KARA YUSUF
Ö N S Ö Z
İnsanoğlunun, dünyaya geldiği andan öldüğü ana kadar geçirdiği zaman onun hayatıdır. Hayat süreci ne olursa olsun geçirdiği olaylar, durumlar; yaptığı ve bıraktığı eserler onun gerçek hayatıdır. Gerçek hayat yapılanlarla ölçülür, değerlendirilir.
Dünyaya gelen her insanın kendine göre bir yaşama kültürü vardır. Hiç kimse yaşadığı kültürü reddetmez. Hatta onu büyük bir öz veriyle savunur. Her dönem yaşanan kültürler sadece merdivenin basamakları gibidir. Ve sadece biri aşağıda, diğerleri onun yukarılarındadır. Hiç, en üst basamağa varmak için en alt basamağa basmamak olmadığı gibi...
Çevremizdeki bütün kültürlerin harman olduğu Anadoluluyuz...Bu topraklar, ilk uygarlıklardan günümüze kadar gelen insanoğlunun yerleştiği ve vazgeçemediği topraklar olmuştur. Birçok etnik insan grubunu barındıran bu topraklar, derin kültürlerin birleştiği medeniyetler üssü olmuştur. “Kara Yusuf” bu medeniyetler harmanında ekilip biçilen ve sonra da ansızın gelen kuvvetli bir rüzgârda savrulan bir tahıl tanesi gibi ağızlarda tat, gönüllerde ad, damarlarda kan oluvermiştir. “Kara Yusuf” bir özlem, “Kara Yusuf” bir örnek oluvermiştir.
“Kara Yusuf” Anadolu’da kendine ait olan kültürünü yaşamış; sevdâ yüklü bir Anadolu gencinin bütün özelliklerini ekmiş, biçmiş, savurmuştur. “Kara Yusuf” kâh tarlaya ekilen buğday olmuş, kâh dereye dikilen fidan. “Kara Yusuf” kâh her şeye çoban olmuş, kâh sevdiklerine köle.
“Kara Yusuf” ansızın bir rüzgâr ve toprak olmuştur.
EKREM GÜRER
*
Çekirgelerin ötmeye başladığı vakit. Her şeyin onlara emanet olduğu gece. Bulundukları yerin her köşesinde üçer beşer nöbet tutuyorlar. Yıldızlar birer kandil gibi semâda asılılar. Ancak sadece kendi çevrelerini aydınlatabiliyorlar.
Sessizlik sadece gecelerin görevlileri nöbetçi çekirgeler ile bozuluyor. Başka ses sedâ yok. Çekirgeler sanki olağanüstü hâl uygulamışlar... Başka hiçbir canlıda ‘çıt’ yok. Sadece gece ve sessizlik... Hani durgun bir suya durup dururken taş atılır da, o su birden hiddetlenir ya... Hani bir çocuğun elinden o çok sevdiği yiyeceğini ya da bir oyuncağını alırsın da, onun seni hiç sevmediği gibi...
İşte bu gece, bir çığlık geceyi bütünüyle aydınlatıverir. Gece adeta çığlıkla yankılanır. Gece kesinlikle rahatsızdır artık. Öyle ya! Karanlığın düşmanı aydınlık, acının düşmanı mutluluk değil mi? Bu gece bir sevinç, bir mutluluk doğmuştur. Adeta bütün geceyi aydınlığa çevirmiş; gecelerin bekçileri çekirgelerin seslerinin yerini, insanların sevinç çığlıkları alır.
Bu gece, beklenen ‘umut’ dünyaya gelmiştir. Bu gece Yusuf ile Şahin doğmuştur. Yusuf’un adı daha doğmadan çok önce, dedesi tarafından konmuştu. Dedesinin adı da Yusuf’tur. Yusuf sadece dedesinin bir adı olarak konmamıştır. Yusuf güzel demek, güzellik demektir. Ancak Şahin, bir sürpriz olur herkese. Gerçi hangisi sürpriz oldu belli değil ama ikiz olmaları gerçekten sürpriz olur herkes için. Yusuf mutlaka konacaktı; bu belli idi. Ama ikiz olunca oğlanlar, bir ad daha gerekli olur. Yusuf Çavuş, anında yapıştırır ismi.
-‘Şahan olsun...’
Demiştir bir kere. Yusuf Çavuşun ağzından çıkmıştır bir kere. Hiç kimse itiraz etmez; aksine hemen kabul ederler. Hoşlarına bile gider herkesin.
Yusuf ile Şahin, gerçekten güzellikler getirir. Yusuf ve Şahin bütün o sırları gizleyen, güzellikleri örten karanlığı birdenbire aydınlatırlar. Gece, adeta şeytanın ‘doğrudan ve gerçekten’ kaçtığı gibi ortadan kaybolmuştur. Gece sihrini, gizemini yitiriverir. Karanlık aydınlığa teslim olmuştur. Acı, korku, ızdırap velhasıl bütün çirkinlikler yerlerini sevince, mutluluğa bırakmışlardır.
**
Güneş iki övündere boyu yükselmiştir. Yusuf Çavuş ile Mahi Hatun Sabaha kadar sevinçlerinden uyumamışlardır. Mahi Hatun, ala bir post üzerinde namazını bitirir. Dua etmeye başlar. Yusuf Çavuş ayaktadır. Çok sabırsızlanır. Mahi Hatun’a döner ve sert bir şekilde konuşur:
-Yahu, bu ne namazı, şimdi?...Bi saattir seni bekliyom ayahta...
-Aman herif! Gıldığım iki rekat... Ne acele ediyon? Gidecan yer, aha şura!...
-Garı, sen sabah namazını gıldın ya...
-Hee, gıldım. Bu, sabah namazı daal herif... Şükur namazı...
-Eyi, eyi! Allah gabul etsin!..
Mahi Hatun üstünde kıldığı keçi postunu ikiye büker, yüklüğün üzerine atar. Yüklük yattıkları odanın bir köşesindedir. Kat kat yatak, yorgan ve yastıkların üst üste konulması yüklüğü yükseltmiştir. Yüklük oldukça da kalındır. En az dört, beş kat sadece yatak vardır. Bir o kadar da yorgan ve yastık...Bilhassa yorganların dış yüzleri çiçekli, güllü kumaşlarla kaplanmıştır. Yüklüğün üstü büyükçe bir bezle örtülüdür. Odanın tavanı ağaç merteklerle döşelidir. Bu nedenle yüklüğün üzeri tozlanmasın diye böyle bir tedbir alınır.
Yusuf Çavuş titrek bir sesle gülmeye başlar.
-Gunümüz yeni doğdu, Mahi Hatun!
Yusuf Çavuş, evinin kapısından hem çıkar hem de kendi kendine söylenir. Taş merdiveni inerken, aynı sözü bir daha tekrar eder;
-Gozün aydın, Mahi Hatun!...
Mahi Hatun sevinçle, coşkuyla karşılık verir:
-Hadi bahalım, goca dedesi! Çabuh yörü...
Yusuf Çavuş ile Mahi Hanım nasıl sevinmişlerdir!..Öyle bir gelirler ki, görenler yarış ediyor sanırlar.Yusuf Çavuş biraz ağırdan alır. Mahi Hanım içeri girdiğinde, Yusuf Çavuş merdivenleri yeni çıkmaktadır.
Mahi Hanım kendisinden o güne kadar beklenmedik bir sesle, durmaksızın sevinçle, heyecanla konuşur:
-Gel dedesi, çabuh gel. Yusuf’umla Şahan’ıma bah!
Mahi Hanım belki de ilk kez Yusuf adını anıyordur. Çünkü o, kocası Yusuf Çavuş’a adıyla hiç hitap etmezdi. Bu, sanki bir adetti. Anadolu’nun hemen hemen birçok yerinde kadınlar kocalarına adı ile hitap etmezler. Bişek Köyünde de kadınlar bu adeti sürdürürler.
Yusuf Çavuş ve Mahi Hanım birbirlerini çok severler... Birbirlerine çok saygı duyarlar. Köyde herkes onlara hayrandırlar. Herkes, onların bu hallerini gördükçe, bir sohbette olsun, bir toplantıda olsun örnek olarak anlatırlar. Bazıları da açıktan açığa kıskandıklarını söylerler.
Rabia Gelin bir odada, duvar tarafında lohusa yatmaktadır. Yusuf ve Şahin daha yeni doğduklarından küçücüktürler. Belki aradan iki ya da üç saat geçmiştir.Yusuf Çavuş ve Mahi Hanım, heyecanla ve hasretle bekledikleri küçük torunlarının yanlarına gelirler.
-Vay benim GaraYusuf’um! Vay benim Ak Şahan’ım!..
Rabia Gelin, hiç sevinçli değilmiş gibi yönünü birazcık dönmüş vaziyette, yavaşça yorganı kaldırır, kayınbabasının çocukları almasına izin verir. Koskoca kayınbaba gelir de çocuk verilmezlik yapılır mı? Hem köyde bu da eskiden beri bir adettir. Çocuğa, kayınbaba ve kaynana varken anne baba karışamaz, hatta açıktan sevemez.
Yusuf’un ve Şahin’in adları çoktan konmuştur bile. Babası ve annesi buna da karışamazlar. Onun için daha çocuk doğmadan, erkek olursa Yusuf, kız olursa Mahi konacaktır. Yusuf, dedesinin adını sürdürmelidir. Bu bir aile geleneğidir. Fakat Yusuf, yanısıra bir de Şahin’i getirmiştir.
Rabia Gelin yatağında yatadursun, Yusuf Çavuş, küçük Yusuf’u kucağına almış, odanın içinde gezinir durur. Sonra pencere tarafına yöneldiğinde dışarıda câmiyi görür. Arkasından yavaş bir sesle Mahi Hanıma döner. Bu sırada Şahin’de Mahi Hanım’ın kucağındadır.
-Bugün ohutturalım mı garı?
-Tabi ohutturalım dedesi. Gonu gomşu, eş dost gelecek tabi. Hatta uzahtaki aharabalara da haber yolluyah.
Yusuf Çavuş hafifçe kafasını bir sağabir sola sallar:
-Yahu, dur hele! Ben mevlidi demiyom garı. Ona da sıra gelecek canım. Çocukların kulağına ezan ohutturalım diyom, garı?
-Hay Allah hayrını versin, herif! Onun acelesi mi var? Sen daha eyi bilin de...
-Niye ki garı? Ben bi haber salıyım, Hoca Efendi hemen gelir. Hemi hep beraber dua ederik...
-Ederik de, her bi şeyi yaparıh da, gözel ahıllı herifim! Bu çocukların sâbı bitek sen misin? Demezler mi, ağası nerde? Demezler mi, emmisi nerde? Yaa. Şimdi annadın mı gözel ahıllım!
Yusuf’un ve Şahin’in babası Hasan, askerdir. Şu anda da Yozgat’tadır. Ancak çocukların dünyaya geldiğinden haberi yoktur. Beş ay olmuştur askere gideli. Çocukların doğduğunu bilse dahi gelemeyecektir Çünkü bugünlerde doğuda bir isyan çıktığı hükümet tarafından millete duyurulmuştur. Yeni tehris olan kimseler bile geri askere çağırılmıştır. Hasan da bu gurubun içindedir. Hatta bir haber duyulur; Hasan, Tunceli’ye gitmiştir... Hasan’ın şimdilik uzun bir süre çocukları görmesi mümkün olamayacaktır.
Yusuf ile Şahin ailenin ilk erkek, hem de ilk torunlarıdır. Çocukların babası gelemeyecek ama amcası, dayısı gelecekler, oturup konuşacaklar. Ona göre ne yapılacaksa o gene yapılacaktır. Çünkü Mahi Hanım böyle düşünmüştür.Yusuf Çavuş’ta mecburen böyle düşünür.
-Annadıh, garı! Annadıh. Çabuh gelelerdi, bizimkiler...
Bu sırada küçük Yusuf, ebesi Mahi Hanımın kucağındadır.
-Ahlın mı gediyo yavaş yavaş... Gelirler, sabırsızlanma hele. Hem sen çoh durdun burda. Bah çocuhlar acıhtı. Çıh dışarı. Oduya get. Hadi hadi…
Yusuf Çavuş başını aşağı büker ve tatlı tatlı güler:
-Doyurun çocukların garnını canım. Benim ne zararım var size? Allah Allah!..
-Herif sen mi emzirecan çocuhları?..
Yusuf Çavuş biraz geç anlar. Tam sedire yeni oturmuştur, geri kalkar.
-Tamam tamam. Aha pınarın başına doğru gediyom... Hadi anası, Yusuf’umu, Şahan’ımı doyur eyice ha! Ben sona gelirim...
Yusuf Çavuş kafasını bir sağa bir sola hafifçe sallar, ağzının içinden anlaşılmaz sesler çıkarır. Gülümseye gülümseye dışarı çıkar. Dede bu, ilk erkek torunu olmuştur. Hem de iki tane. Gülümseme şöyle dursun, haykırmak ister. Bunu yapmaz Yusuf Çavuş, istese de yapamaz, utanır. Ancak yürüyüşü, o tatlı, anlaşılmaz ama garip davranışları sevincinin büyüklüğünü belli eder. O ilerlemiş yaşında bile bir delikanlı gibi dimdik yürür.
Yusuf Çavuş Kendi kendine konuşur gider.
-Gurban olduğum Mevlâ’m, herkesi de benim gibi sevindir!
Yusuf ile Şahin daha ilk gününde gönülleri doldurmuştur. Küçük Yusuf ve küçük Şahin herkesin sevinci olur, neşesi olur..
Bütün sevinçler, mutluluklar bile çifter çifter oluverir.
Hele biri var ki, kalbi olur; hayatı ve geleceği olur.Yusuf Çavuş, onun için adını koymuştur. Küçük Yusuf artık dedesinin sadece adını değil, bütün her şeyiyle varlığını sürdürecektir. Bu, en büyük onur olacaktır Küçük Yusuf için. Yusuf, yalnız da olmayacak, yanında Şahin gibi bir kardeşi de vardır.
Güç yeter mi Yusuf ile Şahin’e? Güç yeter mi Yusuf Çavuş’a?..
Yusuf Çavuş, ağır ağır hemen evlerinin önündeki çeşmeye doğru ilerler. Yürüdüğü yol çeşmeye varıncaya kadar sanki uzar. Yusuf Çavuş, o kadar yavaş ilerler ki on, on iki metre mesafelik bir yolu uzattıkça uzatır. Yusuf Çavuş, ne düşünüyor bilinmez. Sanki bir şeyler kafasına takılmış, kendi kendine yürümektedir. Hem yürür, hem düşünür. Bu yüzden de gayet yavaş gider. Yusuf Çavuş zaten bu yaşta gerçekten de çok dalgın, çok unutkan birisi olmuştur. Daha yolun yarısına gelmiştir ki, bir ses onu birden kendine getirir. Bu ses belki de birkaç kez yapılmıştır. Yusuf Çavuş ancak duymuştur. Sonunda sol elini yavaşça kaldırır. Gelen sese doğru yarım vücut döner. Gayet mütevâzi, yaşının ve o ölümsüz onurunun verdiği tavırla ve tatlı bir şekilde gülümser:
- Torunum oldu! Yaa!.. Torunlarım...
Yusuf Çavuş’u kendine getiren, konuşturan bu ses çok yakınından gelmektedir. Bu ses her bakımdan yakından gelen bir sestir. Bu ses, kendi evinin avlu duvarının dibinde oturan Mustafa’dan gelmektedir. Mustafa, torunlarının dayısıdır. Köyde ona ayrıca Delik Mustafa da derler. Bu onun lakâbıdır. Köyde hemen herkesin bir lâkabı vardır. Delik Mustafa, Yusuf Çavuş’un yakınıdır. Yusuf’un anası Rabia Gelin, Delik Mustafa’nın bacısıdır. Mustafa, köyde zengin sayılan iki üç aileden biridir. Ona, daha bu genç yaşında bazıları Mustafa Ağa diye hitap ederler. Bu hitap Anadolu’nun birçok yerinde bir gelenek halini almıştır. Anadolu’nun hemen her yerinde varlıklı, zengin, makam ve mevkî sahibi, hatırı sayılır insanlara böyle unvanlar verilir. Böyle varlıklı insanlar, itibarlı insanlar halkın gözünde ve gönlünde köyün büyüğü sayılırlar. Bu yüzden Mustafa, köyde ‘ağa, efendi, kâyâ...’ gibi unvanlarla anılırlar.
Mustafa Efendi, hemen yanından geçen Yusuf Çavuş’u sessiz sedâsız gittiğini görünce sesleniverir:
-Hayrola Yusuf Çavuş!?...
Yusuf Çavuş hiç duymamıştır. Mustafa Efendi tekrar seslenir:
-Yahu Çavuş, selâm sebat yoh mu?
Başka sesler de karışır araya. Kağnı sesi, ‘Karşı Geçe’ adını verdikleri karşı mahalleden bir iki kadının kavga etmeleri de yankılanır. Bu arada Mustafa Efendinin hemen yanında oturan biri de seslenir.
-Emmi, neriye gediyon? Yardım edecek bi şey varsa, geliyim istersen?
Bu ses de Yusuf Çavuş’a yabancı değildir. Yusuf Çavuş’un damadı Memduh’tur. Yusuf Çavuş, işte bütün bu karma karışık seslerin arasında çok yakınındaki sesleri ancak duyabilmiş ve alışageldiği davranışların dışında o seslere cevap vermiştir.
Mustafa Efendi yavaşça ayağa kalkar ve yanındaki Memduh’a döner:
-Ne dedi şimdi Yusuf Çavuş? Duydun mu sen de Menduh?
-Duydum Mustafa Ağa da...Dur, bi daha sorak. Torun, çocuk, bi şeyler dedi, galiba!
Daha sonra Memduh yüksek sesle karşılık verir.
-Emmi hele gel böyle de, annat, n’oldu?
Mustafa tekrar araya girer. Ne de olsa oda bir dayıdır. Küçük Yusuf’la Şahin’in dayısı olmuştur. Yusuf Çavuş’un bu sözüne çok meraklanır:
-Yahu Yusuf Çavuş, Fadik gurtuldu mu? Neyi oldu? Yahu birader gelsene yanıma....
Arka arkaya sorular sorar Mustafa. Çok heyecanlanmıştır. Dimdik ayakta, bir an hiç kıpırdamadan öylece durur. Şaşkınlığı gayet normaldir. Bütün bu olanlar karşısında Yusuf Çavuş yoluna devam eder.
-Geliyom, geliyom... Şu pınardan bi su içiyim. Elimi yüzümü yuyum, geliyom.
Mustafa ile Memduh, Yusuf Çavuş’un kendi başına, köyün dışında bulunan harman yerine, yahut bahçeye, tarlaya gideceğini sanırlar bir an. Bu nedenle damadı Memduh her zaman olduğu gibi seslenir.
-İstersen ben de geliyim emmi.
Çünkü Memduh, kayınbabası Yusuf Çavuş’a her işinde yardım eder. Köyde kayınbabaya “emmi” diye hitap ederler. Bu da, adet olmuştur. Bu yüzden Memduh’ta hiçbir şekilde amcası olmayan kayınbabaya ‘emmi’ diye hitap eder.
Yusuf Çavuş sağ elinde bir baston, çeşmenin içinden çıkar. Köşede, yola çıkmadan önce durur. Duvarın dibinde kendisini bekleyen Mustafa Efendiyle damadı Memduh’a gülümser ve bir süre öylece bakar. Elleri ve yüzü ıslaktır. Mendilini çıkarıp silmemiştir elini, yüzünü. Başında bir fötr şapka, hafif arkaya doğru kalkmış vaziyette dimdik yürür. Yusuf Çavuş o güne kadar fötr şapkasını öyle arkaya kaldırmazdı. Bunu bir büyüklenme, övünme kabul ederdi. Hele kendisinin geçmişine yani yaşadığı hayata göre yakıştıramazdı. O, onurlu bir askerlik, onurlu köy muhtarlığı yapmıştı. O, hayatı boyu hep büyüklük yapmış, hep yardım etmiş, hep kendinden başkalarına bir şeyler vermiştir. Hem de öncelikle gariplere, öksüz ve yetimlere, kimsesizlere, yabancılara, kısaca ihtiyaç sahibi ve muhtaç olan herkese, her konuda yardım eden, yanında olan bir büyüktür.
Yusuf Çavuş’u birden değişik davranışlarda görenler, şaşırırlar. Sonra ona hak verirler. Yusuf Çavuş daha Mustafa’nın yanına varamadan sesler çoğalır. Sanki biri tellallık yapmışta herkes duymuş gibi. Tâ Kolsuz’un duvarın dibinden biri seslenir:
-‘Gozün aydın olsun, Yusuf Çavuş!’
Bir başkası daha seslenir:
-‘Eee, ne yedirecan bize, Yusuf Emmi?’
Daha arkalardan da seslenirler:
-‘Yusuf Çavuş! Oda açıh mı? Hem yerik, hem gonuşuruh...’
Oda, Yusuf Çavuş’undur. Ama köyün odasıdır. Dışarıdan gelen yabancılar için bir konaklama yeridir. Bilhassa yabancılar, burada hem yerler içerler, hem de yatarlar. Köy halkı da bu odaya gelir oturur, sohbet ederler. Bazen de yemek yerler. Oda köyün hem resmî, hem de özel binası gibi kullanılır. Yusuf Çavuş, bundan büyük bir gurur duyar. Yerli olsun, yabancı olsun yedirmek , içirmek ona büyük bir onur verir.
Hele bir ses gelir ki, Yusuf Çavuş bile şaşar kalır. Öğle vakti yaklaşmıştır. Bu olanlar esnasında Memduh oda tarafından hızlıca gelir:
-Emmi! Odada yemek hazır. Bütün koylüyü dâvet edecamişsin...
Yusuf Çavuş bu duruma kendi bile hayret eder.
-Allah, Allah! Hey gozünü sevdiğimin garısı!..
Hafifçe gülümser. Arkasından devam eder:
-Hadi bahalım gonşular, dediğiniz ossun. Buyurun !..
Yusuf Çavuş bastonuyla Mustafa Efendiye ‘gel gidelim’ diye işaret eder. Mustafa, bütün bu olanları ayakta, sanki hiç kıpırdamadan izler. Yumuşak bir sesle karşılık verir.
-Yusuf Çavuş, sen var gomşularla hele. Ben arhadan gelirim.
Yusuf Çavuş ve Memduh, komşularla elli metre kadar mesafede olan odaya doğru yavaş yavaş giderler. Bu arada Mustafa çok meraklanmıştır. Hemen yanı başındaki evin çatal kapısından içeri girer. Avluya girer girmez sesini yükseltir.
-Mahi Bacı! Nerdesin? Dışarı çıh hele!..
Mahi Hanım da dışarıdadır. Gezinti denilen yerde öğle namazı için abdest almaktadır. Sesi duyar duymaz elindeki ibriği yere bırakır.
-Gel Mustafa Efendi. Yukarı çıh hele...
-Yahu gozünüz aydın Mahi Bacı! Heç haberimiz yoh. İnsan haber vermez mi? Oh oh! Fadik’de gurtuldu ya...
Mustafa Efendi konuşmaya devam edecek gibidir. Ancak Mahi Hanım araya girer:
-Senin de gozün aydın olsun Mustafa Efendi. Sen de dayısısın çocukların. Allah cümlesine bu sevinci versin!
-Çocuhlar mı dedin Mahi Bacı?..
-He ya! İki tane oğlan, Mustafa Efendi... Ekizler ya!..
-Maşallah, maşallah! Mahi Bacı bizimkinin haberi var mı? Yahu ben gediyim de haber veriyim bari. Duyarsa valla bana çatar. ‘Senin haberin oluyo, benim olmuyo’, der durur...
Dönüp gider. Mustafa. Giderken bile kendi kendine konuşur:
-Allah analı, babalı etsin. Allah bahtlarını açık, ömürlerini uzun etsin... Demek ekiz ha!..
**
Şu yemek işi, Yusuf Çavuş’un haberi olmadan nasıl olmuştur? Olur... Hani Yusuf Çavuş fötr şapkayı kaldırarak giymezdi; bugün giymişti. Yusuf Çavuş elini yüzünü yıkayınca mendiliyle silerdi; bugün silmemişti... İşte bugün Mahi Hanım da ilk kez Yusuf Çavuş’a danışmadan yemek hazırlamıştı. Mahi Hanım avluda iken dışarıda olan biteni görmüyordu ama duyuyordu. Mahi Hanım, torununun müjdesini duydukça ve hele, “Hadi bakalım Yusuf Çavuş... Hadi bakalım Yusuf Emmi, odayı açta hem yiyelim, hem konuşalım.” diye komşuların isteklerini duyuyordu ya... Mahi Kadının en severek yaptığı bir işti birilerine yemek yedirmek, yemek vermek. Allah onlara böyle bir armağan verir de konuya komşuya yemek yedirmemek hiç olur muydu? Olmazdı elbet. İşte Mahi Hanım da öyle yapmış, odaya yemekleri hazırlatmıştı bile.
Oda dam yapılıdır. Her sene üzeri, çorak denilen sakız gibi bir toprakla örtülü olur. Köyde sadece câmi ile okulun üzerleri kiremitlidir. Kiremitler oluk şeklindedir. Köyün başka hiçbir yapısında kiremitli dam yoktur. Misafir odası tek katlıdır ve iki odası vardır. Köyde çoğu evler ve yapılar tek katlıdır. Üzerleri de çorakla kaplıdır. Çorak denilen bu toprak suyu pek geçirmez. Bu nedenle damlardan su sızmaması için buna başvurulur. Çorak, uzaklardan getirilir. Dağ, dere, tepe demeden... Gece gündüz, ne zaman olsa farketmez. Kağnılar koşulur. Birkaç kağnı olur; bazen daha çok kağnılar hazırlanır. Çorak getirilirken bile bir tür ‘imece’ yapılır.
Damı çorakla örtülü olan misafir odasına tam iki sofra kurulur. Sofraların çevresi gayet sıkı olarak dolar. Karnı doyanlar kalkar, ya dışarı çıkıp gider ya da sedire çekilip otururlar. Sofraya tekrar başkaları oturur. Her sofranın ortasında büyük bir tabakla pilav ve üzerinde tavuk etleri vardır. Yanında içilmek üzere üçer, dörder bakır taslarla ayranlar..Yerde kurulu ağaç yapılı sofra masanın üstünde çok sayıda kırmızıya çalan ve üzerlerinde çeşitli gül resimleri bulunan kaşıklar...Hem ayranları içmek, hem de pilavı yemek için bu kaşıklar kullanılır. Her zaman olduğu gibi büyük bir iştah ile yenilir, içilir. Tabi, arada sırada konuşurlar, hatta şakalaşırlar. Bu arada yemeğin devamını yani tekrarını isteyenler olur. Onları hemen herkes destekleyiverirler.
-‘Yusuf Ağa! Bizi tavuhla, pilavla mı savıyon? Neyse, bunu aceleye geldi sayıyoh...’
Bir diğeri,
-‘Yoh canım! Öyle olur mu? Ben, Yusuf Çavuş’un goyununu da yedim, geçisini de. İnkâr etsem gozüme durur...’
Arkasından bir başkası söze karışır:
-‘Oğlum, sen ne diyon ki? Yusuf Çavuş gine yedirir, gine yedirir...’
Bu sırada tabakların biri alınır, biri verilir. Sepetlerin içindeki ekmekler elçim elçim sofraya konulur. Köyün bekçilerinden biri ev sahipliği yapmaktadır. Bekçiler, misafirlere ayakta durarak, hep hizmet etmektedir. Bekçi aradan bir, konuşanlara çabuk olmaları için müdahale eder.
-Konuşmayı bırahın da çabuh galhın. Daha yemek yiyecekler var. Sizi bekliyolar...
Bu konuşmalar sürüp giderken o esnada sofranın birinde köyün imâmı vardır. Birden imâm, ellerini açarak yukarı kaldırır.
-Âmiin!
Yemek duası okunur. Herkes o sırada kaşığını yavaşça sofraya bırakır, ellerini açarlar ve sadece ‘âmin’ derler. Dua bittikten sonra çokları yavaş bir biçimde başkalarının oturmaları için kalkıp çekilirler. Dışarı çıkıp gitmek isteyenler Yusuf Çavuş’a döner ve seslenirler:
-“Allah analı babalı etsin!
-“Gözün aydın olsun!”
-“Allah Halil İbrahim bereketi versin!”
-“Allah bereket versin!”
-“Allah Kâbelere gitmeyi nasip etsin!”
-“Allah tekrarını nasip etsin!” diyerek duâlarda bulunurlar.
Yusuf Çavuş, hepsine de başını hafif bir şekilde öne eğerek ve hep gülümseyerek karşılık vermeye çalışır:
-Âmin, âmin!
Arada bir de;
-Allah razı olsun!.. Sağ olun!.. Darısı sizlere olsun gonşular!..
Köyün imâmı sedirde hâlâ oturmaktadır. Yanında da Mustafa Efendi vardır. Mustafa Efendi işliğinin cebinden zincirle bağlı olan köstekli saatini çıkarır, kapağını yavaşça kaldırır. Şöyle bir pencereye yan döner:
-İlkindi gelmiş, hoca! Yavaş yavaş gahsah...
Hoca Efendi başını hafifçe öne doğru sallar.
-Dur, Mustafa! Müsaade et. Bi de ben bahıyım, şu saate!
Hoca Efendi elini saate uzatır:
-Yarım saat gadar zaman var daha.
Ama, arkasından da duramaz ve yerinden kalkmaya çalışır.
-Yavaş yavaş ancah giderik. Hem bi de abdest tazelerik. Hadi gidek Mustafa.
Kalkarlar. Onların kalkmasıyla hemen herkes ayağa kalkar ve tekrar tekrar teşekkür ve dua ederek çıkarlar.
**
Cuma salâsı okunmaktadır. Köyün tam orta yerinde dört tarafı taş duvarlarla çevrili bir yapıdır câmi. Tavanı çok kalın ağaç yanlarla döşeli. Tahtalarla kaplanmış tavanın ince bir ustalıkla boyaması, süslemesi yapılmıştır. Duvarlarının iç kısmı çeşitli desenler ve Arapça yazılar, âyetler, dualarla doldurulmuştur. Câminin dış kısmında, girişin hemen solunda kalınca, taşlarla yükseltilmiş, boyu bina ile denk tutulmuş, ancak ondan sonraki kısmı ağaç ve tahtalarla devam etmiş olan bir minaresi...Köyün imâmı işte bu yarısı taştan, yarısı ağaçtan olan minarenin şerefesine çıkarak ezanını, salâsını okur.
Osman, abdestini yeni almıştır. Damın üzerinde gezinen Musa’ya seslenir. Musa, Yusuf’un amcasıdır. Hem de tek amcası. Musa, daha ‘çubuk’ gibi bir delikanlıdır. Uzunca bir boyu, hafif sarışın... Yaşı küçük ama bir delikanlı gibi. Elleri arkasında, başı dimdik, sürekli sağa sola bakıyor... Bir yandan da damın üzerindeki çorak toprağı usul usul çiğniyor. Başı açık, yüzünde gülücükler var. Tâ uzaktan belli oluyor neşeli oluşu. Çünkü o, bir amcadır artık. Baba yarısıdır genç Musa. Hem öyle bir zamanda amca olmuştur ki, ağabeyi Hasan şu anda askerdedir. Osman seslenir Musa’ya:
-Ne yapıyon orda Musa?
Musa yavaşça şöyle bir başını kaldırır;
-Heeç! Vakit geçiriyom Osman Ağa!..
-Annadıh, annadıh!.. Hele gel böyle, iki laflıyah.
Bu sırada Hamide Gelin sesini yükselterek araya girer:
-Musa bek sevinçli, herif. Yiğeni oldu dün. Hem de iki dene! Bilmiyon mu?
Osman yarı gülümser, yarı sert bir biçimde Hamide Geline döner ve karşılık verir.
-Bilmez olur muyum? Dün ben nerdeydim?.. Yusuf Emmimim yemani yedim odasında. Bütün koylü vardı. Herkes odadaydı...
-Kele herif, Mahi Abılayı gorecadin... Sanki sevincinden uçuyodu. Öyle neşeliydi ki...
-O gadar insana yemek hazırlamah herkesin harcı daal, canım! Şimşek gibi, nasıl hazırladı Mahi Abılam...Ee, ne de olsa iki goç gibi erkek torun ebesi oldu...
-Yerinde duramıyodu. Bi Fadik Gelinin yanına gediyo, torunlarını seviyo; geliyo aha bu genç oğlanın evine gediyo... Oduya yemek gondermiye çalışıyo...
-Melek midir, nedir Mahi Abılam? Çoh zevk alıyo hizmet ederken canım!
Osman ile Hamide Gelin kendi kendilerine konuşurlarken Musa yanlarına gelmiştir. Musa, gerçekten pek heyecanlıdır ve yüzü sürekli gülümsemektedir. Elinde değildir gülümsememek. Osman Ağanın evi çocukların evlerinin arkasındadır. Musa gelir gelmez selâm verir.
-Selâmünaleyküm Osman Ağa...
Osman Ağa yüksek sesle ve gülerek karşılık verir:
-Aleykümselâm, ekizlerin yahışıhlı emmisi!
Musa, Osman Ağanın bu esprisine hafiften güler;
-Sağ ol Osman Ağa!..
Hamide Gelin hemen içeri girer ve bir büyük minder getirir. Gezinti denilen yere ve duvara yakın serer.
-Buyur, otur bahalım Musa.
-Zahmet oluyo Yenge.
Hamide Gelin tatlı tatlı gülümser.
-Gozün aydın Musa! Allah analı babalı etsin! Allah senin de, yiğenleriyin de bahtlarını açıh etsin!
-Hadi gozün aydın olsun, emmoğlu. Sana guç guvvet yetmez gaylin. Ben, dün ekizlerin pilavını yedim...
-Biliyom Osman Ağa!....Hele ağamı gorsen... Heç duramıyo evde...
-Tabi ya! Allah iki dene goç gibi erkek torun verir de, durulur mu canım! Ben de olsam duramam.
Musa önce, ayakta duran Hamide Geline, sonra da Osman Ağaya bakar... Tatlı tatlı güler. Hamide Gelin de hamiledir. Musa, bunu bilir daha önceden. Onun için gülümser. Osman Ağanın ve Hamide Gelinin karşısında fazla konuşamaz. Konuşulanlara arada bir ‘Evet. Sağ ol’ der gibi kafasını sallar.
Musa, uzun uzun konuşan Osman Ağayı sessizce dinledikten sonra beklenmedik bir karşılık verir:
-Allah sizi de sevindirsin Osman Ağa!..Allah size de ekiz verir inşallah!
Osman ve Hamide Gelin, genç Musa’nın bu güzel ve içten duası üzerine birbirlerine bakışırlar. Usulca ve içten karşılık verirler:
-Âmiin... Âmiin!..
Hamide Gelin ayaktadır.
-Ben size bi içecek hazırlayım.
-Yaa! Eyi olur hanım. Sen çay yap bize.
Musa araya girer:
-Vakit geldi Osman Ağa. Hem Cumâdan sona bize giderik. Ağam Cumâdan sona çocuklara isim duası yaptıracak.
-Tamam, tamam. Ben annadım. Hocuya, gulana ezan ohutturacah. Bah şu emmime! Her şeyi de ne hızlı yapıyo!...
Ayağa kalkar. Arkasından Osman Ağa da kalkar.
-Peki! Sen nasıl istersen, emmimin oğlu...
Musa ve Osman gezintiye bağlı olan tahta merdivenden avluya inerler. Oradan da sokağa çıkarak câmiye doğru ağır adımlarla konuşarak giderler.
**
Cumâ namazı için câmide toplanılmıştır. Her zaman olduğu gibi câmi yine dopdoludur. Hoca Efendi mihrapta dersini okur. Sonunda alışık olmadık bir duyuru yapar:
-“Muhterem Müslümanlar! Yusuf Çavuşun iki oğlan torunu olmuştur. Allah ömürlerini uzun, bahtlarını açıh etsin! Önümüzdeki Perşembe gunü kendi hanelerinde ‘yemek’ veriyorlar. Arkasından da gelecek Cumâ câmimizde ‘mevlüt’ okutacaklar. Bütün komşular davetlidir. Allah hayırlı etsin. Allah kabul etsin!”
Câminin içinde bir kıpırdanma yaşanır. Birbirine bakışanlar olur. Usulca yanındakiyle konuşanlar olur. Çünkü çokları daha duymamıştır, yeni duymaktadırlar. Müezzinin sesiyle kıpırdanmalar kesilir ve imâmın ‘Allah-ü ekber’ demesiyle namaza durulur.
Namaz biter bitmez herkes yavaş yavaş dışarı çıkar. Çıkanlar avluda biraz dururlar. Kimi bir araya gelir sohbet eder, hal hatır sorarlar. Mutlaka konuşacak bir konu bulurlar. Kimi çıkar çıkmaz doğruca avlu içinde bulunan mezarlara varırlar. Oturarak ya da ayakta dua okurlar, Kur’an okurlar.
Yusuf Çavuş ile Hoca Efendi câmiden en son çıkarlar. Câminin kapısını kapatırlar. İkisi de mezarlara doğru yürürler.Ayakta ellerini açarak dua okurlar, sonra ellerini yüzlerine sürerek bitirirler.Yusuf Çavuş ve Hoca Efendi doğruca eve giderler. Ekizlerin adı konacaktır. Törelere uygun olmalıdır her şey. Çocukların kulağına imâm ezan okuyacak, kamet getirecektir. İslâm âdetleri üzerine olacaktır. Kendi aralarında usul usul konuşarak çatal kapılı eve girerler.
Hoca Efendi, gezintinin başında Mahi Hatun tarafından karşılanır:
-Hoş geldin Hoca Efendi.
-Hoş bulduh Mahi Abıla! Gozünüz aydın olsun! Allah analı, babalı etsin!...
-Allah razı olsun! Allah sizin de torunlarınızı bağışlasın!..
Kapıdan yol verilir. Hoca ile Yusuf Çavuş içeri girerler. Soldaki odaya geçerler. Çünkü sağ taraftaki oda Rabia Gelinin odasıdır. İçerde başkaları da vardır. Yabancı değillerdir bunlar; Mustafa, Osman, Hamza ve bir de sürekli ayakta duran genç Musa. Hoca Efendi eşikten adımını atar atmaz selâm verir;
-Selâmünaleyküm!...
Herkes ayağa kalkar. Oturanlar yere inerler, kenara çekilirler.Hep birlikte karşılık verirler:
-‘Aleykümselâm... Aleykümselâm...’
Sedirin tam orta yerindeki pencerenin önüne otururlar. Onların oturmasıyla da diğerleri yavaş yavaş müsait yerlere otururlar. Dışardan yavaşça bir kadın seslenir, kapının ağzında ve görünmeden. Bu, Memduh’un hanımı İkbal Gelindir. Yeğeni Musa’ya seslenmiştir. Musa zaten kapının hemen yanında ayakta durmaktadır. Sesi duyar duymaz döner ve bakar. Hemen dışarı çıkar. Musa elinde bir sofra bezi ile içeri girer. Odanın tam ortasına sofrayı serer. Arkasından kapıyı tutar. Memduh büyükçe boş bir siniyi, bir kasnağın üzerine yerleştirir. Kapının ağzına kadar kadınlar ve kızlar tarafından kap kap getirilen yemekler Memduh ve Musa tarafından birer birer içeri alınır. Hem sininin üstüne konur, hem de duvarın dibinde dizilir kaplar. Yemek yenmeğe başlanır. Yeme işi bitince “yemek duası” yapar Hoca Efendi. Herkes bu duaya oturarak katılır. Sofra hızlı bir şekilde toplanır. Çay ve kahveler içilir.
Hoca Efendi niçin geldiğini bilmektedir. Şöyle bir Yusuf Çavuşa döner:
-Yusuf Çavuş! Çocukların adını burda mı dualıyacağız?
-He, Hoca Efendi!
Yusuf Çavuş, Musa’ya bakar:
-Oğlum! Anana de; çocuhları buruya getirsin.
-Tamam, ağa!
Aradan bir süre geçer. Hemen karşı odadan gelecektir çocuklar. Çocukların gelmesi biraz uzun sürer ama sonunda getirilir. Biri Mahi Hanımın kucağında, diğeri Musa’nın kucağında... Çocuklar kundaklarına sıkıca ve kalın bir şekilde sarılmışlardır. Sadece başları açıktır.
-Yahu, geciktiniz, be garı!
-N’edek? Çocuhları sardıh. Üşümesinler, dedesi.
Hoca Efendi, Mahi Hanıma seslenir:
-Mahi Abıla gucandaki çocuğu Yusuf Çavuş’a ver.
Mahi Hatun gülümseyerek çocuğu Yusuf Çavuş’a yavaşça uzatır.
-Aman eyi tut, herif!...
-Tamam, tamam...Sen çekil şöyle!
Hoca Efendi çocuğa yaklaşır. Dizlerinin üstüne durur.
-Bunun adı ne olacah, Yusuf Çavuş?
Yusuf Çavuş, kapının hemen yanında duran karısına bakar. Ondan yardım bekler gibi bir an durur. Mahi Hanım yavaşça seslenir:
-Senin adın, herif!
Yusuf Çavuş bir an çocukları karıştırır; onun için duraklar. Hoca Efendi, çocuğun sağ tarafına yanaşır. Sağ kulağına eğilir. Başlar ezan okumaya:
“Allah ü ekber, Allah ü ekber.
Allah ü ekber, Allah ü ekber.
Eşhedü enlâ ilâhe illallah.
Eşhedü enlâ ilâhe illallah.
Eşhedü enne Muhammeden Resulallah.
Eşhedü enne Muhammeden Resulallah.
Hayyâ alessalâh.
Hayyâ alessalâh.
Hayyâ alel felâh.
Hayyâ alel felâh.
Allah ü ekber.
Allah ü ekber.
Lâ ilâhe illallâh.”
Hoca daha sonra, Yusuf’un kulağına ağzını iyici yanaştırır ve üç defa adını seslenir:
“Ya Yusuf!
Ya Yusuf!
Ya Yusuf!”
Hoca Efendi, Yusuf Çavuş’a çocuğu kendinden tarafı döndürmesini ister. Yusuf Çavuş anlar ve çocuğun sol tarafını yavaşça hocaya çevirir. Herkes sessiz bir şekilde oturarak izler. Hoca bu sefer de çocuğun sol kulağına eğilir:
“Allah ü ekber.
Allah ü ekber.
Allah ü ekber.
Allah ü ekber.
Eşhedü enlâ ilâhe illallâh.
Eşhedü enlâ ilâhe illallâh.
Eşhedü enne Muhammeden Resulallâh.
Eşhedü enne Muhammeden Resulallâh.
Hayyâ alessalâh.
Hayyâ alessalâh.
Hayyâ alelfelâh.
Hayyâ alelfelâh.
Gatgametissalâh.
Gatgametissalâh.
Allah ü ekber.
Allah ü ekber.
Lâ ilâhe illallâh.”
Hoca kâmet getirdikten sonra yine, üç defa da sol kulağına adını seslenir:
“Ya Yusuf!
Ya Yusuf!
Ya Yusuf!
Küçük Yusuf’un adı konduktan sonra sıra Şahin’e gelir. Yusuf Çavuş, Musa’nın elinden Şahin’i de kucağına alır. Küçük Yusuf bu arada ebesi Mahi Hanım tarafından alındığı gibi annesi Rabia’nın yanına götürülür. Aynı şekilde Hoca Eefndi Şahin’e de ezan okur, kamet getirir. Şahin’de hemen anesinin yanına götürülür.
Arkasından ‘amîn’ der Hoca Efendi ve arkasından derince bir dua eder. Herkes ellerini açar ve ordakiler de ‘amîn’ derler.
Yusuf ile Şahin’e, duâlarla isimleri konduktan sonra, Hoca Efendi ayrıca bir dilekte daha bulunuverir. Bu dilek herkesi bir kat daha sevindirir.
-Ee, Yusuf Çavuş! Golay daal, iki guzel toruna sahip olmah. Bu, herkese nasip olmaz. Allah (C.C.) Hazretleri, adları gibi de bahtlarını da, dünyalarını da guzel eder, inşallah! Büyük bir ses ortalığı kaplayıverir. Sanki herkes aynı anda karşılık verirler.
-‘Âmiin...Âmiin..’, ‘İnşallâh!..’
Hoca Efendi gülümseyerek bir de espiri yapar.
-İnşallâh, biri adı gibi yeryüzünün guzeli ve yiğidi olur. Biri de gokyüzünün guzeli, yiğidi olur...
Odadakiler buna da gülerek karşılık verirler.
-‘İnşallah!.. Âmiin...’
**
Musa amcasına benzeyen beyaz benizli ve sarışın olan Şahin, bir gün kundağında sapsarı kesilir. Emmez annesini. Ememez. Dermanı birdenbire tükenmiştir. Nefesi yetmez; ağlamaya bile sesi çıkmaz.
Yusuf Çavuş’un Beyaz Şahin’i aniden hastalanır. Ne olduğu bilinmez bir hastalıktır. Doktor yoktur ki götürsünler. Hem köyde bu güne kadar böyle çocuk olsun, büyük adam olsun kendi kendilerine tedavi etmeye çalışırlar. sarışın Şahin’e de aynı şekilde davranırlar.
Kimi, ‘Üşütmüş...’ der ot suyu içirirler. Kimi, ‘Nazar değmiş...’ der yüzerlik otu tütütürler, kurşun eritirler. Kimi, ‘Çiçek, kızamık..’ der ona göre bir ilaç yaparlar hemen. Herkesin dediği yapılır. Kim, ne dediyse hemen yerine getirirler. Köyde küçük, büyük herkes aynı yöntemle tedavi edilirler. Bu gibi hastalıklar için şehre, doktora gitmezler. Küçük, basit birer hastalık olarak görürler. Hem öyle de bir inanç uydurmuşlardır ki; “Allah’tan geldi...Ne edek? Elimizden gelen bir şey mi var?..” deyiverirler.
Bir ikindi vakti, sonbahar günlerinden birinde Beyaz Şahin on beş aylıkken beşiğinde son nefesini vermiştir. Küçücük bedeninden, ateşli vücudundan son nefes nasıl çıkıvermiştir; kimse görememiş, anlayamamıştır.
Küçük Şahin, sanki gerçek bir şahin oluvermiş; uçup gitmiştir. Geride sessiz, incecik, ayva sarısı ve hiç uyanmayacak gibi küçücük bir beden beşikte kalıvermiştir. Şahin, beşikte kalıvermiştir. Ama Yusuf da kardeşsiz, Yusuf Çavuş da Şahin’siz kalıvermiştir.
Ev birden doluverir. Bir ağıt başlar arkasından. Ağlar anası...Hele ebesi öyle bir ağlar... Ebesi Mahi Hanım, Şahin’in beşiğinin başında, öper durur yüzlerinden. Bir ağıt yakar oracıkta Şahin’e;
“Şahan’ım senYusuf’umun eşiydin,
Hem eşi, hem de biyaz gardaşıydın
Deden gelir, ‘Şahan’ım nerde?’ derse
Şahan’ım Cennete mi uçup gettin?
Daha on beş aylık idin Şahan’ım
Güneş gibi, ay gibiydin Şahan’ım
Esker ağan goremedi yüzünü
Yörüyen bir tay gibiydin Şahan’ım”
Beyaz Şahin, iki gün bile direnemeyip dayanamamıştır yüksek ateşe vücudu. Uçup gitmiştir ‘bir beyaz şahin’ gibi. Ebesinin ve anasının elleri arasından ‘bir sabun’ gibi kayıvermiştir.
Küçük bedeni, kalabalık bir insanın kıldığı cenaze namazı ile büyük dedesi Osman Ağanın yanına konur.
Artık hem küçük Yusuf, hem de Yusuf Çavuş, Şahin’siz kalmıştır. Bundan böyle herkes, küçük Yusuf’un üstüne büyük bir titizlikle ve dikkatle titrerler.
___________ romanın devamı var ____________ EKREM GÜRER
YORUMLAR
Ne kadar da tanıdık geldi, ortam... Bence çok güzel bir çalışma olacak. Mantar toplama hikâyesinden sonra, bu da güzel başladı.
Yalnız, Rabia Gelin'in gerçek adı Fadik de, gelin geldiği aile tarafından mı adı değiştirilmiş, yoksa iki adı var da her aile farklı adı mı kullanıyor?
Konuşma tarzı da bizim köy (aslında kasaba, ama bence hâlâ "bizim köy") halkının konuşmasına benziyor, oldukça. Yalnız, "çocuh" değil de "çocuk" gibi, farklılıklar var, genelde "k"ler "g" olarak kullanılsa da "h" ye dönüşmez pek.
Kolay gelsin. Devamını da okuruz, inşallah.
Selâm ile.