- 506 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
GÜNEŞE HASRET VAR
Her tarafımızda ölüm korkusu olmasına rağmen umursamıyorum artık. Sadece ben mi? Ne olursa olsun, senden korkan senin gibi olsun havalarındayız. Ne zamana kadar kaçacaksın, ne zamana kadar kendini ışınlayacaksın. Oluruna bıraktık her şeyi. Belli etmesem de niye böyle sızlandığım malum. Virüsün adını zaten bilmeyen yok. En sonunda nefesimizi kesip cıyaklata cıyaklata sevdiklerimizden uzak tek başına zindana atılmış mahkûmun güneşe hasret günden güne eriyerek ölümün soğuk yüzünü beklemesi gibi tecrit edilmiş odalara tıkıldık. Öldüğümüzde; kızımız, çocuğumuz, eşimiz, anamız, babamız her kim varsa dost bildiklerimiz, akrabalarımız bile belli sayılarda mesafeli durarak, bir an evvel toprağa verme telaşesinde oluyorlar maalesef. Görünmeyen Azrail Dünya’yı tir tir titretiyor. Önüne geleni ciyaklatıyor. Böyle giderse Gezegenimizi Allah’a insansız teslim edecek.
Bugün Perşembe. Hükümet açıklama yaptı. Türkiye üç gün kapanacak. Zaten kapalı bir toplumuz. Asırlardır uyumaktayız. Uyumaya devam. Demek üç gün evden dışarıya çıkmayacağız ha. Evde televizyonun karşısında kukuma kuşu gibi oturup beynimize dayatılanları göz göre göre sindireceğiz. Çukur’u mu izleyeceğiz. Aman Allah’ım, siyah arabalar, oynayanların suratları bir karış, ellerinde silah. Cinayet , mafya hesaplaşmaları… Doğduğun Ev Kaderindir’i mi. Hukuk okuyan bir kızın başına doladığı olmadık ahlak dışı ilişkiler. Doya Doya Moda’yı mı, Yoksa Kaynanalar yarışıyor da “ saçma sapan yemek yarışmasını mı? Tek adam, nasıl ki ülkeye hakim olduysa evlerin tek kralı da televizyon.
Neyse canım! Benim evde bu asılsız kral yüzünden didişme olmaz. Ben kitaplarıma gömülürüm. Kızım Üniversite derslerine. Eşim de zaten akşam işten yorgun argın dönünce televizyonun karşısında oturmasıyla sızması bir olur.
Üç gün. Tam 72 saat. Güneşi göremeyeceksin, yürüyemeyeceksin. Nazım Hikmet’in Bugün Pazar şiirini mırıldanıyorum. Bugün Pazar Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım...
Mahalle marketine, ya da bakkalına gideceksin sadece. Eğer başka mahallede yakalanırsan şansın yok. Zenginlerin borcunu affeden iktidar, senin gözünün yaşına bakmaz. Basar cezayı. Sonra da asgari ücretle nasıl ödersen öde. Düşün dur.
Üç günlük enerjimi depolamalıyım. Sokaklara çıkıp hoplayıp zıplamalıyım. Kollarımı açıp güneşi kucaklamalıyım. Sarılmalıyım ona. Hem de sımsıkı. Sığırların, davarların ahırdan çıktıklarında nasıl hoplayıp zıplamalarıyla güneşin ne kadar önemli olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Kapandıkça rengim kireç gibi oluyor. Beyaza evriliyorum. Dokuz rengi içinde gizleyen beyaza bürünecek tenim. Bunun içinden diğer renkleri çekip alabilsem kafaya takmayacam ama yapamıyorum işte. Oysa uzun süren kışın ardından güneşle buluşup bronzlaşmanın hayaliyle nasıl sabırsız olduğumu, kendimi nasıl yiyip bitirdiğimi bir ben bilirim. İliklerime kadar güneşi çekmek, kemiklerim ısınırken çatır çatır sesler çıkarması bu yaştan sonra sağlığım için hayal kurduğum beklentilerim olmuştur her zaman. Şansa bugün hava güneşli. Bu fırsatı değerlendirmeliyim. Sokaklara fırlayıp güneşle sevişmeliyim.
Kendimi sokağa atıyorum. Tavşan gibi sağa sola sekiyorum. Arabalar arkamdan korna çalışıyorlar. Kendime geliyorum. Önümde bir bayır var, orayı aheste aheste çıkarken güneş yüzüme vuracak, gözlerimin içine, saçlarımın dibine, her tarafıma dolduracağım güneşi. Başka hiçbir şey düşünmüyorum. Para pul, alacak verecek umurumda değil. Bu yaştan sonra artık sağlığım önemli. Çocuklarım da peşimden miras yüzünden kavga etmeyecekleri için müsterihim. Yok ki mirasım. Sadece emekli maaşım var. Onu da karımla, evlenene kadar kızım paylaşırlar. Tırmanıyorum bayırı. Yukardan aşağıya doğru aheste aheste yaklaşmakta olan; patates, soğan çuvallarıyla yüklü kamyonet önümde duruyor. Şoförün yanındaki adam, elindeki listeye bakıp Ahmet Bilmem kimin evi neresi, diye soruyor. Bilmiyorum, diyorum, yabancısıyım, buraların, yeni geldim.
Ah şu patates, soğan. Gel de kafayı takma. Bu ülke de yaşıyorsam üç maymunu oynarsam namerdim arkadaş. Ben hayatım boyunca her yanlışa direndim. Hiçbir siyasiye ödün vermedim. Hatta pazarcılık yaptığım yıllarda bile seçim zamanlarında tezgahıma “ Bu Tezgaha Siyasetcilerin Uğraması Yasaktır.” Levhasını bile astım. Karşımdaki kişide, siyasetinde kendimi bulamadıysam boşuna kürek çekmem, kimsenin de yalakalığını yapmam. Adamlar son model arabalarına binecekler, korumalarıyla gelecekler, benim sınıfımdan olmayan halkın sırtından geçinen, devletin malından nemalanan bir sürü sülük gelip benden oy isteyecek. Yok öyle yağma.
Bayırı çıkmak üzereyim. Bacaklarımın pası açıldı. Yürüdükçe nefesim açılıyor. Kollarımı sağa sola sallıyorum. Türkü çığıra çığıra çıkıyorum bayırı. Birkaç kişi " bu adam kafayı sıyırmış, diye şüpheli gözlerle bakıp benden uzak durmaya çalışıyorlar. Sol tarafımdaki gecekondulara gözlerim ilişiyor. Adamın bahçesinin yola sıfır kenarına ördüğü taştan duvarın bir kısmı yıkılmış. Adam karşısına geçmiş yorgun gözlerle bir duvara bakıyor bir de bana. Selam verip uzaklaşıyorum adamın yanından. Ne kadar asabi biri olduğunu duvarı örerken karIsıyla yaptığı kavgayı görmemiş olsam biraz soluklanma bahanesiyle sohbet edecem ama ne olur ne olmaz, ağzımdan yanlış bir kelime çıkarsa seyret gümbürtüyü. Neme lâzım. Ağzıma fermuar çekmekte fayda var. Biraz ileri de siyah bir taksi durmuş, arabanın bagajından çıkardığı koliyi, tek katlı gecekondunun önünde bekleşen çocuklardan en büyüğüne veriyor. Verirken de direksiyondaki kadın çocukların resimlerini çekiyor. Bazılarının üstleri çıplak, yalınayak birbirlerine sokularak poz veriyorlar. Poz verirken de gülüyorlar.
“Ananız evde yok mu?”
“Yok, çalışmaya gitti.”
“Ne iş yapıyo anneniz?”
“Ramazan sadakası toplamaya gitti.”
Bayırı çıkıyorum. Geriye dönüp Boğaz’a doğru bakıyorum. Gemilerin görüntüleri gözüme çarpıyor. Hatta güneşin denizin üzerindeki parıltısı bile durduğum yerden belli oluyor. Ah bir Haziran gelse de denize girsem diye yutkunuyorum adeta. Köpeğini gezdiren adam yanımdan geçiyor. Köpek, kenarları koklayıp işiyor, biraz bekledikten sonra da sıçıyor. Her taraf köpek boku. Neyse ki kediler pisliklerini eşeleyerek kapatıyorlar. Bu yüzden kedileri daha çok seviyorum sanki.
Tam dörtyoldaki manavın önünde duruyorum. İnsanlar şimdiden kapanacak olmanın telaşesiyle bir şeyler alma yarışındalar. Kimse sosyal mesafeyi tınlamıyor. Bir tanesi maskesini çenesini indirmiş, “ vürüs diye bir şey yok, inanmayın,” diyor.
“İnsanlar patır patır dökülüyorlar, haberin yok mu?”
“Ecel gelmiş bu cana baş ağrısı bahane.”
Dedim ya ölümü takmıyoruz artık. Hoşgeldi sefa geldi. Virüs mürüs de neymiş. Çok geçmeden minareden sala yükseliyor. Kimse pür dikkat dinlemiyor artık. Ölen ölür kalan sağlar bizimdir.
Bulunduğum yerden Şenevler Mahallesi’ne doğru aheste aheste yürüyorum. Oradaki parkta oturup soluklanacağım. Tabi güneşi içime sindire sindire. Hem orada bir çok varoşlu dostlarım var. İki hafta da bir pırtı satmaya giderim oraya. Çoluk çocuk, kadın kız üşüşürler tepeme. Çingeninden, lazından, Arabından, Suriyelisinden, Kürdünden, Arnavudundan sıcak kanlı, sevecen insanlar. Yurdumuzda hayata tutunmaya çalışıyorlar ama hepsinin de ayrı dünyaları var. Kimse kimseyle kırgın değil. Kaynaşmışlar birbirlerine. Arabayla beni görmesinler yeter ki. Pırtıcımız geldi diye tepeme üşüşüyorlar. Çocuklar cıvıl cıvıl. Ayrı gayri yok. Yeter ki insan tacirleri araya nifak sokmasınlar. Türkiye gerçeği bu işte. Son yüzyılda bizim ülkemiz gibi göç alan kaç ülke var acaba.
Hayat her şeyiyle güzel be. Güneşiyle , ayıyla yıldızlarıyla. Şu zamansız başımıza tebelleş olan Corona-19 da bir defolup gitse, biz kendi küllerimizden yeniden doğar barış içinde geçinip gideriz. Şimdilik kapanma günlerindeyiz. Güneşe hasret var Güneşe. Güneşe akın var Güneşe.
Ayhan Sarıkaya
23.04.2021
13:50
Beykoz
YORUMLAR
Çok okuduğunu biliyorum. Büyük bir ihtimalle Sait Faik ’ide okumuşsundur sen.
Sait Faik küçük gibi görünen ayrıntıları büyük bir ustalıkla anlatır.
Senin yazılarında öyle.
Zengin birisi Anamur’dan geçerken bir hevenk muz alıyor. Tanıdığı bir fakire bırakıp ayrılıyor.
Fakir karı koca bakıyorlar. Ne olduğunu bilmedikleri muza.
“Bu iyi bir şey olsaydı bu kadar çok getirmezdi. Dökelim önlerine de hayvanlar yesin” diyorlar.
Bunu şunun için anlattım;
Senin yazılarında muz tadında. Muzu bilmeyen fakirler ne ise senin yazılarının tadını
almayanlar da öyle.
Yazınca harbi yazıyorsun. Sözünü esirgemiyorsun. Hayatı yaşamayı seviyorsun. Birçoğumuzun farkında olmadığı küçük ayrıntıları oya gibi işliyorsun.
Diğer yazılarında olduğu gibi bu yazın da öyle.
Bu yazını tekrar okuyacağım. Bazen güleceğim, bazen de düşünüp kalacağım.
Seni de yazılarını da çok seviyorum ben.
Öperim gözlerinden.