- 575 Okunma
- 3 Yorum
- 4 Beğeni
İntihar cinayeti ve Ankara'da kar!
Sene bilmem kaç...
Genciz o zamanlar, kanımız derimizin üstünden akıp gidiyor. Sığmıyor damarlarımıza yani, jilet gibi seviyoruz neyi sevsek, keserek, yaralayarak, acıtarak. Göğsümüzde bir acımtırak yar ve bir de Ankara’da kar! Gerisi ıvır zıvır şeyleri dünyanın.
O aralar Zeliha’yla takılıyoruz, ağzımda eriyip giden bir ismin var senin diyorum ona sık sık. Kafamızı sık sık uzaya gönderiyoruz ve geri gelmesin istiyoruz, koca birer gezegen gibi dolaşsın uzayın boşluğunda. Zeliha’nın sesi güzel, benimki bok gibi. Bi şişe rakı ve üç cigaralıktan sonra, ağzının içindeki orkestra çalmaya başlar ve ancak kendinin duyacağı bir yükseklikte fena şarkılar söyler Zeliha.
Böyle zamanlarda göğsüne kulağımı dayar o şarkı sanki kalbinden yayılıyormuş gibi dinlerdim. O da saçlarımı severdi! Zeliha’ya aşık değildim ve büyük ihtimal o da bana değildi, çünkü bi baltaya sap olmayacağını bildiğin bir kereste için demiri boş yere dövmenin manası yoktur. Bunu bilecek kadar kadar akıllıydı. Yine de birbirimize iyi geliyorduk. Ne bileyim, rakıyı suyla seyreltmesek de bu hayatı birbirimizle seyrelterek içiyorduk...
Velhasıl...
Günler dünyanın en yalnız demir yolunda ilerleyen bir tren gibi geçip giderken bir gün sabah uyandığımda hiç kimse yoktu yanımda. Zeliha’yı bir gün bile aramadım, çıkıp hep gittiğimiz sokaklara bakmadım, dönüp gelecek sanmadım. Biliyordum, bu iki artı bir evin odalarında yalın ayak dolaşıp duracaktım ve ara sıra pencereden bakacaktım. Rakıya su koyacaktım Zeliha’dan sonra ve tek değişen şey çalmayan orkestra olacaktı gece üçten sonra...
Geçti gitti o devir.
İşe girdim, işten çıktım..
Biraz adam olmaya çabaladım, biraz sevmeye!
Annemi aradım ara sıra, askere git gel evlendirelim seni derdi. Gitmedim, belki de gerçekten askere gider gelirsem evlendireceğinden korktum. Bu içimdeki karanlığın, başka bir insanı benimle birlikte boğması düşüncesine bir türlü katlanamıyordum. Belki de korkuyordum işte, ne bileyim...
Yıllar geçti, her şey değişti ve ben bir santim yerimden onamadım.
Bir gün gece, sanırım üçten sonra kapı çaldı. Kapıyı açtım, Zeliha’ydı bu, şaşırmadım, soru sormadım, konuşmadım.. Sessizce içeri geçtik, sessizce oturduk. Rakı koydum, bir cigaralık sardım.. Bir şarkı açtım.. Gürültülü bir şarkı açtım Zeliha’nın kalbinden gelen müziği duymamak için..
İlk o böldü geceyi, kırılmış sesiyle.
- Kızmadın mı hiç ?
- Neye kızayım, ben imkan olsa herkesten önce terk ederim kendimi Zeliha...
- Nereye gittin diye sormayacak mısın ?
- Nereden geldin ? Bu daha mühim...
Nereden gelmişti sahi, geride kimi koymuştu, kimin evinden ceketini alıp çıkmıştı.. İnsan uzun bir aradan sonra nereye gittin değil de, nereden böyle diyecek oluyor hep... Nereye gittiğin önemli değil de, hani ateş almaya mı geldin, geldiğin yer seni çağıracak mı yine ? Hep bunu merak ediyor işte insan..
- Kaç sene oldu ?
- Bilmem belki beş, saçların uzayacak kadar zaman geçmiş işte, demek ki çok..
- Evlendim!
- İyi ettin, zaten insan bu dünyaya, evlenip bir velet peydahlamaktan başka ne için gelir ki ?
Sussun istiyordum, her hücrem, vücudumun her santimi sussun istiyordu. Bok varmış gibi anlatacaktı, içimde tuhaf, anlamsız ve mani olamadığım duygular çarpışan arabalar gibi çarpıp duracaktı birbirine... Midem bulanacaktı sonra.. Cigaradan derin bir nefes aldım ve dökülmek için beklediği şeyi sundum ona.
- eee ?
- Eeesi öyle, başta güzeldi her şey. Onu seviyordum, senden önce de, seninleyken de.. Beni aradığında havalara uçtum, biliyorsun vedaları sevmem sıvıştım yatağından o gece ve ona gittim. Evlendik...
Derin bir nefes çekti, rakıya yüklendi, pencereden dışarıya baktı. Yine beş yıl öncesi gibi karlıydı.
- Hamile kaldım sonra, havalara uçtuk, sonra dövmeye başladı, her gün, her gün.. Bebeğimi düşürdüm, aklımı kaybettim, aklımı geri bulduğumdaysa kendimi senin kapında buldum.
Derin bir nefes çektim, rakıya yüklendim. Pencereden dışarıya baktım. Bok gibiydi dünya... Mutfağa gittim, dönüşte askıda duran çantayı kurcaladım, buruşmuş bir faturadan adresi aldım, cebime koydum... İçeri geri döndüğümde yalnızca bir tek rakı kalmıştı, diktim tepeme, rakı almaya çıktım...
Elim cebimdeki faturayı sımsıkı tutuyordu, kafamın içinden tonlarca şey geçiyordu. Kaldırım ayaklarımın altından kayıyordu, sanki adım adım dünyadan uzaklaşıyor ama yeni yürüme başlamış bir çocuk yahut uzaya ilk kez adımı atmış bir astronot gibi yalpayarak yürüyordum...
Ne boktan şeydi bu aşk. Akıl yolunu kaybettiğinde gördüğü ilk ışıltılı kapıdan içeri giriyordu insan, ardındaki karanlık zindanları görmeden.. Kuşatılmış bir kale gibiydi dünya, etrafımızdaki tüm insanlara düşman askeri, kendi vücudumuza, aklımıza ve kalbimizin içine sıkışmış her an fethedilmeyi, esir alınmayı bekleyen aciz yaratıklardık işte...
Daha hızlı, daha öfkeli adımlar attım.
Ya ben diyordum, ben çoktan yenilmiştim. Kendime üstelik, aklım dünyanın sınırlarını aşmış, deliliğimi gizlemek için türlü yollara başvurmuştum. Sabahlara kadar zıkkımlanmak gibi. Aylak aylak dolaşmaktan başka yaptığım bir bok yoktu, bir gayem, bir amacım, sokağa çıktığımda bile öylece yürüyordum, gitmek istediğim bir yer yoktu, dönmek istediğim bir yer de..
Soğuk, suratımı kesiyordu.
Bir taksi çevirdim. Faturadaki adresi söyledim.
Başım daha çok dönüyordu, taksici mesleğin zorluklarından bahsediyordu, soğukta direksiyon sallamanın dünyayı kurtarmak olduğunu sanıyordu ara sıra, içten içe gözlerinin içi gülüyordu, geceydi, soğuktu ve sövüşlemek için bir sarhoş bulmuştu işte...
Taksimetre çalışmıyordu..
Ve muhtemelen elli liralık adrese yüz lira yazıyordu böyle zamanlarda adamın hiç şaşmayan adalet terazisi..
Taksiden indim, adımlarım ağırlaştı, merdivenleri çıkmaktan çok cehennemin dibine iner gibi geçtim. Kapıyı çaldım, kim açtı bilmiyorum, erkekti, tüm hatırladığım kapıyı açanın bir erkek olduğu ve onu içeri doğru itip cebimdeki sustalıyla gırtlağını kestiğim. Belki onlarca kez.. Hırıltılarının arasında koca bir hayat kaybolup gidene dek...
Bi cigara yaktım sonra, oturdum cesedin başında içtim. Kanında söndürdüm sigaramı. Sonra dolaba baktım, bir şişe rakı duruyordu, aldım çıktım. Bir saat kadar yürüdükten sonra kapıyı çaldım, bir kaç çalıştan sonra açıldı. İnsan kendi evine zili çalarak girince yalnızlığını unutuyor dedim kendi kendime. Zeliha dehşetle üstüme başıma baktı, kan içindeydim.
- Yaralandın mı ?
- ...
- İyi misin ?
- Rakı aldım, içelim mi ?
Biraz sustuktan sonra, öldürdüm dedim. Seni artık dövemez. Suratıma uzunca bir süre baktıktan sonra, kimi diye sorabildi Zeliha..
- O adamı işte.
- Nereden buldun ? Nasıl buldun, nasıl, yani ne...
İnsan, imkansız şeyler gerçekleştiğinde onun olmuş olmasına olanak vermez, bu yüzden kendi kendine de sorduğu nasıl bu oldu mu ? sorusunu tekrarlayıp durur.
- Çantanda bir fatura vardı, o adreste işte, gırtlağını kestim..
İnsan, böyledir işte. Bazen akıl yolunu kaybettiğinde ışıltılı kapılardan korktuğu için karanlık bir kapıdan geçmeyi tercih eder. Süprizlerden hoşlanmayan insanlar, kapının ardındaki dehşet, korku ve çirkinliği bilir çünkü, ummak yoktur, umut yoktur.
Birden bire çığlık atmaya başladı Zeliha. Yakama yapıştı, sarstı, başım hala çok dönüyordu ve gözlerimden kayıp gidiyordu görüntüler.. Karnımdan kasığıma doğru sanki işemişim gibi akıp giden bir sıcaklık vardı.. Bir kaç saniye kendime geliyor, sesleri duyuyor, bir kaç saniye sonra tekrar bilincimi kaybediyordum.
Zeliha elindeki bıçağı göğsüme, karnıma saplıyor.. Babamın eviydi o ulan şerefsiz, babamdı o, babamı öldürdün diyordu. İnsan ne tuhaftı, Zeliha’ya aşık değildim biliyordum, o da bana aşık değildi. Sadece çıkıp kötülüğü tescillenmiş bir insanı eşek cennetine yollamak istemiştim.
Belki de, ölümü bunca arzulamamın karşılığında Tanrı, bana yapılması gereken bir işi vermiş ve delili, şahidi ortadan kaldırmak için beni de yok etmişti.
Artık her şey sessizdi.
Hırıltılı ve gittikçe azalan nefesim ve biraz müzik o kadar...
Temiz bir ölüm hayal etmemiştim hiç, sanırım öldüğümde göğsümde bolca kan vardı ve her zamanki gibi Ankara’da kar.
YORUMLAR
Güçlü kurgu ve hayal ürünü; dehşet verici olmakla birlikte...
Bir toplumda mantıklı ve rasyonel çözümler sistem olarak uygulanmıyor ve sunulmuyorsa; o toplumdaki bireyler de şuursuz ve hasta "çözümler"i alternatif olarak görürler. "Çözümler"e kendileri el atar! Tıpkı "İntihar cinayeti ve Ankara'da kar" daki senaryoda olduğu gibi...
Umuyor ve diliyorum ki hiç kimseye ilham kaynağı olmaz bu hikaye...
Saygılar ve teşekkürler kaleminize, sayın barisbazalka.