- 270 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Erikli Obası 1 - Düşlerde Kalan Anılar
Sıradan bir yerden geliyorum; hiç bir döneme ait olmayan, yoksulluğun, sarp dağların içinden, ama ahşap süslemelerin ve cumbaların olmadığı sıradan bir köy obası. Hiç bir burjuva ve aristokrat özelliği olmayan eşraflık ve ayanlığın zerre kadar uğramadığı, düşlerden başa bir zenginin olmadığı bir köy. Evler, taş yapılarıyla ve çamur sıvalarla sıvanmış, konar göçerliğin kesintisiz farikalarıyla belirlenmiş bir yer orası!
Benim doğduğum köşedir burası. Hisler hep geçici bir kaç günlüğüne konaklanacakmış gibi bir duygu veren derme çatma düşüncelerin zamansız haliyle yaşanırdı oralarda zamanlar ve zaman! Üzerinde oturduğumuz yerler zemin bir toprak, renksiz alabildiğine kıraç bozkırların uzandığı bir sonsuzluktur bodur ve maki ağaçların varlığında! Yer, askeri bir kripto odasında ki harita gibidir, biraz çukur, ileride bir kovuk, daha ötede taştan bir mağra, kuzeye doğu giden uzantılı kayalık dağlar. Herhangi bir döneme ait bir sanat eserine rastlamak ise mucizenin de ötesinde objektif bir sıçrayıştır geçmişın derinliklerine inen. Dağlar, ovalar, platolar, dereler, aşağıda ki çay, tektonik kırılmaların yapılacak bütün dansları üzerinde oynadığı oynak fay hatlarının üzerindedir beldem. Renkler arasında herhangi bir ahenk olmadığı gibi her şey hayatın kendisi gibi donuk, mat, bazen sevimli vadilerin kenarlarında göğe doğru yükselen kavaklıklar, koruluklar, yalancı ceviz ağaçları ve yeri göğü kaplayan fıstık ağaçlarıyla kaplanmış ovalar! Yoksulluğu merkezine almış, onun acısını iliklerine kadar hisseden duvarlar, duvarların içinde derme çatma bir hayat! Zamanın ezdiği ve kamburlaştırdığı, olanca ağırlığı sırtında taşımış yaşlı bir teyze ya da amca gibi, yıkıldı yıılacak; duruma gelmiş ve sonunu bekleyen duvarlar ve insanlar. Yağmur yağınca akan tavanlar, kış boyu çekilen dam üzerinde ki loğlar. Rüzgar veya fırtına estiğinde hemen zangırdayan pencereye benzeyen, ama pencere gibi gözükmeyen evlerin gözlükleri. İçinde hem miyop, hemde hipermetropi ev halleri. Keskin bir temren gibi bıçak kesiği ayazı, tipisi, karı, boranı, en kötüsü de zehmeri soğukları. İnsanın yüzünü yakan, buz gibi esen fırtınalı havaları, bu evlerde girer içeri … Korkutur insanı, saplıcana saplanır insanların bütün acıları …
Yörelerden yörelere farklılık gösterse de, aynı anlama gelen deyimler, atasözleri, ninniler, maniler; „dam bir, dana iki‘dir“ hep. Duvardan duvara uzatılmış altı taşlarla ve toprakla doldurulmuş üzerine tahtalar dizilmiş bir sedir, sedirin üzerinde minderler, hemen bunun yanında köy köy değişsede isimine, tereke, raf veya sergen denen yere dizimiş bir kaç sahan, kazan (kap kacak, tüten bir ocak derdi annem hep), herkese birer tane yorgan ve döşeklerle dizili, duvar içine yapılmış yorganlık. Ya da başını sokabileceğin bir dört duvara sahip olmak demek, mutluluğa yaklaşmak demekti. Açıkta ayazda, yazıda (ovadan daha küçük düzlüklere verilen lokal bir isim bizde) yaban da kalmamışsan gerisi kendiliğinden gelir. Sel mi götürür, yelmi sürükler, fırtına mı uçurur diye bir korkuya kapılmaz insan korku içinde yaşarken, korkmak beyhude bir avuntu olur, bazen gülümseyen yoksul yüzlerde ve gözlerde. Her simada görülen sefalet, toprak kokusuyla nemin devişırildiği, nemin ekşi küfümsü havası birlikte çekilir sineye, gelecek güzel günlerin düşlerinin özlemiyle …
Çocukluğumun geçtiği köyde, daha sonra kendimi kaçırdığım ve hayatıma her yanıyla yön veren, iç göçümü gerçekleştırdiğim Adana’da hep aynı havayı solmuşumdur. Anlatımım gerçekten üç aşağı beş yukarı aynıdır. Onüçüncü yaşımdan sonra ortaokulu okuduğum Besni ilçesi ve Adana da turduğum evler birbirisinin aynısıydı. Kiralıktı, yıkık döküktü. Adana’da bir ay yaşadığım bir ev köy de yaşadığım evden on kat daha küflü ve nemliydi, iki metre ötede bir at ahırı, Karşı yakanın hemen ortasında ve o zaman ki Devlet Hastanesi’nin hemen yanıbaşındaydı. Yıkık dökük donuk mekanlar, birbirine o kadar tezat bir yaşam biçimi işte içimizi çekerken oflandığımız. Küçük Saat ve civarlarıyla Karşıyaka arasında üç kilometre bile mesafe olmamasına rağmen, Taşköprü’den sonra başlayan „sanayi bögesi“ ve karşıyaka mahallesi Adana’a özgü bir hava veremiyordu. O donuk mekanları taşınabilir ve katlanılır kılacak bir yolun bulunduğu mekanlardı günlük hayatımıza yön veren yerler. Arada sırada duvarları süsleyen bir savan, kilim, ceylanları bir ırmaktan su içerken resmeden, bir çobanı sürüsüyle dağ başına götüren desenli çakma bir halı, renkli perdeler ve kökboyalı kıl kilimler bu evlerin/ evlerimizin Picaso’su, Renuar’ı, Klee’si, Rembrand’ı, … olarak biçilmiş kaftanlarıydı.
Güneş doğduğunda ve vurduğunda, sanki binbir renk cümbüşüyle cennet köşelerinden biri, ışık tanrıçası tarafından cömertçe sergilenmiş bir sofra gibi gelirdi bana. Bazen perdenin hafif saba esintilerinde dalgalanışı ortaya çıkardığı ışık huzumesiyle zihnimin derinliklerinde, vücudumun her hücresinde ayrı bir sarsıntı yaratırdı. Hakeza, renk renk, kökboyalı Besni savanları, kilimleri dokuma tezgahlarında geceleri sabah kadar toz yutan yoksul işçilerin makina tezgahlarında ciğerlerini tüketişlerini gözlemlerdim kendi içimi dinlerken. Allı, mavili, morlu, kilimler, bir kilimde ki nakış, duvar halısının canlı bir manzarası gönlümü okşardı; yere serilen o zerafeti bilinçsiz ruhumla okşamaya ve üzerinde yürümeye bile kıyamazdım. Bütün bu canlı desenler manzarası o derme çatma köy ve kentlerin varoşlarında ki yaşamın her türlü kasvetini, elemini, kederini, hüzününü, yobazlığını … bir insanın ruhuna hayatın şırıngaladığı tüm zehirleri gidermekte bir anti-toksin göreviyle tertemiz ederdi.
Tekel işçilerinin, tekel bayiliğine gelen tütünleri balya balya traktörlerden indirerek kantarda tartan bir memurun havalı havalı köylüleri küçükseyişine tanıklık ederdim önünden geçtiğim tekel binasına uğradığım zamanlarda, çünkü tekel müdürünün oğlu adaşım Hüseyin aynı zamanda sınıf arkadaşımdı. Kendisiyle çok iyi anlaşırdım, ailesi de beni sever ve bazen de kek ve çay içerdim orada utana sıkıla ve ter içinde. Sonra dışarı çıkardık Hüseyin’le eğer annesi izin verirse.
Bütün bu sefalet ve darlık içinde, ben kendimi şahsım adına yine de her şeye rağmen şanslı sayıyorum ve şanslı olduğuma inanıyorum. Zamanımızda moda olmaya başlayan ve mantar gibi çoğalan apartmanlarda yaşayan çocukların bir türlü yüksek katlı cezaevinde yaşadıklarını zannederdim hep o küçük beynimle … Bir türlü sterilize edilmiş, topraktan uzak hayatları bizim yaşadığımı hayata göre değerlendirdiğim için bazen iyi çocukluk yaşamış bir insana benzetirdim kendimi. Şöyle idrak ederdim kendi dimağımda onların hayatlarını: mevsimleri, mevsimlerin tozunu toprağını, karını yağmurunu, buz gibi ayazını, fırtınasını, zangır zangır titreyen dişlerinin birbirine vurulmayışını biraz da küçümsemenin özentisiyle, biz hakkını vererek yaşıyoruz bu hayatı sanırdım o çocuksu fantazilerin üçgeninde ve bir diskimratın en zor hesaplamasında! Toprak höllüklerde büyümenin, kil ile yıkanmanın, toprakla haşır neşir olmanın, otların içinde yılan çıkacak korkusuyla yürümenin, çakır dikenlerinin lastik yemenimizden batarak canımızı acıtışının buruşturduğu yüzümüzle, bir kayanın gölgesinde soluklanmanın, kısacası cümle varlıkla sarmaş dolaş olmanın müsadesiydi mücadelemiz. Baharın gelişini haber veren çiçekler, leylekler, … göçten gelen ve giden kuşlar. Bütün kış yağmur ve kar altında kalmış ve dinlenmiş toprağın, güneşin içimizi ısıtan dansıyla doğanın en renkli ve cezbedici hali olan baharı bize çiçekler sunduğu zaman nihayet gelirdi. Bir özgürlük havası eserdi içimizde ve kendi içimize sıkışıp kalışımızı prçalayarak yeni günlerin güzelliklerine koşar adım giderdik. Bu renklerin şölenine tanıklık etmek, baharın tadını veren çiçeklerin tomurcuklarıyla beraber hüzünlü yaşamanın ekmeğine bal ve tereyağı sürerek elimize tutuşturmak gibi duyguların özü olurdu.
Yavaş yavaş gelirdi bahar, önce ovalarda kayıp olurdu karlar. Tane tane eriyerek her gün biraz daha tepelere tırmanarak önce kardelen çiçekleri gösterirdi kendini, sonra yavaş yavaş açan çiğdem çiçekleri, hindibalar ve doğanın kendi sergilediği sonsuz halılar süslerdi yeryüzünü. Sonra bastıran yağmurlar ve boy veren ekin tararları, … buğday tarlaları, nohut, mercimek, arpa, küşne, … fasulye, mısır tarlaları ve hasat mevsimi. Zamanına göre aşırdığımız nohutları veya buğday başaklarını kötü ve paslı teneke üzerlerinde kavut yaparak yemek zamanımızın en zevkli eğlencesiydi, bu çocukca sevinçler aynı zamanda işten kaytarmanın da yakalanıp dayak yenilen ana kadar vazgeçilmez serüvenleri arasına koymak en gerçekçi bir çocukluk analizi olmak için kesin bir tespittir. Hatıralarımda kalan ve bize bir oyun fantazisi gibi gelen harman üzerinde hayvanlara boyunduruk bağlanarak çekilen düvenleri yanan temmuz sıcağında seyretmek ise hiç hoş olamayan bir manzaradır hala beynimde bana traumalar yaşatan. Düvenin üzerinde ki ağır taş ve ağızlarına o sıcaklarda gem vurulmuş hayvanların çektikleri acılar burkardı hep içimi. Sonra amcalarım, dayılarım, babam ve diğer köylüler yabalarla günlerce uygun rüzgarın gelmesini bekleyerek toz toprak içinde yaba sallayışları ise ayrı bir Orhan Kemal’in roman konusunu dolduracak kadar büyüktür. Bütün işlemler bittikten sonra çuvallara doldurularak evlere taşınması, bulgurların dev kazanlarda kaynaması, buğdayların sokularda dövülmesi, taşta bulgur çekilmesini görmek ise ayrı bir tecrübe olurdu içinde yaşadığımız günler içinde. Köyün buz gibi akan çeşmesinde yıkanan envai çeşit meyve ve zebzeleri görmek ve bir tanesini kaparak sokağa koşmak, yün yıkayanları seyretmek malum işlerimiz arasında olurdu hep. Sokak, biz çocukların günlük hayatının ayrılmaz bir parçasıydı biz büyüdükçe kayıplara karışan.
Havalar soğudukça içeriye doğru çekilen üçayaklar, üzerinde yemek pişirilen kara, çoğunlukla eğri büğrü aleminyum tencereler seyyar ocaklarla beraber biraz daha modernmiş gibi gözüken bacaların ateş ocaklarının kenarlarına yerleştirilirdi. Bu ocaklar, duvarla beraber yapıldıkları gibi, bazen derme çatma, bazen de tuğla ve vita yağı tenekleriyle biraz olsun renklenirdi birkaç günlüğüne! Ekim ayından itibaren sobalar bir odanın ortasına kurulur ve binbir türlü hizmet veriridi ailelerimize ve bize. Variata göre bazen çok işlevli kuzine denen sobalar da tercih edilirdi. Çocukluğumda köyde böyle üç soba vardı; bu sobaların üzerinde yemekler pişer, çaylar kaynatılır, banyo suları ısıtılır, fırın bölümünde kömbeler, mısır ekmekleri, börekler pişirilirerek közüne de patates gömülerek aile mideleri kendilerine şölen ziyafeti verirlerdi. Bir oda da 35 C sıcaklık varken bazen diğer odalar sizi Sibirya’ya doğru cehennem yolculuğuna havalae edebilirdi. İşte bu yüzden sobaların cazibesi tamamen farklıydı. Gece sobalı odada yatıyorsanız, kaloriferli evlerde asla rastlayamayacağınız bir manzara bekliyor demekti sizi. Sobadan duvarlara gaz lambasının kör ışığında ateş gölgeleri adeta vals oynayarak sizi Viyana konser salonuna kadar taşıyabilirdi. Sobadan duvarlara yansıyan ateş gölgeleri bazen değil çoğunlkla bir kırkayak gibi insanın hayal dünyasını korkulu hulyalara da taşıyabilirdi. Bu korkulu ve coşkulu hulyalar içinde uykuya dalınırdı. Sobanın en büyük marifeti, hane halkını ve eşi dostu bir araya getirmesiydi. Şimdi kaloriferli ve konforlu-lüks evlerde aile bireylerinin her biri kendi odasına değil de kendi dünyasına çekiliyor maalesef. Oysa anılarda tek bir yerde yandığı için herkes ısından yararlanmak amacıyla sobanın etrafında çember olmak zorundaydı; bu sebeple muhabbetler kaçınılmaz olur, sobanın sıcaklığına muhabbetin de sıcaklığı ekleneridi. Olmadık massalar dinlenir, yaşlılar av ve askerlik hikayelerini anlatarak yörenenin efsanelenmiş kahramanlarını bir kez daha beynimize kazıyarak kayıt ederdik. Bu, bir yanıyla bizim belki de o zaman tasavvur bile edemediğimız ve bilmeden gelecek nesillere anlatacağımız geçmişi kucaklamak olurdu sosyalleşmemiz için.
Bakkal bile yoktu köyümüzde, o yüzden bizim kuşak; leblebi, gazoz, pişmanıye, pamuk şeker, dondurma, akide şekerini veya daha başka üretimiş mamulleri bilmediği için; kuru üzüm, incir, dut, kaysı, çir, … vs. gibi yiyecekleri eski ve yırtık pantolonlarımızın varsa cebine, yoksa avuçlarımıza saklayarak yerdik çabucak. Akide şekerlerini bile bazen bayramlarda görmek büyük bir lüküstü. Oyuncak denen nesnelerden bihaber olduğumuz gibi, yapanlar bezden, eski çaputlardan bir top yaparak saatlerce toz içinde koşup karşı kaleye bir gol atmak uğruna nefes nefese kalırdık, taşların uygun olanlarından araba yapar veya bir ford kamyonumuz olduğu fantazisiyle kendimizi edeplice kandırabilirdik, dere kenarlarında kendimize küçük tarlalar, bostanlar icat ederek bir kaç saatliğine dünyanın cehenneminden uzaklaşarak kendimiz olabilirdik. Bazen uçurtma yapanların uçurtmalarına heves ederek onu bizim olmasa da doya doya seyretme zevkine nail olurduk. Beş taş, çelik çomak, birdir bir, atlama, saklambaç, körebe, … gibi oyunlar oynayarak vakit geçirirdik. Yenmek veya yenilmek sosyalleşmemizin vazgeçilmez birer parçası olarak bizi soyal hayata göndermek için hazırlardı. Arada bir kafa göz yarılıp, yüzde gözde şişmeler olsa da, „olur böyle şeyler çocuklukta“ denişiyle noktalayarak uzatılmızda kavgalar!
Köy meydanına doğru koşyorsak mutlaka bir şey var demekti. Ya bir kırkambarcı (çerçi), ya da muhtara jandarma gelmiş demekti. Bu ise bizim için bir aksiyon olan, bir vasıta görmek demekti, çünkü bir motor sesi, üniformalı ve düzgün giyinmiş birisine duyulan özenti ise sebebini o yaşta bilip kavrayamadığımız bir durumdu henüz. Sabahları her evin pinlerinden gerçekten adı gibi güzel olan „çil horozların“ sesleriyle uyanırdık. Bu ibikli horozların ibikleri renkli olurdu, bazen koşarken sağa sola sallanan ibiklere sebepsiz gülürdük, sanki Charli Caplin’in bir oyunundaymış gibi. Her evde en az on veya onbeş kadar tavuk olurdu ve bu tavuklara ‚horozlanan‘ bir de ibikli beyefendi afralar tafralarla onların önünde yürüyerek kendi kendine efelenirdi. Esiri Amcaların horozu bu horozlar arasında en görkemlisiydi, boklu zibillerin içinde tavuklar yerleri gagalarken, o ihtişamını hiç bozmadan bazen bir zurna sesi gibi tiz-davudi bir sesle kükrerdi obamız Erikli’de. Bazen de aynı ritmik tempoyla arzı endam eyleyerek ve kanatlarını çırparak çevreye meydan okuyan bir kabadayı turu atardı kavakların arasında. Ve o zamanlar hatırladığım kadarıyla moda olmuş bir de şarkı vardı: Esiri amcam transistörlü radyosunda horozun tavırlarına uyan „ooo çilli, çilli yavrum çilli“ nakaratı mahallemizi çınlatırdı. Tavuk sürüsü bu türküden habersiz, kendi gagak gagak sesleriyle tempolarını tutarak sulanmış kavaklık içinde; böcek, kök, solucan ne bulurlarsa mideye indirerek sağa sola ölçüsüzce genişleyerek gelişirlerdi. Böylece günlük taze yumurtalar pazara kavuşmak için biriktirilirdi. Bu hayvanlar obamız Erikli’nin bazen haziran sonuna kadar akan çeşmesinin suyuyla yıkanırlar, suda keyif ederek bazen hızlıca koşarak birbirlerini kızdırdıklarına da çok tanıklık etmişimdir.
Köyde yaşam sıradandı ve insanların yüzde sekizenin yaşam şekli hemen hemen aynı standartlar da seyrederdi. Yani küçük kıskançlıklar olsa da, birbirini kıskanacak kadar zengin kimse yoktu. Babam da köye 1974 yılında üçüncü bir 480’lik bir traktör alarak motorlu taşıtların günlük rençber- küçük çiftçilik alanında daha kolay bir günlük yaşam özleminin hayaliyle yerini almıştı, ama günlük yaşam bu araçla hiçte büyük bir yenilik getirmemişti. Arazi çok dalgalı ve engebli traktörün kullanılışına kolay gelmeyen bir zorluk çıkarttığı gibi burada traktör kullanmakta çok tehlikeli bir eylem olurdu. Bu yüzden yamaçlarda yine karasaban hayvanlara eziyet etmeye devam etmekteydi traktöre rağmen. Imardan ve çevre konusu sadece bizim köye değil, henüz hiç bir köye uğramamıştı, imar urgan demekti. Paylaşımlar urgan uzunluğunda yaşlı bir amca tarafından parsellenerek paylaştırılırdı. Kabullenilmese de herkes payına düşene razı olmak zorundaydı içten homurdanmalara rağmen. Genelde düşmanlık güdülmeyen çözümlerle sorunlar giderilirdi çoğunlukla.
Baharda o kadar davara, koyuna ve diğer büyük baş hayvanlara rağmen dağlar mevsimlere göre elbiselerini giyerek yamaçları renk renk doğallığının cömertliğini sergilerdi. Çünkü keçiler ağaçların düşmanıydı ne bulursa yerler, yapraklı ağaçların büyümesine büyük darbe indirilerdi. Mevsimler filim şeridi gibi gelip geçerdi. Köy küçük, bir beş sınıflı ilkokulun dışında herhangi bir devlet hizmeti yoktu. Okulu da köylüler, kendi çabalarıyla biri okul diğeri öğretmen lojmanı olarak iki bina şeklinde, benim doğduğum 1966 yılında yaparak kendi hizmetlerine sunmuşlardı. Seçim dönemleri dışında köye devlet uğramaz, sadece gençleri askere çağırma pusulalarıyla hatırlardı.
Büyük ve uzun dağların 20 – 30 kilometre aşağısına konuşlanmış ne zaman kurulduğuna dair elimizde belge olmayan bir geçmişe sahipti köyümüz. Ama o çevredeki herkes, köyün ilk olarak dedelerimin kömlük diye kendilerine ait olan bir araziye Babailer İsyanı sırasında 1239 yıllarında gelerek konakladıkları „köm önüne“ sürüleriyle mekan tuttuklarını hikaye ederlerdi. O yüzden anlatırlar çan seslerinin kandil dağlarından ta karşı köylere kadar geldiğini. O çanlardan birisini Mustafa amcam vefatına kadar saklayarak geçmiş yad etmenin neşesini yaşadı yüreğinde. Çan hala duruyor, en az bir asırdan daha fazla olan bu demir parçasının hikayesini bulup çıkarmayı Almanya Frankfurt’da bile bazen hayal ederek 87 katlı emperyalist binalrın önünden bisikletimle geçerken anımsarım. Akşamlar da farklı olurdu köyler de, günlük işlerin yorgunluğuyla insanlar yemeklerini yeyip, hayvanların sütlerini sağıp onları ısıtıp mayalarak yataklara giderlerdi, yani yaz günlerinde herkes damlarda yattığı için hortlak hikayelerinden uzak akşamlar yaşardık biz çocuklar. Bu korkusuzluk demekti biz çocuklar için. Çünkü uzun kış gecelerinde, mezarlıklarda ve dağlarda cinlerin yaşadığı, çeşitli canavarların ve hortlakların gezdiği anlatılırdı. Kimi zaman ise çocuksu ve meraklı duygularımıza yenilir ve tüm cesaretimizi toplayarak o tarafa yönelsekte, babamın amcazadesinin torunu Veysel buna engel olurdu, bizden biraz daha iri yapılı olduğu için. İnsanoğlunun genel karekterimi, ya da kendi yarattığı fobilerin esirimi bilmiyorum, ama bazen tek başıma böyle bir şeye kalkışsam bile, içimde ki korku beni geri dönmeye ikna ederek, arkama bakmadan sanki beni bir yabani yaratık veya canavar kovalıyormuş gibi kaçarak eve doğru koşardım. O cinlerin, perilerin, ya da canavarların bazen gerçekten varolduklarına inanır ve peşime düştüklerini zannederdik, kan ter içinde, nefes nefese evlerin kapısına yığılmak bir kurtuluş olurdu. Büyüdükçe kaybolan bu korkunun zaman içinde yersiz olduğunu ve G. Garicia Marquez’i okurken edindiğim bilgiler saysinde, bu hikayelerin tamamen biz, çocukları kontrol altında tutmak için, uydurulmuş hikayaler olduğunu kesinliğine inanmaya başladım.
Obamız yazları mükemmeldi, her evin önünde adeta bana asırlık gibi gelen dut ve ceviz ağaçları devsa görünümleriyle büyülerdi beni. Sadece bizim dut ağacımız nedense yerini sevmemiş olmalı ki, hep öyle beş altı metre yüksekliğinde diğer dutların ihtişamına üzülen bir hava verirdi ağılımızın duvarı içinde ki köküyle. Kışları hiç sevmezdim, bu 13 yılımın geçtiği obamızda; karanlığı, çamuru, kaygan buzu ile sevimsiz bir görünüm verirdi. Bazen hayvanları sulamaya çeşmeye götürürken buzdan kayarak tepe takla düşüşleri hiçte hoş bir görünüm vermezdi. Sonra sapasağlam ayağa kalkarak çeşmeye doğru acele edişleri küçük bir sevinç olurdu, böyle kazaların ucuz atlatılışı düşünülerek. Biraz havalandıktan sonra geri ahırlara doğru yol alan bu büyük baş hayvanlar kendi sınırlarının bilinciyle yemliklerini yemek için teknelerin başına üşüşerek karın doyurma fasılına geçerlerdi. Bu rutin günlük işlerden sonra kar güneşiyle çeşmenin yanıbaşında güneşlenen köylüler havadan sudan konuşarak ayazın bastırmasıyla evlerine çekilirlerdi. Yani bir nevi köyün temaşa yeri, yaşlılar yoksa gençler biraz gırgır ve dedikoduyla geçerdi vakitler. Kılık kıyafetimiz lüks değildi ve köylüce bir görünüm arzederdi, bir iki kişi ispanyol paça giymişse burada onun dedikodusu ve çekiştirilmesi tema olarak konuşulurdu. Uzun yakalı tiril tiril gömlekler ise, şehirde bile anca iki üç dükkanda mevcuttu. Zevahiri kurtarmak bile size yeni bir imkan sunmazdı, sinemya giderek vakit geçiremez, olmayan sevgilinizle de akasya ağaçlarının kokusu altında sevgilinizle romantik düşlerin, düşünü bile kurma imkanınız yoktu ve de olamazdı. Aleminyum veya yeni yeni moda olan metal çaydanlıkta bir demlik çay içerek olmayan muhallebiyi veya keki hayalinizde sıcak çay eşliğinde mideye indiremezdiniz. Olmadı, varsa ellibir veya başka bir oyun oynardı büyükler, bizede onları seyretmek düşerdi. Çocukluğumuz da elimizde kimse tutup parka götüremezdi bizi, çünkü park yoktu, işten güçten kararmış; halalar, teyzeler, amcalar ve dayılar, ablalar ve abilerin böyle bir imkanları da yoktu. Sabahtan akşama kadar tarlada, bağda, bostanda, harmanda çalışarak yorgun düşen insanlardan bunu beklemekte belki aptallıktı ve biz çocuklarda bu bilinçte yoktu zaten.
Cumhuriyet modernizmi laikliğin dışında uğramamıştı bizim köye, kimse gerici değildi bütün feodal yanlarına rağmen, sol bir yöresel örgüt bir konuda insanlara gerçekten feodalizmden uzaklaşmaları ve başlık parası denen satılmanın önüne geçerek insanlara az da olsa pozitif bir katkı sağlayışıyla büyük bir iş başarmıştı ve onlar sevilirlerdi bizim yöremizde. Ben, içimde ki modernizm ve sosyalizm sevdasını, kitap okumanın güzelliğini, eşitliği, özgürlüğü, adaleti ve dinin saçmalığını bu insanların bu yörede verdikleri mücadeleye bağlıyorum. Ali kültü yenilmiş, yeni bir toplumsal döneme girmenin tohumları serpilmiş, kendini 1400 yıldır kurtaramayan ve 11 tane karısı, 38 tane çocuğu olan Ali’nin bilincimizde ki, hazretlikle hiçte bir ilgisinin bulunmadığı bu dönemde beyinlere işlenmeye başlanmıştı. Bu tepeden tırnağa geleneksel-feodal kültürün içinde yoğrulan insanlar yavaş yavaş dayanışmaya, harmanını zamanında kaldırmayana veya kışlık odununu temin edemeyen komşusuna zaten içinde mevcut olan imece usulü yardımlaşmasını sosyalizme yönlendirmeyi en azından deneme süresine sokarak bir bilinç kırılması yaşanarak sorgulama her alanda başlamıştı. Bunlar elbette ki, cılız, henüz tutucu köylere giremeyen küçük adımlardı yörede. Yani dayanışma bir süreliğine de olsa kollektif bilince yönelmeye kesinlikle başlamıştı. Ataerkil yapı içerisinde erkek hala ailenin baş sorumlusu, kadın ise evin idaresinden sorumlu gibi gözüksede, kesin çizgler yoktu Alevilikte. Özellikle bir kadın gerillanın silahıyla köye girişi herkesi hem büyüleyip, hemde biraz ürkerek korkmasına sebep olmasına rağmen, Alevi toplumunun köyde ekonomik ve sosyal düzenini kuran ve koruduğuna inanılan dedelerin üstlendiği toplumsal rol böylece sarsıntıya uğradığı ve tarihe karıştığı gibi, yine de hürmet ve saygı görmeye devam ediyordu dedeler. Destanlar, deyişler, menkıbeler, naatlar yinede henüz güncelliğini korumaya çalışıyordu değişime rağmen.
Benim, tanıklık ettiğim dönem elbetteki, yaşım gereği 1973 yıllar, yedi yaşlarında bir çocuğun o zamanki bilincinin seviyesiyle de ilgili olduğu için, burada her şeyi yüzdeyüz hatırlama gücünüde kendimde görmüyorum, çünkü, ben bir dahi değilim, sadece o döneme dahilim. Asıl Kerbela destanlarının ise „1968, devrimci neslin“ yazdığına şu anda bile sarsılmaz bir inançal bağlıyım. Bu bağlıklık her gün kendini faşist çetelere ve bu çeteleri koruyan devlet denen kuruma karşı olduğu için, devrimcilere olan saygımın sonsuzluğunu dile getirmekten mutluluk duyuyorum ve de duyamaya devam edeceğim. Çok içli, gerçek devrimci öykülerle 1975 yıllarda tanıştım, ders kitabının dışında ilk gördüğüm kitap „Cunta ve Faşist Generaller’di“. Bu kitabı okuyamadım ve hala içeriğinin ne olduğunu merak ederek okuma hayali kurarım, hangi yazara ait olduğunu da bilmiyorum doğrusu.
Yazının birinci bölümü. İkinci bölümü en kısa zamanda yazmaya çalışacağım. Saygılar!
Sosyolog Hasan Hüseyin Arslan - Frankfurt am Main - 29.01.2023
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.