş kişinin tekelinde oluşu, kendilerinin dışında kimseye şans tanımama eğilimleri karşısında ben şiire karşı soğuk bakmaktaydım. Benim şiir kitaplarını okumayı sevmemem buradan kaynaklanıyordu.
Ama tabi sonradan bunların hepsi değişti. Ben okuyordum artık.
Çok okuyan biri olarak yıllar önce bir gün şu sözleri söyledim. “Okumak iyi bir şey değildir”
Arkadaşlarımla sohbet ederken, okumak iyi bir şey değildir dedim. Hepsi şaşkın bir şekilde baktılar. Hepsinin gözlerinde aynı soru vardı.
- Niye?
Evet, okumak iyi bir şey değildi. Ülkemde okuyarak elde ettiğin doğrularla ne yapabilirsin ki? Ülkemde okumak insanın başına ancak dert getirir. Okuyarak elde ettiğin tüm doğrular ve öğrendiğin tüm yanlışlar hayatın içindedir. Tarih üzerine çok şey okursun. Tarihte algılayamadıkların vardır. Özellikle, birinci dünya savaşı, kurtuluş savaşı ve sonrasını algılaman zordur. Akla bir sürü soru gelir.
Kurtuluş savaşını yapanların hepsi, birinci dünya savaşının komutanlarıdır. Askerleridir. Her cephede başarılar elde ederken, ülke savaşta yenilmiştir.
Birinci dünya savaşına giren devletten geriye bir Anadolu kalmıştır. Kaybedilen toprakların her biri 20.yüzyılın petrol yataklarıdır. Dünyanın zenginliğidir. Buraları bilerek mi kaybettik? Yoksa gücümüz mü yetmedi? Yoksa işin içinde başka şeyler mi vardır bilinmez?
Kurtuluş savaşında misakı milli diye bir hedef çıkar. Bu hedefin neye göre konduğu? Sınırlar çizilirken nelerin dikkate alındığı? Sınırların dışında kalanların neye göre kaldığı? Konuları akla yatmaz. Özellikle Ankara’dan habersiz Musul’a giren Türk ordusu işgal kuvvetlerinin Ankara’yı uyarmasıyla anında geri çağrılır. Niye? Ele geçirdiğin şehir niye terk edilir? Hâlbuki Musul Irak’ın en büyük petrol havzası değil midir? Niçin işgal kuvvetlerine bırakırız? Bu talimat nereden gelir?
Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Türkiye topraklarında faaliyetlerini sürdürmeye başlayan ve halen devam eden İngilizlerin SHELL şirketi, bu yetkileri hangi nedenlerle, hangi açılımlarla almıştır?
Birinci dünya savaşına yönelik tüm tarih okumalarım, savaş nedeninin petrol, savaş hedeflerinin petrol olduğunu gösteriyordu. Osmanlı ülkesi ise bütün petrol bölgelerini kaybetti. Aslında birinci dünya savaşının başında Osmanlı savaşa girmemişti. Hedef petrol olunca, en büyük petrol alanları Osmanlı topraklarında olunca, Osmanlıyı savaşa sokmak için çok iyi fırıldak çevirdikleri savaşın neticesinden belli oluyor.
Cumhuriyet dönemi, Ortadoğu haritasının kırılma noktasıdır. Geneli Osmanlının egemenliğindeki Ortadoğu, Osmanlının elinden çıkmış, İngiliz, Fransız ve İtalyanların eline geçmişti. Türklere de herhalde avuntu olarak cumhuriyetin kurulduğu Anadolu toprakları bırakılmıştı. Çünkü Anadolu topraklarının o dönemde petrol açısından bir değeri yoktu. Cumhuriyetin kurulduğu topraklarının en önemli konuları, Akdeniz, Kıbrıs, Adalar ve Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan boğazlardı. İşgalciler bu konularda yeterli hakları elde etmişlerdi. Adalar İngiliz egemenliğine bırakılmış. Boğazlardan geçişlere izin verilmiş. Kıbrıs
Türklerin egemenliğinden çıkarılmıştı.
Okuduğum tarihler içinde, hiçbir toplumun yendiği ülkelerin, politikalarını, kültürlerini, yasalarını, düzenlerini kabul ettiğini görmedim. Daima yenen ülkeler, yendikleri ülkelere, kendi politikalarını, düzenlerini, yasalarını ve kültürlerini zorla uygularken, biz kurtuluş savaşında yendiğimiz ülkelerin, kültürlerini, harflerini, yasalarını, düzenini ülkemizde uyguladık. Bunların mantığını hiçbir zaman kavrayamadım. Böyle bir kurtuluş olur mu? Güya biz işgal kuvvetlerini yenmiş, ülkemizden kovmuştuk. Bu nasıl kovmaktı bilmiyorum. Kovduğumuz İngiliz şirketleri cumhuriyetle birlikte ülkemizde işbaşı yapıyor. Batının yasaları, yaşamı, kültürü ülkemize geliyordu. Batı düzenleri ülkemin temel düzeni oluyordu.
12 adalar belirli bir müddet İngilizlerin nezaretine verilmişken, Türkiye ve Yunanistan’a verilmemişken, daha sonra niçin adalar Yunanistan’a geçti anlayamadım. Bizim ülkemizin yöneticilerinin bu konulardaki zaaflarının sebeplerini gerçekten anlamış değilim.
Orta Doğuda petrol kaynarken, benim ülkem pis Araplar diyerek oraları terk etmiş. Elin İngiliz”i, İtalya’nı, Fransız’ı oralarda çıkar kavgasına girmiş. Benim ülkem tu kaka demiş ve bir daha oralara bakmamış. Bakmadığı yerler 20. Asrın ekonomik değerleri, zenginlikleri olmuş. Bu gün Amerika yıllar sonra oralarda çıkarları için kan döküyor, can yakıyor. Benim ülkem geçmişte oraları misakı millinin dışında tuttum demiş ve işi bitirmiş. Hâlbuki Amerika Ortadoğu’daki petrol çıkarlarını koruyabilmek için ikinci dünya savaşından sonra yüz binlerce askerini feda etmiş.
Bu gün ülkem, batılılaşma süreci içinde kimliğini kaybetmiş, Avrupa kapılarında beni alın diye yalvarır halde. Avrupa birliğine girebilmek için neredeyse yapmadığı kalmıyor.
Son yüz yılı düşündüğümde karşıma şu özet çıkıyor. Bizim kendi öz kimliğimiz var. Niçin kurtuluş savaşında yendiğimiz batının neyi varsa aldık? Niçin peşine takıldık? Batı yıllar boyu bizi sömürdü. Elimizden petrol yataklarını aldı. Birinci dünya savaşında ülkemizin topraklarının büyük bir kısmını ele geçirdi. Yunanistan’ı üzerimize salarak, binlerce kadınımızın kızımızın ırzına geçmelerine, canlarını anlamalarına neden oldu. Dememişiz. Savaşın ertesi günü Yunanistan’ı milli düşman ilan ederek, İngiliz’e, Fransız’a ve İtalyanlara karşı dostluğumuzu ilan etmişiz. Bizim yakın tarihimiz, milli düşmanımız Yunanistan’la doludur. Hâlbuki bizim üzerimize Yunanistan’ı salanlar, işgal kuvvetleridir. Gerçek ve büyük düşmanlarımız onlardır.
Üstelik bu gün, aydınlarımız, yazarlarımız, siyasetçilerimiz Yunanistan’la dostluk ve barış görüşmeleri yaparken, hala okullarımızda milli düşman olarak öğretilmektedirler. Karşılıklı olarak. Tek taraflı değil. Bunu Yunanlılarda böyle yapıyor. Bizlerde böyle yapıyoruz. Ama bizim savaşlarımız sadece Yunanlılara değil ki! Ayrıca biz Yunanlılara hiçbir şey kaptırmadık. Onları savaşlarda yenerek denize döktük. Ama İşgal kuvvetlerine birinci dünya savaşına girmeden önceki topraklarımızın %80’nini kaptırdık. Petrol yataklarımızı kaptırdık. Ülkemizin yer altı yer üstü madenlerinin işletimini yabancılara kaptırdık. İngiliz Petrol şirketi SHELL’E akla izana gelmeyecek haklar tanıdık. Şimdi onları milli düşman bilmemek, Yunanistan’ı bilmek bana biraz garip geliyor. Ve benim hayatımda en garip gelen olaylardan biri, Kemalist solcuların, Amerikan düşmanlığı, emperyalizm karşıtlığı yaparken, İngilizlere, Fransızlara hiçbir şey söylememeleri. Cumhuriyetle birlikte ülkemde faaliyet gösteren ve ülkemizi soyup soğana çeviren İngiliz, Fransız şirketlerine çıt çıkarmamalarıdır. Gerçekten Kemalist solcu kardeşlerimiz, İngilizlerden, Fransızlardan ve bu ülkelerin ülkemizde faaliyet gösterip ülkemizi soyan şirketlerinden niye rahatsız değillerdir? Niye asla dillerine dolamazlar? Niye bağımsızlık ve özgürlük savaşında bu şirketlere karşı savaş açmazlar?
Bu gün tarihin tek taraflı yazıldığına inanıyorum. Sanki “tarihi hep galipler istediği şekilde yazar” anlayışı yakın tarihimize hâkimdir. Tek taraflı tarihleri sorgulamak zordur. Ülkemizde yakın tarih hakkında bilinenlerin aksine yapılacak sorgulamalar asla kabul edilemez. Karşımızda dayatmacı bir tarih, dayatmacı bir anlayış vardır. Tarih hakkında bilinenlerin paralelinde düşünmek serbesttir. Yazılan tarihi bilgiler doğrultusunda düşünmek zorunluluktur. Bilinenlerin paralelinde sorular üretmek serbesttir. Bilinenlerin aksine sorular üretmek suçtur. Hele bilinenlere karşı düşünceler üretmek, vatana millete ihanettir. Yakın tarihle ilgili Kemalistlerin yaklaşımını kabul etmek, bu toplum için ödenmesi gereken bir diyettir. Kurtuluşun, özgürlüğün diyetidir. Bu toplum, olanlar ne kadar ters olsa da, yapılanlar akla aykırı olsa da, ülkemizde cumhuriyetle birlikte faaliyet gösteren yabancı şirketler ülkemizi soyup soğana çevirse de, toplumun bunları görmemesi, sorgulamaması ödenmesi gereken bir diyettir. Sanki Kemalistler böyle düşünüyor. Böyle uyguluyor. Sanki demek istiyorlar ki, ey insanlar sizin cumhuriyeti kuranlara karşı ödemek zorunda kaldığınız bir diyetiniz var. O nedenle asla aklınızı kullanmayın, düşünmeyin, sormayın, sorgulamayın. Tabi bu mantığın özgürlükle ilgisinin ne olduğunu düşünmek gerekiyor.
Okutulan tarihe karşı en ufak bir soruya bile,
— Ne demek istiyorsun? Çabuk söyle…
Kardeş bir şey demek istemiyorum. Sadece düşünüyorum. Aklıma yatmayanlardan söz ediyorum. Hop bunlar böyledir demekle yatmıyor işte. Yıllarca okudum. Yatmadı. Yatmadı. Ben istemez miyim yatmasını? Ben ister miyim ters gelen sorular sormak? Ama ben bir insanım. Okuduklarımdan tatmin olamadım. Yani durup durduğum yerde niçin ters sorular üreterek sıkıntıya gireyim ki? Değil mi?
Ama gel sen söyle. Benim ülkem. Petrol yataklarını niçin terk etti? İngiliz’in o günkü siyasi lideri Çörçil “bir damla kan, bir damla petrol” diyerek hedefini belirlerken, benim ülkem, niçin dememişti? Üstelik elindeki petrol bölgelerinin hepsini, İngiliz’lere, Fransız’lara ve İtalyanlara kaptırmıştı.
Bu topraklar 1950’den sonra Amerikan’ın nüfuz alanına geçti. Şimdi Amerika okyanusun ötesinden buralara gelip savaşırken, benim ülkem gözünün ucundaki, burnunun dibindeki bu değerli yerlerden niçin vazgeçti? Ölmekse ölmek. Yaşamaksa yaşamak. Bizim ordularımız vatanı için son damlasına kadar ölmeye koşmadı mı? İşte bu gün, Irak’taki Türk kardeşlerimiz için ağıt yakıyoruz. Amerikanın oradaki bir damla petrol için bütün dünyayı karşısına aldığını görüyoruz. Meşhur büyük düşmanımız İngilizleri yanına alarak, bütün dünyaya meydan okuduğunu görüyoruz.
Benim duygusal sözlere ihtiyacım yok. Önümüzde somut gerçekler var. Somut gerçekler, birinci dünya savaşında bütün değerli topraklarımızı kaybettik.
Evet, ben diyorum ki okumak iyi değildir. Okumak bilmeyi, sorgulamayı getirir. Okudukların ve sorgulamaya çalıştıkların birçok gerçeği gün yüzüne çıkarır. Gerçekler iyi değildir.
Benim ülkemin gerçekleri ortadadır. Almanya ile dünyayı paylaşmaya çıkan ülkem, sonuçta İşgal kuvvetleri tarafından paylaşılmıştır. İşgal kuvvetlerinin bize bıraktığı alanlara sahipmiş gibi görünmemiş kurtuluş sayılmıştır. Kaldı ki cumhuriyetin kurulduğu alandaki petrol yatakları da İngiliz SHELL şirketine bırakılmıştır. Sonuç böyle görünmüyor mu?
Her yenilen ülkenin düzenin yıkıldığı gibi, benim ülkemin düzeni yıkılmıştır. Her yıkılan düzende yeni devletler kurulduğu gibi, benim ülkemin üzerinde sayısı yirmiye yakın devletler kurulmuştur.
Bunlardan birisi Türkiye Cumhuriyetidir. Ben birinci dünya savaşına böyle bakarım. Birinci dünya savaşının sonunda, Almanya yenilmiştir. Ama bizim kadar darbe almamıştır. İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar yenmiştir ve Osmanlı topraklarını paylaşmışlardır. Birinci dünya savaşında Osmanlı ordularının vatanım diye savaştıkları topraklar kaybedilmiştir. Elde Anadolu kalmıştır. Kaybedilen topraklar üzerinde İngiliz, Fransız ve İtalyanlara bağlı göstermelik devletçikler kurulmuştur. Ve Anadolu’da Türkiye Cumhuriyeti kurularak yeni hayatına başlamıştır. Cumhuriyetin kurulduğu topraklardaki petrol yatakları İngiliz SHELL şirketine bırakılmıştır. Ve cumhuriyet döneminde tam batının istediği gibi, düzen kurulmuş, yasalar değiştirilmiş, kültürel, politik, siyasi, eğitim, felsefi, dinsel, yaşamsal devrimler yapılmıştır. Bu gün birinci dünya savaşının galiplerinin Ortadoğudaki patronluğunu Amerika yapmaktadır. İkinci dünya savaşına kadar Ortadoğu’daki İngiliz patronluğu bitmiştir. Şimdi İngiltere yandan çarklı, Amerika’ya destek vererek Ortadoğu’daki çıkarlarını koruma peşindedir. Benim son yüzyıla özetim budur.
İnsan okuyarak, doğruları ve yanlışları öğreniyor. Doğruları önünde, hedefinde ve yaşamında görmek istediği zaman, karşısında yanlışlar çıkıyor. Eğer yanlışlar topluma kendini kabul ettirmişlerse, yanlışlara karşı durmak kolay bir şey değildir.
Eğer gerçekten insan okuyarak elde ettiği doğruların dünyada var olmasını istiyorsa, dünya yalan ve riyakârlığın egemenliği altındadır.
İnsan okuduklarına göre, düşüncelerini oluşturup, insanlık adına bir şey söyleyeceği zaman, insanlık adına söylenen ama tersi yapılan bir sürü şarlatanlıkla karşı karşıya kalır.
İyi insan olmak zordur. Okumak iyi insan olmayı gerektirir. Yalanın, aklımıza, kalbimize, düşüncelerimize, hayatımıza hükmettiği ortamlarda insan ikilemde kalamaz. Çünkü ikilem riyakârlıktır.
İnsan okumalarının sonucunda hiç okumamışlar gibi, gerçekleri korumayı, doğrular üzerinde olmayı hedeflemezse, o zaman okumasının bir anlamı yoktur. Bu gün ülkemde, neredeyse herkes, bilgi kapasitesine göre, doğruları bilmektedir. Gerçekleri hissetmektedir. Ancak doğruların ve gerçeklerin tersine olan yanlış şeyleri ortadan kaldırmaya çalışmaz. Hiç kimse buna yanaşmaz. Neredeyse herkes birinin gelip düzeltmesini ister. Böylece yanlışlar toplumda sürer gider. Kimse taşın altına elini koymaz. Tersine, yalanla, riyakarlıkla yaşamayı öğrenmeyi öne çıkarır.
Bu gün, durağan toplumlarda toplumu, doğrular ve gerçekler adına harekete geçirecek insanlara ihtiyacımız vardır. Ancak hiçbir insan doğrular ve gerçekler adına liderliğe soyunmaz. Soyunmak istemez. Zira okuduklarından bilir ki, doğrular ve gerçekler adına liderlik etmek, toplumun bilinenlerine karşı durmaktır. Çünkü toplum elbirliğiyle mevcut durumdan rahatsızdır. Mevcut durum, doğrular ve gerçekleri yansıtmamaktadır. Ama bu durumu değiştirmeye kimsenin gücü yoktur. Zira topluma gerçek dışı anlayışları, yaşamı, yalanı egemen kılan güçler çok kuvvetlidir. Ülkeyi yanlışla, yalanla yöneterek, soymayı hedefleyen çıkarcılar, medyasıyla, bürokrasisiyle, tarihiyle, bilimiyle, yasasıyla iş başındadır.
Günümüzün liderleri toplumdaki yanlışları düzeltme yerine, toplumun mevcut yapısından kendilerine çıkar sağlamaya hedeflemişlerdir. O nedenle, toplumun genel boyutunda, mevcut liderler topluma güven vermezler. Toplumu gerçekler adına harekete geçiremezler. Her birinin üzerinde yanlışlardan edinilmiş makamlar, menfaatler sırıtır. Devletin bürokrasinden siyasete atılanlardan bazılarının trilyonları bulan servetlere sahip olmalarının açıklaması zordur. Hâlbuki bu insanlar, ileri ve orta derecede topluma liderlik etmiş insanlardır.
Anladım ki, okumak sorumluluk isteyen bir iştir. Ama ülkemde okumak, çıkar elde etmenin en büyük araçlarından biridir. Ulaştığım tespit nedeniyle okumanın iyi olmadığına inanır hale geldim.
Bilgi büyük bir sorumluluk istiyor. Öğrenilen gerçekler insanda ve toplumda egemen olmak istiyor. Gerçekleri yaşamayan, yalan ve riyanın egemenliğindeki toplumda gerçek bilgilere donanmış insan olmak zor. Her adım attığında karşına bir yanlış çıkıyor. Engelleyemiyorsan sosyal ve psikolojik yenikliğe düşüyorsun. Bir müddet sonra topluma uymak zorunda, “bana ne” demeye başlıyorsun. Bir insanın gerçekleri bilip “bana neci” olması ne kadar kötü bir şey. Hâlbuki cahilin, bilmeyenin böyle bir sorunu yok. Bilmeyen, okumayan, cahil olan, “elle gelen düğün bayram” diyerek, mevcudu olduğu gibi kabul ediyor. Bazı yanlışların farkına varsa da “aman hep aynı şeyi yapıyoruz işte” “böyle gelmiş böyle gidiyor” diyerek kendini teselli ediyor.
Bir insan düşünün ki, biliyor ama bildiklerini uygulamada, topluma anlatmada çaresiz kalıyor. Ne hale gelir? Üstelik bilinen gerçeklere karşı toplumun duyarsızlığı karşısında gittikçe güçsüzleşince, hayat ve insanlık olguları ne olur? Zaman içinde keşke okuyup öğrenmeseydim dediğim olmuştur.
Beni en çok üzen konulardan birisi, herhangi bir yerde, gerçekleri anlatabilmek için, ufak bir sorgulamaya gittiğinde, sanki anlaşmışlar gibi, yalanlar üzerinde olanlar hep birlikte üzerine geliyorlar. Hâlbuki onlar için yalanı ortaya çıkarmaya çalışıyorsun. Onların sıkıntıları ve hakları için. Bir zamanlar aylık %100 %200 enflasyonlara alışan toplumumuzun enflasyon olmadığı zaman rahatsız olduğu gibi, insanlarımızda, yalansız ve riyasız yaşamdan sanki rahatsız oluyorlar. Sanki yalan ve riyakârlık yaşamın tuzu biberi gibi algılanıyor. Yalan ve riya olmazsa yaşam tatsız tuzsuzmuş gibi algılanıyor. Bir gün bir mali müşavir arkadaşla sohbet ediyorduk. O’na “yalanı, ikiyüzlülüğü toplumdan kaldırmak gerekiyor” dediğimde, bana “o zaman ticaret biter” demişti. Yaşamın temellerinden biri olan ticari hayatın yalansız riyasız olamayacağına inanmak, insanlığın nereye geldiğini gösteriyor. Anlaşılan o ki, insanlar yalanlı, riyalı hallerinden çok memnunlar. Emekliler kuyruk çilesi çekerken. Haksız vergiler insanları rahatsız ederken. Bol kazananlar vergi kaçırırken. Az kazananlar vergi verirken. İnsanlar hemen her şeyden şikâyet ederken, kimse düzelmeden ve düzeltmeden yana olmuyor. İşte bu gerçek bilen insanı, insanları ne hale getiriyor biliyor musunuz?
İnsan okuyup gerçekleri öğrendikten sonra, toplumun geneli gibi, yalan ve riyalara karşı duyarsız hale geliyorlarsa o zaman iş bitmiştir. Böyle bir durumda okumanın ne anlamı var ki? Zır cahil ol bundan iyidir. Hiç olmazsa gözlerini bozduğuna değmez. Zaman harcadığına değmez. Avuç dolusu paralar verip kitap aldığına değmez. Okumayan cahiller gibi, yalanlara, riyakârlıklara eyvallah diyeceksek niye okuduk? Bize sunulan yalan yanlış bilgileri sorgulayıp doğrulara ulaşamayacaksak niye okuduk?
Bu gün ben, ülkemde okutulan tarihteki kafama takılanları sorgulamayacaksam okumamın ne anlamı var?
İçinde yaşadığım düzenin, düşüncesini, işleyişini yorumlayamayacaksam, aklıma takılanları söyleyemeyeceksem, okumamın ne anlamı var?
İnandığı dinin kitabı kurandan öğrendiklerimi, gördüğüm çelişkileri insanlarla paylaşamayacaksam okumamın ne anlamı var?
Okumak, okumanın sağladığı bilmek, bana her konuda sorgulama fikri doğuruyor. Ama içinde yaşadığım toplum, yasalar ve duygusal atmosfer sınırlar çizmiş. Şunları konuşamazsın. Şunları sorgulayamazsın. Şunları analiz edemezsin. Şunlar hakkında fikir yürütemezsin.
Oku, bil, öğren ama, cahiller gibi sus… Düzenin yargısı, toplumun yargısı bu…
Okuyanlarla, bilenlerle, cahilleri aynı noktada birleştirmek.
O zaman niye okudum ki? Niye araştırdım ki? Mademki robot olacağım. Sadece denilenleri sorgusuz sualsiz kabul edeceğim. Sadece belirli kurallar çerçevesinde bilgileri alıp, aynen kabul edeceğim. Niye okudum o zaman? Niye okuttunuz o zaman?
Bana öyle geliyor ki, cumhuriyet döneminde okumak, bilmek eylemi, yalanlarla çizilmiş bir hayatı alkışlatmak için gerçekleştirilmiş.
Okuyacaksın, bileceksin ama, kurtuluşla ilgili aklına takılanlar varsa sormayacaksın susacaksın?
Okuyacaksın, bileceksin ama, okutulan, öğretilen tarihle ilgili sorguların varsa, sormayacaksın susacaksın.
Okuyacaksın, bileceksin ama, düzendeki, yasalardaki, siyasetteki, yalanlarla, çelişkilerle, adaletsizliklerle ilgili sorguların varsa, sormayacaksın susacaksın.
Okuyacaksın bileceksin ama, ülkenin özellikle kurtulduğuna inanıldığı cumhuriyet döneminde, petrol yataklarının, ülke zenginliklerinin batılılara niye peşkeş çekildiğiyle ilgili sorguların oluştuysa, sormayacaksın susacaksın.
Susarsan iyi vatandaşsın, diyetini helaliyle ödemişsindir.
Susmaktan öte geçip, birde olup biteni hiç sorgulamadan, gönül rahatlığıyla alkışlıyorsan, süper vatandaşsın. İyi bir aydınsın. İyi bir bensin…
Ne yazık ki, okumalarım sonucunda ulaştığım özler bunlar. Artık okumanın iyi olduğuna gerçekten inanmıyorum. Eğer ben okumuş, öğrenmiş biri olarak gördüğüm, bulduğum, tespit ettiğim gerçekleri, tartışamıyorsam. Söyleyemiyorsam. Konuşamıyorsam. Bana yasaklar konuyorsa. O zaman gerçek diye bildiğim şeylerin karşısındaki yalanlar bana hâkim olmuş demektir. Eğer ben bunları kabul etmek zorunda bırakılıyorsam ve zorunda kalıyorsam o zaman, okumuş biri olarak yalan ve riyakârlık yapıyorum demektir.
Beni okumuş riyakâr yapan okumak asla iyi değildir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.