- 767 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
BABAMIN EŞİ ÖLSÜN
1,2,3,4,5,6. BÖLÜMLER
Sevgili Dostlar,
Elimde olmayan sebeplerle çok sevdiğim sitemizden ve sizlerden bir süre uzak kaldım. İlk altı bölümünü yayınladığım bu öykü de yarım kalmış oldu. Şimdi öyküme kaldığım yerden devam etmek istiyorum. Bu yüzden hatırlanması amacıyla ilk altı bölümü birden yayınlama gereği duydum.
Sevgiler, saygılar.
Bölüm -1
İç Anadolu’da bir kasaba lisesi. İkinci dönem ders yılının başladığı ilk gün.
O okula yeni tayin olan yılların Edebiyat Öğretmeni Ece Hanımın okuldaki ilk dersi. Çocukları tebessümle selâmlayıp kürsüsüne oturduktan sonra, yine gözlerinden tebessümü eksik etmeyerek, sevecen bakışlarla tek tek gözlemledi yeni öğrencilerini.
Uzun topuz saçları, gözlüğü, bluz ve etek şekli ile tıpkı klâsik romanlardaki kadın kahramanları andırıyordu. Öz çocuklarına bakışından hiç de farklı değildi öğrencilerine bakışı.
Önce kendini tanıttı onlara. Sonra ayağa kalkıp yanlarına kadar gidip tek tek tanıştı her birisiyle. Rahatlamıştı çocuklar. Yeni öğretmenlerini çok cana yakın , sevecen bulmuşlardı.
En arka sırada oturan bir erkek öğrenci dikkatini çekti en çok. Sık sık yüzü kızarıyordu çocuğun. Bir şeylerden utanıyor gibiydi sanki. Büyük bir suç işlemiş, ya da önemli bir ayıbı olan bir görüntüsü vardı sanki.
Teneffüste yanına kadar gidip konuşmak istedi.
- Anlat bakalım Halil ! Kimsin sen, neyin nesisin ? Nedir senin bu ürkek, utangaç ve mahçup halin ?
Şaşırdı çocuk, bocaladı.
- Hiiiç. Halil’im işte ben Öğretmenim.
- Sadece Halil değilsin sen bence. Söyle bakalım nerede oturuyorsun ?
- Hacılar Köyü’nde oturuyorum Öğretmenim. Oradan gidip geliyorum işte.
Acaba köylü çocuğu olmasından mıydı bu sıkılganlığı, mahçubiyeti ? Aklından ilk geçen bunlar oldu önce.
- Köylü olmak ayıp mı oğlum ?
- Neden ayıp olsun öğretmenim ? Ben köylülüğümle daima gurur duyarım.
- Ne güzel işte ! Aferin sana.
- Peki ama oğlum, sende normal olmayan bir hal var. Sanki bir şeylerden utanıyor, sıkılıyor gibisin. Rahat değilsin yani. Nedir senin bu halinin sebebi ?
Ağlayacak gibi oldu çocuk. Gözlerini saklamak istedi öğretmenden. Başını çevirdiğinde yaşlıydı gözleri.
- Öğretmenim, benim babam annemi bırakıp gitmiş. Başkasıyla evlenmiş. Hem de ben daha küçücük bir çocukken.
Hızlandı çocuğun göz yaşları. Duygulandı bu defa öğretmen de. Başını tutup göğsüne yasladı çocuğu, annesi gibi. Daha rahat ağladı çocuk, hem de uzun süre ağladı.
Bir süre sonra başını kaldırdı çocuk öğretmenin göğsünden.
- Affedersiniz öğretmenim, dedi yine mahçup bir sesle.
Bir süre gözlerine baktı çocuğun. Islak çayırlar kadar canlı ve yeşildi gözleri. Ne kadar masumdu.
- İyi de oğlum , utanması gereken sen değilsin ki ! Baban utanmalı. Bırakıp giden o çünkü !
- Ama babasız olan benim öğretmenim. Sizin babanız varsa, asla anlayamazsınız.
Bu defa öğretmen duraksadı. Gözleri okyanuslar ötesine kadar gitti adeta. Ayağa kalktı.
- Anlayamam ha, anlayamam demek ! Sen bir erkek çocuğusun, baban terk etti diye utanıyorsun. Seni anlayamayacağımı söylüyorsun. Peki sen, bir kız çocuğunun babası tarafından terk edilmesinin ne demek olduğunu anlayabilir misin ?
Bölüm - 2
Daha fazla konuşamayacağını anladı kadın. Gözleri kapakları patlamak üzere olan barajı andırıyordu şimdi. Fakat o bunu göze alamayacaktı. Bir tek kelime daha söyleyemeden sadece omuzuna dokunarak kendisini anlamasını bekledi.
Sakin olabilmek için kendisiyle mücadele etti o anda. İçinden koşarak oradan ayrılmak gelse de o, arkasını dönerek yavaş adımlarla uzaklaştı çocuktan. Arkasına bir daha dönmeden çıktı sınıfın kapısından.
Doğruca lavaboya gitti. İşte orada, aynanın karşısında izin verdi kapakların patlamasına. Göz yaşları musluktan akan sularla yarış etmeye başladı.
İşte o anda, o aynanın karşısında bir anda adeta tüm geçmişi gözlerinin önüne gelmeye başladı. Üç kızkardeşi anneleriyle birlikte, geçim zorluğunu bahane ederek, onlara daha güzel bir hayat vaat ederek Almanya’ya çalışmaya giden ve orada bulduğu başka bir kadın yüzünden onları unutan babaları geldi aklına.
Üç kız kardeş anneleriyle birlikte ne zorluklar çekmişlerdi. Çok kısa sürmüştü babalarının para göndermesi. Yokluğa, erkeksizliğe, korumasızlığa karşı özellikle annelerinin verdiği mücadele gerçekten övgüye değerdi.
’ Canım anneciğim, keşke yaşasaydın da sana rahat yüzü gösterebilseydik !’ dedi sesini kimseden esirgemeden. Fakat lavaboda ondan başkası yoktu. Olsa da fark etmeyecekti. Haykıracaktı herkese annesinin nasıl bir kadın olduğunu ve babasının vefasızlığını.
Halil tuhaf duygular hissetmeye başladı. Sanki utancı, çekingenliği üzerinden atılır gibi oldu. Bir o değilmiş yeryüzünde babası tarafından terk edilen. Utanması gereken o değilmiş aslında. Teneffüste koridorda yürürken etrafına boş gözlerle bakıyor hatta kendi kendine konuşuyordu şimdi.
Akşam eve döndüğünde annesine öğretmenini anlattı.
- Bu gün yeni Edebiyat öğretmenimiz geldi anne. Adı Ece Hanım. Çok iyi birisi.
- Hayırlı olsun oğlum. Öğretmenler hep iyi insanlardır zaten. Onları her zaman sev, say. Onlardan öğreneceğin çok şey var.
- O çok özel biri anne. Diğer öğretmenlerden çok farklı. Senin gibi, anlayışlı, duygusal ve sevecen.
- Ne kadar güzel.
- Biliyor musun anne ; onun annesini de babası terk etmiş. Hem de üç kız kardeş ve bir anneyi birden bırakmış.
Duraksadı kadın. Kocası aklına geldi bir an. Yıllar önce ilçedeki vergi dairesinde memur olarak çalışırken orada tanıştığı, kendi gibi tahsilli, memur bir kadın yüzünden kendisini terk ettiğini hatırladı.
- Oğlum sana söylemek istediiklerim var deyip oturdu kadın. Oğlunu da yanına, dizinin dibine çağırdı.
- Söyle anneciğim . Senin her söylediğin emirdir bana, en kutsal görevdir.
- Sana vasiyetimdir oğlum : Bir kere mutlaka okuyacaksın. Okuldan vaz geçmek asla yok, tamam mı ?
- Söz anneciğim. Mutlaka okuyacağım !
- Asıl önemlisi de şu oğlum : Mutlaka kendin gibi okumuş birini bulup evleneceksin. Kendi ayarında biri olacak yani.
Çocuk bunu anlayamadı. Neden böyle bir şey söylüyordu şimdi annesi ?
- Anlayamadım anne ! Neden böyle bir şey söylüyorsun ?
- Bak oğlum ; baban okumuş biriydi. O yüzden vergi dairesinde memur oldu. Bense ilkokulu köyde bitirmiş cahil bir kadındım. Gün geldi beni beğenmez oldu, küçümsemeye başladı. Sonunda da kendi gibi tahsilli, görgülü memur bir kadın bulup bıraktı beni. Ben de onun gibi tahsilli biri olabilseydim bırakmazdı herhalde.
İyice şaşırdı çocuk. Böyle bir şey olabilir miydi ? Ayağa kalktı birden. Şimdi isyan etmek istiyordu.
- O zaman ben okumaktan şu anda vaz geçiyorum anne ! Lütfen bana izin ver. Eğer okumakla başkalarını beğenmeyen, küçümseyen, aşağılayan, bu yüzden eşini, çocuğunun annesini bile bırakabilecek birine dönüşeceksem, ben okumak istemiyorum anne !
Bölüm - 3
- Yoooo ! Bırakamazsın ! Sana hakkımı helâl etmem, sütümü helâl etmem o zaman ! Okuyacaksın, ille de okuyacaksın sen !
- Niye okuyacağım anne ? İnsanları aşağılamak için mi, küçümsemek için mi ? Karımı beğenmeyip, çocuğumla bırakıp gitmek için mi ?
- Kendine göre birini bulursun, o zaman bırakıp da gitmezsin işte.
- Bak anne ; bir şartla okulu bırakmam ve ille de okuyabilmek için elimden geleni yaparım. Fakat şimdi bana bir söz vereceksin. Evlâdın olarak senden bir söz istiyorum anne .
- Neymiş o oğlum ? Söyle de bileyim.
Tekrar oturdu annesinin yanına. Elini dizlerine koydu.
- Anneciğim, ben okuyacağım. Senin emeklerini boşuna çıkarmayacağım. İnşaallah da önemli bir insan olarak hayata atılacağım. Fakat asla kimseyi küçümsemeyeceğim, aşağılamayacağım, tahsilli ya da zengin olup olmadıklarına göre değerlendirmeyeceğim. Hatta insanları ırklarına, cinslerine, inançlarına göre de ayırmayacağım. Hepsini bir tutacağım ve hepsi de benim için değerli olacak.
- Senden de bunu beklerim ben oğlum, deyip alnından öptü oğlunu kadın gururla.
- Fakat evleneceğim insanı da seçerken böyle davranacağım. Anlaşabildiğim, sevebileceğim, çocuklarıma annelik yapabilecek, sana da saygılı olacak biri olmasına dikkat edeceğim. Tahsilliymiş, zenginmiş, şuymuş, buymuş asla benim için önemli olmayacak.
- Peki oğlum, sen nasıl istersen.
- Henüz söyleyeceklerim bitmedi anne. Sana Allah’ın huzurunda söz veriyorum ki ; ben asla ne eşimi ne de çocuklarımı terk edip gitmeyeceğim.
- İnşaallah oğlum, inşaallah !
- Ve senden şu sözü vermeni istiyorum anne : Eğer ben bir gün şaşırıp da eşimi ve çocuklarımı terk edersem eğer, işte o zaman bana hakkını helâl etmeyeceksin, sütünü helâl etmeyeceksin anne !
Sustu kadın. Birden bire kabul edemedi bunu. Kolay değildi öyle bir anne için sütünü helâl etmemek.
- Yapma oğlum ; ya şartlar zorlarsa seni, mecbur olursan ?
- Onun için senden böyle bir söz istiyorum işte anne ! En zor şartlarda bile sana verdiğim sözü unutmayıp eşimi, çocukları bırakmak zorunda kalmamak için senden bu sözü istiyorum.
- Anladım seni oğlum. İstediğin gibi olsun. Söz veriyorum sana.
- Sağol anneciğim. Şimdi benim içim rahatladı işte. Sen de rahat ol artık. Çocuğun babasız kaldı belki ama eğer Allah nasip eder de torunların dünyaya gelirse, onlar asla babasız kalmayacak !
Duygulandı kadın. Gözleri yaşardı. Sımsıkı sarıldı oğluna. Gözleri yaşlıydı şimdi anne oğulun. Dudaklarında her ikisinin de aynı dua vardı.
- Allah hiç bir çocuğu annesiz, babasız bırakmasın !
.....
Yine bir Edebiyat dersinde Ece hanım öğrencilerini selâmlayıp kürsüsüne oturmuştu. Önündeki defteri incelemek için yakın gözlüğünü taktığında gözlüğünün üzerinden Halil’i gördü önce. Bir tuhaf oldu yine.
Halil’in gözlerinde babasını görür gibi oldu. Birden babasına çok benzediğini hissetti çocuğun. Demek ki onu kendisine çekmesini sağlayan şey aslında babasına olan benzerliğiymiş.
’ O utancı banaymış demek ! Beni terk ettiği için yüzüme bakamıyormuş. Ah babam ; pişman mısın acaba bizi terk ettiğin için ? Yaşıyor musun şu anda, yoksa çoktan öldün de ruhun mu çıktı karşıma. Sağlığında gelip özür dileyemedin de öldükten sonra mı özür dilemek istiyorsun benden ? ’
Çocukların şaşkın bakışları arasında derinlere dalmış, dudakları kıpırdayarak bir şeyler sayıklıyordu şimdi.
Sınıfın derin bir sessizliğe bürndüğü anda sert bir şekilde açılan kapı herkesi ürkütmüştü. Gözler kapıda bir anda beliren üç kişinin üzerinde yoğunlaştı. Çengel bıyıklı, iri yarı üç kişiden biri hızlı bir şekilde öğretmenin yanına gelerek kolundan tutup yapıştı.
Şaşkınlığın yerini bir anda korku aldı hem öğretmenin hem de öğrencilerin gözünde.
- Öğretmen hanım, gelin benimle !
Halil fırladı yerinden.
- Bırakın onu, ne yapıyorsunuz ?
Koşarak oanun yanına geldi birisi. Kolundan tutarak sarsmaya başladı.
- Kimsin ulan sen ? Komunist falan mısın yoksa ?
- Neden söz ediyorsun sen ? Ben Komunist falan değilim !
Bu defa öğretmen bağırmaya başladı.
- Yalvarırım bırakın onu. Tamam bakın , geliyorum işte.
Tahtanın önüne çıkan diğeri nutuk verir gibi konuşmaya başladı.
- Daha dün beş Ülküdaşımız Komunistler tarafından katledildi. Şimdi okulun bahçesinde toplanıp saygı duruşu yapacağız. Haydi herkes dışarı !
Biri öğretmeni kolundan tutup çıkarırken diğeri de Halil’in ensesine bir tokat, arkasına da bir tekme patlattı.
- Sen de ayağını denk al aslanım. Bir dahaki sefere affetmem sıkarım kafana !
Bölüm - 4
Bir kaç dakika içinde bütün okul bahçede toplanmıştı. Sıraların arasında çengel bıyıklı adamlar ellerinde gazete ile örttükleri, silâh olduğu anlaşılan bir şeyler tutuyorlardı.
Liderleri merdivenlerin başına, normal zamanlarda okul müdürünün konuşma yaptığı yere çıkarak nutuk atmaya başladı. Katledilen arkadaşlarından, Başbuğ’dan, Osmanlı tarihinden ve ülkenin düşmanlarından söz ediyordu.
Öğretmenlerin hepsi kilitli oldukları çay ocağında içlerinden söyleniyor, sesli bir şeyler söylemeye bile çekiniyorlardı. Aralarında Millî Güvenlik öğretmeni bir Albay da vardı.
Ece hanım sanki bedeniyle oradaydı ama ruhu halâ babasıyla konuşuyordu. ’ Acaba yaşıyor muydu ? Terk ettiğine pişman mıydı ? Dönüp gelse, özür dilese, onu affedebilir miydi ? ’
Yıllar önce üç küçük kız kardeş anneleriyle yalnız kaldıklarında neler çekmişlerdi ? Köylerinde dul bir kadının yaşaması çok zor olduğundan şehre taşınmışlardı. Bir apartmanda kapıcılık işi bulmuşlar, güneş görmeyen rutubet kokan kapıcı dairesinde yıllarca neler çekmişlerdi.
Hem çalıştıkları apartmanın işlerini yapmışlar, hem de günlük alarak daire temizliğine giderek geçimlerini sürdürmüşler, bir taraftan da annelerinin ısrarıyla okumaya çalışmışlardı.
Birden ağlama şokuna girdi. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu şimdi. Onu ilk teselli etmeye çalışan ilk bebeğine hamile olan Süheyla öğretmen oldu.
- Korkmayın Ece hanım. Birazdan çıkarırlar bizi buradan. Bakın bana, hamile halimle bile korkmuyorum.
- Ayşe, Ayşe diyordu Ece hanım. Öldü o, öldü ! Verem olmuş, kurtaramadık. Daha sekiz yaşındaydı !
Şaşırdı Süheyla öğretmen. Korkudan şoka girdiğini sandı onun. Kalkıp kapıyı yumruklamaya başladı.
- Kimse yok mu heey ? Kadın fenalaştı ! Açın kapıyı !
Kimse cevap vermedi ona. Diğer öğretmenler de başlarına geldi. Onlar da teselli etmeye çalıştı.
- Ayşe öldü, öldü. Kurtaramadık onu. Verem olmuş. Daha sekiz yaşındaydı.
En küçük kardeşiydi Ayşe. O kapıcı dairesinde hastalanmış, verem olmuş ve kurtaramamışlardı. Şimdi gözlerinin önünde bir neşeli oynarken bir de hastalanmış öksürürken, hasta yatağında can çekişirken görüyordu onu.
Biraz sonra Polis sirenleri duyulmaya başladı. Teslim ol çağırılarına silâh çekerek karşılık verdiler. Daha sonra da kovalamaca başladı ve hiç kimse yakalanamadan baskın sona erdirildi.
Çocuklar tekrar sınıflarına dönerken öğretmenler de hapsedildikleri çay ocağından çıkarıldılar.
Halil en çok Ece öğretmenini merak etmişti. Aradı fakat bulamadı. Bin bir merak içinde soruştururken evine giittiğini öğrenip rahatladı.
Ece Hanımın iyi olmadığını gören öğretmen arkadaşları onu evine kadar götürmüşlerdi.
Şimdi Halil olayı ve kendini sorgulamaya başladı. Bu insanlar Ülküdaşlarının katledildiği için okulu bastıklarını söylemişlerdi. Yani Ülkücüydüler, Milliyetçydiler. Daha önce Ülkücülük, Milliyetçilik hakkında çok güzel şeyler duymuş, kendisini de böyle biri olarak görmeye başlamıştı.
Milliyetçilk deyince Atatürk Milliyetçiliği aklına geliyordu. Ülkesini, milletini sevmek, tarihiyle övünmek. Ülkücülük de öyle. İdeal sahibi olmak, Türklüğü yüceltmek, Türk birliği kurmak, Dünya Türklerini bir araya getirmek için uğraşmak. Bunlar iyi, güzel fikirler olarak geliyordu ona.
Anladığına göre en büyük düşmanları Komunistlerdi. Komunist ne demekti ? Onlara göre, Türk düşmanlığı, dinsizlik, ahlâksızlık, kötülük ! Öyleyse eğer, Komuzim elbette kötü bir şeydi !
Peki niçin okulu basmışlardı onlar ? Bu okulun tüm öğrencileri Komunist miydi ? Çay ocağına kilitledikleri Öğretmenler Komunist miydi ?
Duyduğuna göre, hemen hepsi de bu okulun eski öğrencileriymiş. Öyleyse neden onlar da Komunist olmamışlar ?
Arkadaşlarını katledenler bu okulun öğrencileri ya da öğretmenleri miydi ?
Burada büyük bir çelişki vardı ! Milliyetçilk, Ülkücülük böyle bir şey olamazdı ! Onların bu hareketleri Milliyetçiliğe de Ülkücülüğe de yakışan hareketler olamazdı !
Eğer gerçekte buysa Milliyetçilik, Ülkücülük ; o zaman Halil’in bunu reddetmesi gerekecekti !
Bölüm - 5
Ertesi gün okulda dört gözle Ece öğretmeni aradı. Fakat bulamadı. Diğer öğretmenlere sorduğunda, evinde istirahat ettiğini öğrendi.
İki arkadaşıyla birlikte, müdürden hem izin hem de ev adresini alıp ziyarete gittiler.
Ece hanım öğrencilerini karşısında görmekten çok mutlu oldu. Sevinçle karşılayıp içeriye davet ederken Halil’in elinden aldığı çiçeklere çok teşekkür edip vazoya yerleştirdi.
- Çocuklar , gelmeniz beni son derece mutlu etti ama kıyafetimi mazur görün lütfen. Biraz dinlenme ihtiyacı hissettiğim için yatıyordum.
- Ne demek öğretmenim ! Asıl biz özür dileriz. İstirahat etmenize engel olduk.
Gülümsemeyi yüzünden eksik etmemeye özen göstererek ayağa kalktı .
- Ben size bir çay koyayım, deyip mutfağa doğru yürüdü.
- Siz zahmet etmeyin öğretmenim. Biz demlerdik çayı.
Yine gülücükle cevap verip mutfağa gitti.
Çocuklar oturdukları salonu incelemeye başladılar. Salonun bir köşesindeki kitaplık dikkatlerini çekti en çok. Üçü birden ayağa kalkarak yaklaştılar kitaplığa. Çok ilginç kitaplar gördüler orada. Ömer Seyfettin, Necip Fazıl, Orhan Veli, Yahya Kemal, Tevfik Fikret, Tolstoy, Dostoyevski, Emile Zola, Balzac, Marx, Lenin, Stalin....
Çeşitlilik çok şaşırttı onları. O sırada salona dönen öğretmen onları kitaplığın başında görünce tekrar gülümsedi.
- Kitaplığımı inceliyorsunuz ha ! Söyleyin bakalım ; sizce ben neyim ?
Ne cevap vereceklerini bilemedi çocuklar. Gördükleri kitaplar, anladıkları kadarıyla tek bir ideolojiye ya da akıma, siyasi görüşe ait değildi.
- Sizce ne olabilirm ben ? Milliyetçi mi, Komunist mi, ya da başka ?
Ne cevap vereceklerine bir türlü karar veremedi çocuklar.
- Gelin oturun bakalım şöyle, deyip salondaki koltuklara davet etti tekrar çocukları.
- Çocuklar, size tavsiyem ; asla madalyonun tek tarafına bağlı kalmayın. Asla bir tek görüşün, fikrin, akımın tutsağı olmayın. Eğer bir tarafa kendinizi daha yakın buluyorsanız, o yoldan yürümeye karar verirseniz bile karşıt fikirlere asla gözlerinizi, kulaklarınızı, beyninizi kapatmayın.
Şimdi bir şeyler anlamaya başlamıştı çocuklar. Öğretmenleri her fikre açık, saygılı, hoş görülü biriydi. Sağı, solu, ileriyi, eskiyi hepsini okuyup anlamaya, doğru olanı bu şekilde bulmaya çalışan biriydi.
- Siz kitap okumayı seviyor musunuz bakalım ? Neler okuyorsunuz ?
Utandı çocuklar, başlarını öne eğdiler.
- Şey öğretmenim. Doğrsunu isterseniz, derslerimizden pek fazla vakit bulamıyoruz.
- Kesinlikle bu doğru olamaz ! Eğer kitap okumanın ne kadar önemli olduğunu bilseydiniz, mutlaka ayıracak zamanlar bulabilirdiniz ! Sizinki zamansızlık değil çocuklar, kitap okumanın ne kadar önemli ve yararlı olduğunu bilmemek.
Tekrar ayağa kalkıp az önce demlediği çaylardan getirmek için mutfağa gitti kadın. O kadar hararetli konuşmasının arasında bile halâ yüzündeki gülümseyi ihmal etmemeye özen gösteriyordu.
Çocuklar kendi kendilerine konuşmaya başladılar.
- Öğretmen çok haklı çocuklar. Kitap okumak çok güzel olmalı. Mutlaka okumalıyız.
- Doğru.
-Bence de doğru.
Az sonra çaylarla salona döndü kadın.
- Buyurun bakalım, deyip hepsine tek tek ikram etti. Sonra da karşılarına oturdu tekrar.
- Bakın çocuklar ; eğer kitap okumaya karar verirseniz, ben size kitaplarımdan emanet verebilirim.
- Çok seviniriz öğretmenim.
- Okuruz öğretmenim okuruz.
- Çok iyi olur gerçekten.
- Yalnız çocuklar, bir şeye dikkat edeceğiz. Bu kitaplardan bir kısmı yasak bir kısmını da uluorta yerlerde okumak, göstermek tehlikelidir. Onun için siz şimdilik öykü ve romanlardan başlayın okumaya.
- Tamam öğretmenim.
- Yalnız benim size ilk sorduğum sorunun cevabı halâ söylenmedi ? Hani, ben neyim demiştim ? Bakın çocuklar, izninizle söyleyeyim ne olduğumu :
Ayağa kalktı kadın. Duvardaki Atatürk posterinin yanına gitti.
- İlk önce ben, Atatürk’ün bu ülkeye kazandırdıklarını görebilen, bunları inkâr etme gafletine asla düşmeyecek olan, onun bıraktığı mirasın değerini bilen, korumak için elimden geleni esirgemeyecek olan, vatansever, insan sever bir Türk kadınıyım !
Birden alkışlamaya başladı çocuklar. Duygulanmışlardı.
- Gerek yok çocuklar. Sadece dinleyin lütfen. Bu topraklar kolay kazanılmadı çocuklar. Bu özgürlükler kolay elde edilmedi. Hepimizin dedeleri, nineleri bile can verdiler, kan verdiler bu uğurda. Bunları inkâr etmek de, değerini bilmemek de, korumamak da nankörlüktür, ihanettir.
-Ben Milliyetçiyim, Atatürk’ün tarif ettiği gibi. Ülkemi, insanımı, vatanımı severim, korurum, sahip çıkarım. Halkçıyım ; ülke toprakları üzerinde yaşayan herkesi sever ve kollarım, eşit sayarım. Asla ırkçı olmam. Bir zümrenin diğer bir zümre karşısında üstün, ezici, egemen olmasını savunmam. Ne köken ayrımı yaparım ne ırk ne de cinsiyet ! Çağdaşım ; dünyadaki tüm olumlu yeniliklere açığım. Yararlı olanlarından insanlarımın da yararlanmasını isterim.
- Peki hocam, din konusunda ne düşünüyorsunuz ? Atatürk galiba biraz dine karşıymış diyorlar !
- Öyle bir şey asla yok çocuklar. Atatürk bilinçli bir müslümandı. Gerçek anlamda dinimize de en güzel hizmetleri yapmıştır. Fakat o bir lâikti ve herkese de laikliği tavsiye etmiştir.
- Lâiklik ne demek öğretmenim ?
- Bir defa şunu iyi bilin ki çocuklar ; lâiklik asla dinsizlik ya da din düşmanlığı demek değildir. Peygamberimiz (SAV)’ in benzer bir soruya örnek olarak gösterdiği, ’’ Senin dinin sana, benimki bana ’’ anlamına gelen o ayeti duymadınız mı ?
- Evet öğretmenim, duyduk.
- İşte o ayette anlatılmak istendiği gibidir aslında lâiklik. Bir çok kişinin iddia ettiğinin aksine, lâiklik aslında Kur’an’ın emridir.
Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrı olması, devleti yönetenlerin tüm dinlere eşit mesafede olması, halkın din ve inanç hürriyetinin olması, herkesin başka din, mezhep ve inançtan olanlara karşı saygılı, hoş görülü olmasıdır aslında lâiklik.
- Çok güzel bir şey demek ki. İnsan olan herkes bence lâik olmalı.
Tekrar ayağa kalkıp kitaplığa yaklaştı kadın.
- Bu kadar nutuk yeter bu günlük. Şimdi birer tane kitap seçin bakalım.
Halil’in ilk gözüne çarpan Maksim Gorki’nin Ana adlı kitabı oldu. Biri Yakup Kadri, diğeri de Yahya Kemal’i seçti.
- Her şey için çok teşekkür ederiz öğretmenim. Hem anlattıklarınız hem de bize kitaplığınızı açmanız çok güzeldi. En kısa zamanda okuyup yenilerini almak için tekrar geleceğiz.
- Güzel olan sizlersiniz çocuklar. Ziyaretiniz beni çok sevindirdi. Şimdiden canlandım. Yarını iple çekiyorum , koşarak geleceğim okula.
- Allahaısmarladık öğretmenim, bekliyoruz sizi .
- Güle güle çocuklar, görüşmek üzere...
Bölüm - 6
Ertesi gün çantasında okula götürdüğü ANA kitabını her teneffüste okumak için gururla çıkarttı Halil. Hararetli bir şekilde okumaya başladı. İnanılmaz bir haz almaya başlamıştı. Sanki onu etkilemek için özel olarak yazılmış bir romandı bu. Her satırında kendi duygularından bir şeyler buluyordu.
Sınıf arkadaşlarının çok dikkatini çekmeye başladı. Yakın sıradaki kız öğrencilerden Serpil,
- Komunist kitabı okuyor bu çocuk, diye içten içe tepki göstermeye başladı. Diğer arkadaşlarına da durumu aktardı.
Şimdiki dersleri Din Bilgisi idi. İsteğe bağlı olduğu için , bir kaç sınıftan katılan öğrenciler ancak bir sınıfı doldurabiliyorlardı.
Öğretmen biraz gecikince gençler arasında bakışmalar, birbirlerine asılmalar başladı. O sırada Halil de birlikte oturduğu arkadaşlarına uyup, hiç de yapmadığı bir şeyi yapmaya kalkıştı. Ön sırada oturup yüzünü onlara doğru çeviren esmer güzeli bir kıza anlamlı bir bakış fırlattı. Kız da ona olumlu bir bakış atınca, bir anda yaptığından utandı, pişman oldu Halil. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Neyse ki sınıfa o anda giren öğretmen imdadına yetişmişti.
Bir kaç gün sonraki Mevlid Kandilinden söz ederek derse başladı öğretmen. Peygamberimiz (SAV)’ in doğumundan, peygamber oluşundan, o zamanın kötü şartlarından, İslâm’ın , Kur’an’ın ve Peygamberimiz (SAV)’ in insanlığa verdiği yararlardan söz etti.
- Çocuklar ; hani doktora gittiğinizde önce muayene olursunuz, hastalığınıza bir teşhis konur, sonra da buna göre ilâçlar verilir ya size ; işte Peygamberimiz (SAV) ’in doğumu, Kur’an’ın indirilmesi, İslâm dini de o günlerin şartlarına ve insanlarının ihtiyacına bire bir çare olarak Allah (cc) tarafından sunulmuştur.
Çocuklardan biri parmak kaldırarak ,
- O günün kötü şartları, insanların ihtiyacı, hastalığı neydi öğretmenim ?
- Yaradan’ın bir olduğundan habersiz, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapıyor, onlardan medet umuyorlardı. Temizlikten, ahlâktan, bilimden, hoşgörüden, haktan, adalet duygusundan bihaberdiler. İnsanları para ile alıp satılan köleler olarak görebiliyor, özellikle kız çocuklarını utanç olarak kabullenip, diri diri toprağa gömüyorlardı.
- Peki öğretmenim, bütün bu saydıklarınız o zamanın kötülükleriydi ve İslâm sayesinde düzelmiş. Çok güzel. O zaman bu gün böyle kötülükler yoksa, insanlar o konularda oldukça iyi bir duruma gelmişlerse, artık islâm işlevini yitirmiş mi oluyor ?
- Öyle şey olur mu çocuklar. Sonsuza dek İhtiyacımız ve rehberimiz olacaktır.
- Peygamberimiz (SAV) bize İslâmı tüm dünyaya yaymamızı vasiyet etmiş midir ? Gerektiğinde zorla, savaşlarla tüm dünya insanlarının İslâm’a inanmasını sağlamak her müslümanın görevi midir ?
- İşte burası çok önemli çocuklar. İslâmda asla zorlama yoktur. İslâmın böyle zorlamalarla müslüman olacak kimselere ihtiyacı yoktur. Her müslümana düşen görev, yaşantısıyla, imanıyla, ,ibadetiyle, temizliği ile, çalışkanlığı ile, güzel ahlâkı ile, müsbet ilimlerde gösterdiği başarı ile tüm insanlığa örnek olmak ve bu yolla insanları müslümanlığa özendirmek olmalıdır.
- Öğretmenim, gâvurlar neden müslümanlara düşman ?
- Önce şunu söylemem gerekiyor ki ; kimseye gâvur demeye hakkımız yok. Başka dinden olan insanlara biliyorsak dinleriyle, bilmiyorsak yabancı olarak söz edebiliriz. Ülkemizde, aramızda yaşayan başka din ve mezhep mensuplarına inanç ve ibadet özgürlüğü tanımalı, onlara asla zarar vermemeli, düşmanlık etmemeliyiz.
- Ama öğretmenim ; müslüman ülkesinde kilisenin, havranın, sinagokun ne işi var ?
- Şöyle düşün bakalım : Yabancı ülkelere işçi olarak giden onca insanımız var. Oralarda ibadet edecekleri camiilerin olması onları ne kadar mutlu eder ? Onlara oralarda ibadet özgürlüğünün tanınmaması onları ve bizleri üzmez mi ?
- Bir de misyonerlik olayı var öğretmenim.
- Evet. Sık sık gündeme gelir ve özellikle bizim ülkemizde çok kötü tepki görürler. Nedir misyonerlik ? Kendi dinini başka dinlerden insanların çoğunlukta olduğu ülkelerde, toplumlarda yaymaya çalışmak ! Size çok kötü gibi geliyor değil mi ?
- Elbette öğretmenim !
- Peki müslümanlar aynı şeyi yapmıyorlar mı ? Dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan insanlar nereden öğreniyor da müslüma oluyorlar ? Aynı şeyi müslümanlar da yapıyor çocuklar. Misyonerlik de tepki gösterilmesi gereken bir faaliyet değildir aslında. Dininize güveneceksiniz. Siz onlardan daha iyi örnek olacaksınız.
- Hocam şu kandil olayına dönsek !
- Evet çocuklar. Perşembeyi Cumaya bağlayan gece Mevlid kandilidir. Mevlid, doğum demektir. O gün Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa dünyaya gelmiştir. Tüm İslâm aleminde kandil olarak kutlanır. Camiilerde Kur’an ziyafetleri yapılır, ibadetlerin toplu olarak yapılmasına özen gösterilir, müslümanlar birbirleriyle kandilleşirler, ziyaretler yaparlar. Özellikle anne ve babalar böyle akşamlarda mutlaka ziyaret edilmeli, hal ve hatırları sorulmalı, elleri öpülmelidir. Böyle gecelerde tüm dargınlıklara da mutlaka son verilmelidir.
Baba sözü Halil’e dokundu. Anne babaların mutlaka ziyaret edilmesi gerekiyormuş. Dargınlık günahmış. O, babasına yıllardır gitmiyordu. Oysa okulunun olduğu kasabada oturduğunu, hatta evinin yerini de biliyordu.
Çalan teneffüs zilinin sesiyle irkildi. Herkes koşarak sınıftan çıkmaya başlamıştı. Tam yerinden doğrulmak üzereyken, kendisine hızla yaklaşmakta olan, bir ayağı engelli, çok zor yürüyen bir kız çarptı gözüne. Ders başlamadan önce bakıştığı o güzel yüzlü kızdı bu. Elindeki kırmızı renkli hatıra defterini uzattı Halil’e.
- Merhaba.Ben Suna. Şu deftere bir iki söz karalarsan çok sevinirim.
Şaşırdı. Karmakarışık duygular içindeydi. Önce ne diyeceğini bilemedi.
- Ben de Halil, deyip ayağa kalkıp aldı defteri.
- Olur, yazarım tabii, neden olmasın ?
Gülümsedi kız. Giderken arkasından tekrar yürümesini izledi. Allah’ım, ne kadar zorlanıyordu yürürken !
Devam edecek.
Fikret TEZAL
YORUMLAR
Tesadüf tü sayfanıza uğramam. İyiki uğramışım, çok beğendim, başarılar dilerim.Saygımla.
Fikret TEZEL
hoş geldiniz umarım uzak kalmanızda sağlıkla ilgili bir sorun yoktur
devamını bekliyorum
saygılar