- 573 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Alev Alan Gölgeler
ALEV S/ALAN GÖLGELER
Sen materyalist bir kapitalistken
benim tek sermayem senin gözlerindi.
Elimde tesbih hastanenenin koridorundan yürürken cebinde beş kuruş olmayan insanların koltuklarda uyuklamasını izliyor ve içim içim kahr oluyordum. Kalacak yeri olmayan parasızlar ve gidecek yeri olmayan pulsuzlar derdime dert katmıştı. Uyumak için mescidi mesken edinen fukara ile mescidde namaz kılan zenginlerin aynı safta oldukları hakkında derin şüphelerim vardı.
Birilerinin lüks otellerde keyif yaparkan birilerinin de perişan olmasını hak ve hukuk ikileminde ele alıp avucularımda sıkıyordum. Cisimleşmiş hatta taşlaşmış bir lanetle karşı karşıyaydık. Evet. Kesinlikle böyleydi. Beyaz duvarların dibine uzanmış kırmızı koltuğa oturup lanetin ve mumyaların ortadan kaldırılması için beddua hakkımı kullanma ihtiyacı hissettim. İnsanlar arasındaki bu uçurum farkı nasıl olabilirdi. Zenginin parmağında parlayan pırlanta acaba hangi kölenin günahıydı! Hangi fakirin rezil hayatı bu dengesizliğin cennetiydi. Zenginlik insan için yaratılmamışsa insanlık bakır için mi yaratılmıştı! Yoksa insan bir alüminyüm parçası mıydı artık.
Birisinin arabaya verecek parası yokken öbürünün milyon dolarlık banka hesabının olmasını bana en güzel şekilde nasıl izah edebilirdin! Beni ikna edecek kadar bilgili ve söylediklerine inandıracak kadar takvalı olduğunu bilmem hesap yükümüzü hafifletir mi!
Annesi hasta çocukların ellerine tutuşturulmuş rengarenk şekerlemeler babaların çaresiz bakışlarını saklamak için miydi! Palmiye gölgesinde hindistan cevizi yudumlayan göğüsleri açık dekolteli şehvetli sosyeteleri kim yarattı peki. Birilerinin rızkını emdikten sonra birbirlerinin dudaklarını yalayanlar kim! İnsanlar ne kendinden utanıyor ne de hayattan nefret ediyorlardı. Kızılderililere yol gösterecek bir ihtiyar yok muydu. Hesaplarına yatırılan kutsal yamalı beyaz çorapların büyüsü ihtiyarlar dedeciklerin zihinlerini bunatmaya yetmişti miydi!
İçimdeki haykırışlar ve şeytanlarla boğuşurken bir de ne göreyim gene sen. Sağ elinde de bir beyaz kağıt... Beni derdimle başbaşa bırakmamış ve işte gelmiştin. Sanki bütün bu sorunların çözümüne kutsal bir reçete yazmıştın. İtiraf edeyim ki asil duruşun kalbime çoşkulu bir anlam verdi. Hani tam çıkacakken sen de elif gibi asil bir giriş yaptın ya zamandan hediyemi almıştım bugün. Çünkü birkaç saniye önce asansöre binseydim ya da başka bir şey yapsaydım bu karşılaşma olmayacak, kafam da bu kadar güzel karışmayacaktı. Üstelik kısa bir süre için olsa bile mutlu olmayacak, kuarklarım harekete geçmeyecekti.
Gene kışın bir akşam vaktiydi sanırım. Yazdığım öyküleri Yoncalık Eğitimde bir hocamıza göstermiş dönüyordum. Hocanın genç olmama rağmen yazdıklarımın amatörce olmadığını söylemesi beni son derece mutlu ettiği sıfırın altında eksi otuz sekiz derecede bir akşamdı. Otobüse binmek için gürcü kapı durağına geliyordum. Ordan da kalacağım dadaşkente gidecektim. Durağa geldiğimde gene sen. Başka bir seferde Havuz başında arabada kırmızı ışıkta beklerken hemen yan tarafımıza geçen minibüsün cam kenarında gördüm seni. Diğer zaman ve mekanlarda da bu şehirde kaldığım sürece bildiğin gibi hep karşılaştık.
Bir hikmete binaen öğrendiğim ismin ise yakamı bırakmadı bir türlü. Ben de şaşırmıştım. Kitabı açtığımda ismin. Hastahanede sıra aldığımda ismin. Televizyonu açtığımda gene ismin. Arabaya bindiğimde köyün şoförün çağırdığı isim gene senin. Bir sabah uyandığımda endişeyle duymayı beklediğim ismini bir de annem söyleyince güldüm. Sohbet ettiğimiz amcamın sabah sabah nasıl olduysa adaşın baldızından bahsetmesi ve daha bunun gibi birçok vaka… Bir vaka diyorum. Çünkü bu durum çözülmesi gereken derin sırlar barındırıyordu. En azından öyle algıladım. Bu şekilde dört yada beş belki de altı yıl geçti. Bu tevafuklar aklıma geldiğinde tanımadığım sana isminin hatırına dualar ederken asil duruşunu ve kınalı yürüyüşünü gönlümde hep süsledim durdum. Saçlarına yıldızları asarkan bakışlarına kaç tane küçük hilaller kondurduğumu nereden bileceksin.
Tüm karşılaşmalar her seferinde kafamı biraz daha karıştırırken ruhum diri tutuldu. Kalbi tutulan biri gibi kokuyordu hayat. Sıfatlar isimleşirken isimler öyküleşmeye başlamıştı seninle. İsmin sıfatın, sıfatında kaderin miydi senin. Sen başkasının olacakken sıfatın kaderim de ismin mi imtihanım olacak yoksa!
“Aklın pes ettiği bir dünyada aklın açıklayamadığı olaylarla geldiği bir yerde kendisine sunulan bir seçimi aklını nasıl kullanarak yapabilirdi ki.” Demişti Meşa Selimoviç. Ve bunu sana söylememi de istemiş gibi olmuştu biraz. İsmin niçin hayatımın bu kadar parçası oluyor anlıyamıyorum. Üstelik ne kadar kafamdan atsam da tanımadığım bir güç, birimini bilmediğim bir kudret kesinlikle buna izin vermiyor.
En cüzi hadisatların bile vukua gelmeden kayıtlı olduğu bilinci anlamsal bir süreci kilitlemediği gibi açamamıştı da. Tesadüf yoktu, hadisat da başıboş gelmiyordu. Doğruydu bunlar… Fakat anlam verdiklerimizin ne kadarı anlamlı, veremediklerimizin ise ne kadar anlamsız olduğu arayışı var olma arayışı mıydı! Hayatın anlamı benim ona yüklediğim anlam mı izleği bir öyküyü beraberinde getirdi. Anlam aramak bazen anlamsızlığa götürse de bildiğin gibi hayat risk alınmadan yaşanmıyor. Yıllarca risk almaktan kaç(ın)mam okuduğun gibi seni unutmama izin vermedi. Gümüş suyuyla yazılan gül kokulu bu mektub hani anlam olmak istersen diye… Belki beraber bedavadan bir astral seyahat de yaparız. Yok dediğinde de gül ve zafiran kokulu harflerimi usulca bırak. Kelimeler yolunu arayınca cümleler koşarak falan dağ filan tepe demeden mutlaka dönerler. O zaman sen de kendinle başbaşa kal ve biraz da mutlu ol! Fakat kendine ne benden selam söyle ne de bana kendinden bir haber gönder. Kendini çok kötü hissedersen gene de En’am 122 yi okuyabilirsin.
Bir Cuma günü şehre geldiğimde minik aşkımı itiraf etmemin tasdik edilmeye muhtaç olduğunu düşündüm. Cumadan sonra geri dönüp gitmek de tercih edilebilirdi elbette. Çünkü başka zaman öyle yapmış, söylemekten vazgeçerek gerisin geriye dönmüştüm. İkindi ezanı vakti arabaya bindiğimde şoför bir arkadaşına ısrarla “Kader nerde kaldı?” diye sordu. Tabi yüzüme acı bir gülümseme düştü. Sanki ismin bütün çakralarımı kusursuz bir şekilde açmıştı. Fakat biliçaltının derinliklerine sürüklenen isminin hayatımı mahvetmesine daha fazla izin vermem doğru olamazdı. Yoksa bedenimde ve beynimde frekansları karıştıran pezevenk ifritler mi mevcuttu.
Tecrübelerim ve hayatımın doğrusal olmayan uçları her zaman harflerin kelimelerden daha güçlü olduğu fikrini uyandırmıştı. Cifir hesabını bilmediğim için böyle düşünüyor olabilir miydim! Hipotezlerimin doğru olduğunu öğrenmek yanlış olduğunu öğrenmekten daha az mutluluk verici olmazdı. Lütfen seni nasıl buldum diye de sorma ikide bir!
İsmin ise zaten kendi içinde üç dört dereceden bilinmeyeni olan sırlı bir denklem. Belki de aşkımın sıfırdan büyük olmasına göre farklı kökleri yahut deltanın sıfıra eşit olması durumunda çift kökü olan bir eşitsizlik.
Denklemin değişken bir unsuru vardı ki senin yanlış kişi olman... Çünkü soyadını bilmiyordum. İçimden derin fakat şüpheli bir ses doğru kişi olduğunu söylüyordu. Müdür beyin odasında tam çıkarken karşılaşmamız bir bilinmeyeni çözdürürken yeni bir denklem kurulmuş oldu. Tabi bütün bunları söylemekten o gün çekildim. Çekindim demiyorum. Zira seni de bir arayışa yöneltmek hikmeti duygularımın içinde mevcuttu.
İki yıl önce yayımlanan bir öykümde senden bahsederken öykünün sonunu Kader’in ölüm yıldönümü ile bitirmiştim. Fakat daha sonra defalarca ismin tekrarlanması öyküyü yeniden ele almama neden oldu. Trabzona yaptığım bir ziyarette gene isminin yazılı olduğu bir kağıdın ayaklarımın dibine düşmesi anlam arayışına küçük bir kuvvetle hareket verdi. Altı ay sonra tekrar Trabzona gittiğimde “Gene olacak mı”dedim kendime. Hastahanede ekrana baktığımda gene ismin. Tabi bu durum hüküm verilemeyecek kadar zayıftı. Daha doğrusu öyle olmasını arzu ediyordum. Ta ki yanımdaki güvenlik görevlisi “Kadere söylerim haa.” dediğinde “Haydaaa” dedim. Artık sıkılmıştım. Kendime düşüncenin gücü olabilir mi diye sordum. Eğer öyle değilse bütün bunlar daha nelerle açıklanabilirdi sorusu ayak izlerimi takip etti. Bütün bu tevafuk durumlarını anlamlandırmak için tekkelere, dergâhlara vardım. Oradaki manevi havanın beni doğru yönlendirmesi içindi yolculuğum. Dergâhta isminin hatırına sana dualar bile ettim. Başıma gelenler Kader miydi yada kaderim miydi. Hasan ı harakani hazretlerinin himmetine o kadar ihtiyacım vardı ki kime anlatsam bilmiyorum.
Seni aramakla yapacağım yanlışı seni aramamakla yapacağım yanlışa denk tutmam sanırım adil ve asil bir duruş olmayacaktı. Aslında seni gördüğüm ilk günden itibaren mantıklı olan ve duygusal alan arasındaki ince çizgide yürürken seni düşünüyordum. Bildiğin gibi meselenin kaynağı ve derinliği arasındaki düzlemde kendimi konumlandıramadığım bir doğru parçasında odak noktasına sen nasıl ve niçin geldin diye düşünüyor ve bir cevap arıyorum. Aşık olmakla yapacağım bir yanlışı senden kaçıp kurtulmakla ‘eş’ tutmam yeni bir hata olacaktı. Duyguların mı mantıktan güçlü olduğu, mantığın mı daha güçlü olduğu bir seçimde isim ve sıfat, şekil ve biçim nerede durmalıydı bilmiyordum. Sevginin kaynağında ne vardır sorusu ile bu yol nereye gidecek sorusu arasında kurulacak doğru bağ belirleyici olacaktı değil mi Kader! İmtihanlardan kaçarak yapmadığımız doğruların sanırım suçlusu olacağız ve cezamızı da çekeceğiz. İman ve amelin belirlediği koordinatlatlarda büyük bir ihtimalle hani mutlu bir yuva kurulmaz mıydı diye düşünürken aklıma hep sen gelirdin. Fakat rüyalarıma ve istiharelerime neden konmadığını hiç bilmiyorum. Yüzey ve düzlem arasındaki hakikatte ayrıntılar ve ayrıtlardan meded umarak kesişim noktasını kaçırmak saha sorunu muydu ki!
Biliyor musun; her birimiz önce kendi zihnimizi sihirleriz. Ve sonra kelimelerin hem kahramanı hem de günahkarı oluruz. İsimlerimiz ve sıfatlarımız , eylemlerimiz ve düşüncelerimiz arasında sıkışıp kalmaktan kendini kurtaramayan bir akıl bizi özgür kılar mı! Derdimiz ve tasamız aramızdaki farkta dengeleyici nokta ne olmalıdır söyler misin bana. Kaygıların ve evhamların musallat olduğu bir hayatta akıl kendisine sunulan bir seçimi neye göre alacak bunu da ekler misin. Aklın kavrayamadığı kalbin ise kıvrandığı, bedenin yıprandığı ruhun ise çile çektiği bir arayışta Allah aşkına yegane olay neydi. Zihin ve hayat arasındaki bağlantıyı da açıklar mısın?
Bir cuma günü bir öykü yazarının okumam için gönderdiği “Senin öykün” isimli kitabını açtığımda karşıma çıkan isim malum tabi. Tabi daha neler neler. Belki de bütün bunları şeytan, kafamı karıştırmak için yapıyordu. Buna gücü yeter miydi. Sanırım ‘olabilir’ dedim kendime. Eğer şeytan bunları yapabiliyorsa reptilanlar yüzyıl öncesinden çok daha güçlüydü. “Manevi havanın kirlenmesi sonucu şeytanlar ve ifritler artık Hz. Süleyman dönemindeki kadar mı güçlü” diye düşünmekten alamadım çaresiz aklımı. Yoksa bana cinniler mi musallat olmuştu. Peki onlardan kurtulmak için ne yapabilirim. Hangi ayetleri okursam daha iyi gelir bilirsin belki… aman Allahım yoksa yecüc ve mecücler mi peşimde. Süfyanlar ve Deccaller midir beni rüyalarımda kovalayan. Tutup elimden kurtarsan beni onlardan, hani ne olur ki… Gümüş yüzüğü taksaydım parmağına da cünnetül esma kalkanım olaydın. Lucifer typlara karşı o zaman daha az zarar görürdüm belki de.
Ortaya doğru bir çizgi koyduğumu düşünüyorum. Seni yıllarca isminde ararken nasipte yıllar sonra yönetici esmayı bulmak varmış. Artık Allahın mücib ismiyle bilinç altıma dua edeceğim. Yıllardır askıda bekleyen dualarımı bu zikirle güçlendireceğim. Hakkımı zihnime helal ederken hukukumu asla helal etmeyeceğim fakat. Bu kadar müsibet üzerimize düşerken üstümüzdeki asırlık belaların def olmasını talep ediyordum sadece. Zihnimin akışına tabi olmak yerine hayatın akışında olmam gerekiyormuş... Bu yöntemi kullanırsam kendimi sana kapılmaktan koruyabilirmişim.:) Ferdiyet makamında otururken sen, nefs i suflinin tabakasında gezen benmişim. Dördüncü kat semaya bir kazık çakmanın zamanı gelmişse kimseyi cenazeye çağırmadan Limni adasına ayağımdaki prangalarla sadece sen göm beni. Eğer onuda istemezsen yıkılmış bir mezarımız bile olmasın.
***
Cuma günü gelmek için mi gitmek için mi olduğunu bilmeden terminale vardığımda bir de ne göreyim. Bir at büyük bir gürültüyle bağını koparıp sana doğru gelmeye başladı. Çantamı banka bırakıp kenara çekildim. Bir çocuk peşinden koşarak geliyordu. Sonra dev bir fil karları ezerek atın peşinden koştu. Onun peşinden de bir aslan ve bir yavru geyik. Aslan önde geyik ise arkadan geliyordu. Kimin kimden kaçtığını anlamamıştım.
Yaşlı bir adam geyiği yakalamak için son bir hamle yaptı. Aslanı geyikten kurtarmak istiyordu. Geyik ani bir manevrayla sağa döndü. Yaşlı adam kayarak yere düştü. Sinirinden ağzı köpüren bir deve ihtiyarı ezerek geyiğin peşinden gitti. Senden yaklaşık on beş yıl küçük bir kız çocuğu ağlayarak dedesinin yanına geldi. Dede şefkatle elinden tuttu torununun.
Aslan ise miyavlayarak havalandı. Geyiğe beni kurtar diye yalvarıyordu. Fil aslanın haline gülerek bir kahkaha attı. “Aslana yakışır mı miyavlamak” dedi. Aslan oralı bile olmadı. Deve üşümüş, büzüşmüştü. Nerden bu memlekete geldim diye sitem ediyordu. Geyik. “Hiçbirimiz burda olmak istemezdik aslan daha doğrusu aslancık hariç” dedi gülerek. Deve “kader” dedi daha fazla yürümek istemedi.
Rüzgar dinmişti sonunda. Küçülmüş aslan yavaş adımlarla boluncu çocuğun önüne düştü. Balonlarını kaybeden çocuk aslanın ağzına bir takme patlattı. Geyik ise o kadar yükselmişti ki gözlerden görüntüsü ve zihinlerden hatırası kayboldu. Kalpten ise izi silindi sadece. Öylece kayboldu gitti. Tıpkı sen gibi…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.