OKUL YOLU
OKUL YOLU
Köyümüzün merkezinde bulunan okul bize, çocuk yürüyüşü ile ortalama yarım saat gibiydi. Bu zaman, yağmurlu ve karlı havalarda biraz daha uzardı. Okula giden küçük-büyük, kızlı-erkekli çocuklar ya akraba ya da kardeştiler. Mahallemiz ile okulumuz arasındaki köprü kış mevsimlerinde ve yağmurlu havalarda korkulu rüyamız olurdu.
Yağmur, kar bahane edilerek okula gönderilmeyen küçük sınıf öğrencileri ertesi gün öğretmen sorguya çekerdi. Niçin gelmedikleri tek tek sorulurdu. Genellikle Hasan öğretmenin:
-Şeker misiniz? Erimekten mi korktunuz? gibi vereceği yanıtı ezberlemiş gibiydik de ceza verecek mi, vermeyecek mi? İşin o kısmı çoğunlukla pek belli değildi…
En uzak mahalleden geldiğimiz için sobalar ilk gelenlerce yakılmış olur veya akşamdan okulu süpüren çocuklar tarafından içi boşaltılarak yakmaya hazır edilen sobayı, sigara tiryakisi olan öğretmenimiz tutuşturur, ilk gelen öğrenci grubu da üzerine odun atarak sınıfın iyice ısınmasını sağlarlardı. Bu bakımdan biz, genellikle ısınmış bir sınıfta bulurduk kendimizi.
Uzak sayılabilecek bir yoldan geldiğimiz için vücudumuz ateş gibi yanar, genellikle; ellerimiz, kulaklarımız üşümüş olurdu. Biz çocuklar üşüdüğümüzü bilmez, çantamızı sıranın gözüne koyar, üstümüzü çıkarır doğruca okulun bahçesine kartopu oynamaya çıkardık. Genellikle başka mahalleden arkadaşlarımızı doğal rakip sayar, onlara kartopu atar, onların da karşılık vermesiyle kartopu oyunu başlamış olurdu. Bizi, lojmanın penceresinden gören Hasan öğretmenin pencereyi tıklamasıyla, daha yeni başlayan oyunumuz böylece sona ererdi…
Biraz sonra okul başkanı zili çalar, mevsim şartlarına göre dışarıda ya da okulun giriş salonunda sıra olur, andımızı söyler sınıflara girerdik. Öğretmenler geldiğinde büyük sınıflardaki bu işe eli yatkın çocuklardan ikisi yönetim odasındaki küçük sobaya odun koyar, odunun üzerine sınıftaki sobalardan alınan bir kürek köz ile sobaları tutuştururlardı. Ders bitiminde yönetim odasının sıcaklığı okulunun salonuna yansırdı.
Köyün alt tarafı denize, üst tarafı da yüksekçe bir yamaca uzanırdı. Batısı merkez mahalle, doğusu da yine kısmen ormanlıktı. Her yer ağaçlık, ormanlıktı. Hasan öğretmen, okulların açıldığının ikinci hatasında orman muhafaza memurlarından izin alır; köylüye okula odun imecesi söyler ve o gün herkes okula fazlasıyla yetecek kadar odun getirirdi.
Okula kayıtları Hasan ve İhsan öğretmen birlikte yapsalar da çoğunlukla ilk üç sınıfı Hasan öğretmen, diğer sınıfları da İhsan öğretmen okuturdu. Ayrıca İhsan öğretmen son sınıftan mezun olacak öğrencileri, o yıllarda yoksul köy çocukları için bir umut olan öğretmen okullarına ya da Devlet Parasız Yatılı okul sınavlarına hazırlardı…
Köyümüzden, ilçedeki ortaokulda okuyan abilerimiz, cuma günü akşam köylerine dönerken, okula uğrarlardı. Onların başındaki şapka hepimizin dikkatini çekerdi. Bizde, bir üst okullarda okuma isteği uyandırırdı. Yaz tatillerinde öğretmen okullarında öğrenci olan abilerimiz izine gelirlerdi. Onlar da bize, iyi birer örnek olurlardı. Onları, gıpta ile izler, gittikleri okullar bazı geceleri düşlerimizi süslerdi…
Yağmurların artması, havaların soğuması kış mevsiminin habercisi gibiydi. Bir sabah kalktığımızda her yer bembeyaz olur veya akşamdan yağmaya başlayan kar sabah okul yolumuzu kapatmış olurdu. Bu gibi durumlarda genellikle büyüklerimizden bazıları okula önden yürüyerek bize yol açarlardı. Kar yağışının artarak devam edeceği zamanlarda öğretmenler uzak yerlerden gelen çocuklara; ‘’yarın gelmeyin’’ derlerdi. Şimdiki gibi öyle haberleşme olanakları yoktu…
İlkbahar aylarının sonlarına doğru günler uzadığı için okuldan çıktığımızda akşama bir hayli zaman kalırdı. Üzerinden geçtiğimiz ağaç köprünün önünde bir düzlük vardı. Çantalarımızı bir kenara koyar, okulda oynadığımız oyunlar yetmezmiş gibi o düzlükte çelik-çomak, uzuneşek, birdirbir gibi oyunlar oynar akşam olduğunun ayrıtına varamazdık. Eve geldiğimizde çoğunlukla sorguya çekilir, en azından bir azar işitirdik. Babaların azarlarından veya cezalarından çoğu kere bizi ninelerimiz kurtarırdı. Zaman zaman bu tür okul çıkışı oyunlara dalıp eve geç kalışlarımıza, ‘’ninemizin bizi kollayacağı’’ düşüncesi sebep oluyor da olabilirdi...
Sınıf tekrarına kalmamışsak genellikle bu okul yolu beş yıl sürerdi. Birinci sınıfa gittiğimizde yaşı bizden büyük, boyu bizden uzun çocuklar vardı. Bizimle birlikte okuma-yazma, sayıları sayma öğrenirlerdi. İçlerinden birinin yedi yıldır okula geldiğini ama hiçbir şey öğrenemediğini biliyorduk. Hatta Hasan öğretmen beni bu arkadaşımızla oturtmuş, ona bir şeyler öğretme görevini, bana vermişti. Sene sonunda Hasan öğretmen o arkadaşımıza:
-Herkesin duyacağı bir şekilde ‘’kafam almıyor öğretmenim’’ diye söylersen okuldaki kaydını sileceğim, demişti. Sıra arkadaşım, öğretmenin sözlerini yinelemesi ile okul yaşamı sona ermişti.
Okula birlikte başladığımız arkadaşlarımızdan biri, biz üçüncü sınıfta okurken o halen birinci sınıftaydı. Ayları öğrendiğimiz bir derste öğretmenimiz, arkadaşımızı ayağa kaldırdı:
-Ayların adını sayabilirsen seni, ikinci sınıfa geçireceğim demesiyle arkadaşımız:
-Ocak, şumar, mart diye ayların adın saymıştı. Öğretmen sözünde durmuş ve kendisini yerinden kaldırıp ikinci sınıflardan birinin yanına oturtmuştu. O teneffüsten itibaren arkadaşımıza bir canlılık gelmiş, özgüven duygusu tavan yapmıştı. O günden başlayarak sınıfın en neşeli öğrencilerinden biri olmuştu.
Aradan geçen birkaç hafta sonra okulumuza gelen müfettişlerin sorduğu soruların hemen hemen hepsine parmağını kaldıran, ‘’Ben söyleyeceğim öğretmenim, ben söyleyeceğim öğretmenim’’ diyerek parmağını hiç aşağıya indirmeyen arkadaşımız, öğretmenimize korkulu dakikalar yaşatmıştı.
Kendi oyuncağımızı kendimizin yaptığı, defterlerimizi yazdıktan sonra silip, yırtılıncaya dek tekrar tekrar yazdığımız, lastikten ilaç şişesi kapaklarını silgi olarak kullandığımız; ‘’ocak, şumar, mart’’ diye ayları sayarak bir üst sınıfa geçtiğimiz; akşam yemeğinden sonra gaz lambasını sofranın orta yerine koyup, ödev yaptığımız o günler; şimdilerde, neredeyse yaşları yetmişlere dayanmış bizler için birer tatlı anı olarak gerilerde kaldı…
Odalar dolusu oyuncağı olup mutlu olamayan, interneti, tableti hatta cep telefonu olan ve şanslı gibi görünen yeni kuşak; sanırım sizi, ‘’bolluk’’ mutsuz ediyor…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.