- 551 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Susuz Yaz (LaTekmenden Büyüklere Masallar)
Bir yaz günü…
Istranca dağlarında çıplak bir tepe vardı. Gündoğu yamacında ulu bir ağaç vardı. Dallı pınar da onun altındaydı…
Mevsim yazdı. Hava sıcak mı sıcak. Çekirgeler cır cır, börtü böcek fır fır, o da sığır çobanıydı.
Üç inek, bir tosun, bir düve, iki de öküzle yedi büyük baş; bir alaca oğlak, bir de sarıkulak olmak üzere toplam dokuz hayvanı vardı. Bir de kendisi vardı onuncu…
Çok susamıştı…
Sığırları patika boyundaki kuru buzağılığa bıraktı. Hemen, dalları harman yeri kadar geniş, gövdesi araba tekerleği kadar kalın olan ulu palamut ağacı altındaki pınara yollandı. Varır varmaz güdücü sopasını ağacın koca gövdesine dayadı, sırtındaki bez torbayı da çıkarıp alçak dalına astı.
Dili damağı kuruydu.
İçi bağrı yanıyordu.
Çok susuzdu.
Yazın son günleriydi. Ağustos bitecek, Eylül gelecekti. Eylülle birlikte güz gelecek, serin yeller esip serinletecekti belki ama havalar hala sıcaktı…
Sıcak ama ne sıcak…
Yaz boyunca dağ, bayır her yeri yakıp kavurmuştu acımasızca ve hala da kavurmaktaydı. Aylarca tek damla düşmemişti ki gökten, toprak susuzluktan tozumuş, otlar saman gibi kurumuş, dereler çöl olmuştu. Cümle yabanıl ne yesin, ne içsin. Kırım kıyamet gibi bir yazdı. Eşsiz, benzersiz. Yaşlılar dahi görmemiş, lafı geldiğinde söylememiş. Böylesi bir yazdı. Adı susuz yazdı ki, ileriki yıllarda böyle anılacaktı…
İçinde bambaşka hisler vardı bugün. Nedenini bilemiyordu ama sanki düne benzemeyen bazı tuhaflıklar vardı.
Çok susamıştı sözde. Pınarın başına çöküp kana kana su içecekti. Ama öyle yapmadı. Ağacın altında durup kaldı. Sebep, hissettiği tuhaflık olacak ki, gözlerini dikip pınarın oraya baktı. Baktı ki, mavi yosunlu beşik kayasının üstünde o vardı. Baktı ki, gene eskisi gibi kendisinin aynısıydı.
Tıpkısının aynısı…
Saçları uzun değil, kısaydı. Kulakları sivri değil, ovaldi. Çıplak değildi bedeni. Kısa kollu yırtık mintanı, dizleri yamalı eski pantolonu; üstü, başı giyinikti. Kılsız ayakları yalın değil naylon pabuçları vardı. Çökmüş kayanın tepesine, su damlayan ellerini sarkıtmış yere; sinir edici gülüşüyle ona bakmaktaydı. Sinirlendi ona. Kızgın sesiyle:
“Ne var ulan?” dedi, “Amcık gibi sırıtıyon gene! Ne var yani, ne var?”
Kayanın üstündeki cin Kerim’di. Cin Kerim, kendi ciniydi ve tıpkı benzeriydi. İkizi gibi…
Yıllardır bir savaşın içindeydi ikisi.
Ama silahsız bir savaştı onlarınki.
Aslında bir arayıştı o.
Asla savaş değildi.
Cin, ıslak ellerini havaya kaldırdı ona göstererek. Sonra başına götürüp kısa saçlarını sıvazlayarak yalabıklaştırdı.
“Su yok!” dedi, gıcık sesiyle. “Baktın gördün mü? Pınar kurumuş. Bir damla su yok! Ne yapacaksın şimdi?”
Kızdı, cin ifrit oldu Kerim’e. İnsafsıza bak dedi içinden, ne kadar da acımasız! Pınar kurudu diye seviniyor gibi, zil takıp oynayacak bir de. O susuz kalınca, cümle mahlûkat cayır cayır yanınca hoşuna gidecekti sanki.
“Sana ne ulan!” dedi kötü yürekli cine. “Siktir git işine! Neden burdasın ki! Kınalı götlü mumla mı çağırdık seni? Git cendemin dibine!”
Dedi ama dese de hıncını alamdı, rahatlayamadı. Canı sıkıldı acayip. Zaten kaç zamandır hep sıkkındı. Günlerdir içi tık tık, yüreği can evinin orada sıkışık; nefes almakta zorlanıyor, boğulup ölecekmiş gibi oluyordu.
Sıcak bir yazdı bu seneki yaz. Hem de görülmemiş şekilde sıcak. Son yağmur Mayıs ayında yağmıştı ve bulutlar verimkâr olup ondan sonra tek damla bile atmamıştı. Bu yüzden çok kuraktı. Toprak kül olup tozumuştu. Yer, gök çatır çatır kurumuştu. Bir kıvılcım çaksa, bir yangın çıksa bütün dağlar yanıp kül olacaktı.
“Bak gördün mü?” dedi Kerim. “Kör gözünü açıp gördün mü?”
“Neyi?” dedi, Hasret.
“Neyi olacak, fareyi!”
Kurumuş pınarın başında küçük bir fare vardı. Sıcaktan tarladaki evinde yanmış, deliğinden çıkıp fırlamış; koş babam koş, kaç günde buraya varmış. Ama bir yudum su bulamamış. Tüyleri kirli mirliydi. Dudakları çatlamış kuruluktan, gözleri çapaklanmış yorgunluktan; hali perişandı.
Gözlerini patlatıp subaşındaki çaresiz fareye bakınca köpeği sarıkulak da onun baktığı yana baktı. Acaba Hasret agasının baktığı yerde ne vardı? Baktı ki, sefil bir fare. İstifini bile bozmadan yattığı yerden hav hav yaptı. Köpek havlayınca; bir deri bir kemik bedeni, zayıfçık bacakları ve elleri, küçücük canı ha çıktım ha çıkacak; kaçsa ama nasıl kaçacak; korkudan tir tir titremeye başladı fare.
Sarıkulaklı köpeğini azarladı o zaman “Sus!” dedi ona, “Sus bakalım! Hav deyip de ürkütme! Görmüyon mu; hayvancık can derdinde. Eline bişey mi geçecek öldüğünde? Sen de cin gibi nekesleşme!”
Fare, şaşkındı. Bunca yol gelmişti su için ama bir yudumcuk bile yoktu. Dili, damağı kuruydu. İçi, bağrı yanıyordu. Bir adım daha gidecek hali yoktu. Su içmezse olduğu yere düşecekti ve nalları dikip oracıkta geberecekti. Bu yüzden çok umutsuzdu.
Denize düşen yılana sarılırmış. Öyle dermiş büyükler. Keşke suya düşseydim de yılana sarılsaydım derken ağzı açık, çatal dili sarkık koca bir yılan tıs yaptı. Farecik korkusundan altına sıçacaktı ki, yılan onu bırakıp kuru pınarın oraya kaydı. Açlık umurunda bile değil, sefil fareyi ne yapsın; o da çok susamıştı.
Yılan korkusundan kurtulunca dikilip yukarı göğe baktı fare. El açıp yalvaracaktı. Yalvaracaktı ama kime? Kime olduğunu bilmiyordu ya, belki de kızgın güneşe git diyecekti. Belki de görünmeyen bulutlara gel diyecekti. İkiniz düşman oldunuz, dünyayı yakıp kavurdunuz; insafınız kurusun, inadı bırakın artık deyip su isteyecekti. İsteyecekti ama boşuna.
Ulu ağacın koca dalındaki küçük serçeyi gördü o zaman. Kuş, yaprakların arasındaki serin yere tünemiş, gamsız baykuş gibi olup bitenleri seyretmekteydi. Fare, güneşten, buluttan vazgeçip ona seslendi yalvarırca:
“Serçe kardeş!” dedi, “Kuş kardeş! Kolunu, kanadını seveyim. Önünde diz çökeyim. Kaç gündür yollardayım. Yol yürümekten usandım. Dizlerim kesildi, takatsiz kaldım. Ölüyorum yorgunluktan. Hem de susuzluktan. Pınar da kurumuş! Başka yerlere nasıl varayım da nasıl bakayım. Senin kanatların var. Uçsan varsan soğuk suya… Uçsan varsan koca kaynağa… Baksan su var mı acaba? Ne dersin can kardeş!”
Serçe, başını eğip aşağı baktı. Yerdeki yalvar yakar eden minik fareyi umursamadı ya hiç konuşmasa olmazdı.
“Bu sıcakta mı?” dedi sadece. “Ben üşenmedim, gittim ta dolap dereye. İçtim suyumu geldim geriye. Dedim mi kimseye; bana su ver diye? Haydi, bak başının çaresine!”
Bak sen minik serçeye!
Ne kadar acımasız!
Ne kadar düşman tavırlar içinde!
Onun bu tavrına çok kızdı Hasret. Zaten günlerdir kızgındı. Zaten birçok şeye kırgındı. Bir de yalnız kalmıştı bugün.
Kazım gelmemiş; o yoktu. Fikoyla ablası gelmemiş; onlar yoktu. İbo yoktu, Neco yoktu. Veliko yoktu. Hiç arkadaşı yoktu bugün. Canı bu yüzden de sıkkındı. Dallı pınar da kurumuş, bir damla su yok! Bir de cin Kerim çıkmış beşik kayasının üstüne, kendisiyle dalga geçip eğlenmez mi; canı bu yüzden de sıkkındı. Bir de koca daldaki serçeye daha evvelden hınçlıydı. Arsız kuşlar! Bir tarla gündöndüyü çıt çıt yiyip bitirmişler, çekip başka diyarlara gitmemişler; sürü sürü hala buralarda yaşıyorlardı…
Uzun boylu zayıf babası, geri kafalı köylülerine inat; “inadım inat” demiş, inat etmiş; inadına dağ başındaki tarlaya gündöndü ekmişti yaz başında. Köylüler, birlik olmadıkları gibi onu çekememişlerdi. “Ekme uzun adam!” demişlerdi. “İnat adam, dediğim dedik adam!” demişlerdi. “Dağ başına gündöndü ekme! Domuz yer, kuş yer! Aç mahlûkatla baş edemezsin. Yer bitirirler. Sana zırnık kalmaz. Bırakmazlar. Koskoca Istrancalarda bir tarla gündöndü kime yetsin?” demişlerdi.
Biliyordu babası, yetmez. “Birlik olalım demişti onlara. Birleşelim, hep birlikte ekelim. Geceleri bekleriz, domuzlar gelemez. Kuşlara kışt deriz, çıt çıt yiyemez. Hem yeseler bile çok tarlayı bitiremezler.” Geri kafalı köylüler dinlememişti ama o inat etmişti ve bile bile ekmişti. Geceleri domuzdan beklemiş, gündüzleri kuşlarla cebelleşmişti.
İki ton çekirdek çıkaracaktı oradan. Tam iki ton. Kara kara çekirdek. Öyle hayal etmişti. İki ton çekirdeği satınca çok parası olacaktı. Öyle hayal etmişti. Parası olunca da oğlu Hasret’i şehirdeki okulda okutacaktı.
Okuyacaktı.
Okuyunca öğretmen olacaktı.
Öğretmen olunca çobanlıktan kurtulacaktı.
Serçeye kastı, biraz da bundandı.
Ayağının dibinde keskin köşeli bir taş vardı.
Aldı onu fırlattı.
Taş gitti kuşa çarptı.
Yarılan kafası kanadı.
Kanayan kuş bayıldı.
Yere düştü sonra.
Pat diye ses çıkardı.
Hasret de ne olduğunu anlayamayıp şaşırdı.
Koşup baktı ki; serçe, gık bile diyemeden ölüvermiş. Donakaldı. O, ömrü hayatında bir karınca bile öldürmemişti ki, başı döndü, sallandı.
Cin Kerim, hala beşik kayasındaydı. O zaman ayağa kalkıp kollarını iki yana açtı. Başladı başı kesik tavuk gibi zıplamaya. Hem de avaz avaz bağırmaya.
“Katil çocuk! Katil çocuk! Bir taş attın, can aldın. Hani insandın sen, kıyamazdın! Katil oldun işte, katil! Hani başkaydın sözde, şimdi sen de onlardansın!”
Ölü serçeyi aldı avuçlarının içine. Sıcacıktı daha ama boynu çabucak uzamış, gözleri anında kapanmıştı. Eline kan bulaşınca onu yere saldı. Oradan kaçıp ulu ağacın altına vardı. O anda daha başka tuhaflıklar yaşandı. Bütün yapraklar sararıp tek tek düşmeye başlayınca koca ağaç çabucak çırçıplak kaldı. O da gözlerinden yaşlar akıtıp ağlamaya başladı. Ağlaması bitip de kendine gelince gördüklerine inanamadı. Susuz pınarın etrafı ölü hayvanlarla doluydu.
Fare ölmüştü.
Yılan upuzundu kuru su akağında. Ölmüştü.
Az yukarıda boz tavşan vardı, kulakları düşmüş, boynu bükülmüş; ölmüştü.
Sincap ölmüştü.
Sarı tilkinin dili sarkıyordu ağzından. Öylece ölmüştü.
Tosbağa sırtüstü gelmiş, ayakları yukarda. Ölmüştü.
Koca kurt bile ölmüştü.
Ölü doluydu her yer.
O zaman bir taş da cin Kerim’e fırlattı. Cin, mavi yosunlu beşik kayanın öbür yanına atlamasaydı onun başı da yarılacaktı.
Ucu topuzlu güdücü sopasını aldı, bez torbasını sırtına astı, ölüleri orada bırakıp sığırlarının yanına yollandı. Kerim de arkasından. O, kalır mı? Onu hiç bırakır mı? Koşup yetişti peşinden. Koluna girdi usulca. Bu sefer kötü değil iyi Kerim’di. Kerim’in öyle olduğunu hissedince hiç ses etmedi. Kızıp bağırmadı, ona küfürler savurmadı. Ondan başka kimsesi yoktu ki, kiminle dertleşsin!
“Kimse yok!” dedi ona. “Kimsecikler yok. Canım çok sıkılıyo…”
“Pınar kurudu,” dedi cin. “Göksu kuru, çentik dere kuru, bütün dereler kuru. Su yok ki, neden gelsinler. Başka yere gitmişlerdir.”
“Benim haberim yok, neden söylemediler?”
“İyi gün dostu oğlum! Herkes iyi gün dostu! Varken iyi de yokken hepsi nekes. Sulu bir yer buldular, seni çağırmadılar. Sen de içersen bitecek sandılar. İnsanlar böyledir oğlum! Sende varsa varlar, sende kalmamışsa yok olurlar. İyi gün dostluğu oğlum…”
“Ne olacak şindi? Hadi benim ayranım var torbamda. Vıcırdamış olsa da. Bi de bostanım var, az sulu olsa da. Hayvanlar susuz Kerim, nolcak şindi? Onlar da susuzluktan kırılıp ölsün mü yabanıllar gibi?”
“Oğlum,” dedi o zaman cin Kerim. Dayanamadı, gene mukallitleşti. Onu gene makaraya sarmak istedi. “Asan var ya elinde! Bak, kabuğunu soymuşsun. Ateşte ısıtıp doğrultmuşsun. Ucu da topuz. Hem de kızılcık ağacından. Vur şu kayanın dibine gör bak ne olacak!”
“Ne olacak”
“Mucize olacak.”
“Sonra ne olacak?”
“Toprak yarılacak, su fışkıracak.”
“Dalga geçme!”
“Tamam, biz de uzayıp soğuk suya gideriz. Suyumuzu orada içeriz. O kurumaz.”
“Gurumaz mı?”
“Kurumuşsa koca kaynağa gideriz. O kurumaz.”
“Gurumaz mı? Ya gurumuşsa…”
“O da kurumuşsa… Oğlum, kuş ölmezden önce ne dedi?”
“Ne dedi?”
“Dolap dere demedi mi? Fareye ne dedi? Ben üşenmedim gittim, suyumu dolap dereden içip geldim demedi mi?”
“Dedii.”
“Biz de dolap dereye gideriz. O kurumaz, suyumuzu orada içeriz.”
“Dalga geçme!”
“Neden?”
“Oğlum, dolap dereye üç günde gidemeyiz.”
“Eee ama” dedi, cin Kerim, “ben susamadım. Bana ne!”
Sabaha karşı…
Bir ses duyuyordu uykusunun içinde. Ses, Kerim’in nenesi Cincime nenenin sesine benziyordu. Hem de kendi nenesi Ümmüş neneydi sanki seslenen.
“Hasreet!” diyordu, “Hasreet!” Ses çok derinden geliyordu. “Gızanım uyan hadi! Hadi aç gözlerini, uyan…” diyordu.
Sonra kendini biraz toparlayıp tanıdı sesi. Bu kendi nenesinin sesiydi. Ama çok derin uykudaydı, uyanamadı.
Başka sesler de duyuyordu uykusunun içinde. Sanki gecenin karanlığında yağmur bulutları dolaşıyordu da uzaktaki kovan kayası yanlarında gök gürlüyordu. Onları duyuyordu.
Birisi durmadan “uyan” diyordu ya gözlerini bir türlü açıp uyanamıyordu. Ama gözleri yumuk olsa da görebiliyordu. Odanın küçük camından içeri sızan sallantılı ışıklar ak boyalı duvarlarda acayip şekiller çiziyordu.
Şimşekler çakıyordu sanki. Sonra sert bir ses duydu. Top sesi gibi ama çatırdayarak, yarıp yırtarak…
Yakın bir yerlere yıldırım düşmüş olacak ki, yattığı yer sallanınca uyandı. O zaman doğrulup oturunca baktı ki nenesi gelmiş, başucunda dikiliyor. Duvardaki gaz lambası kısık olsa da onu seçebiliyordu.
“Nene, gurumuş!” dedi hemen.
Nenesi, belinlediğini anlamıştı ama hiç bozuntuya vermedi. Her şey gayet normalmiş gibi, sanki deminden beri konuşup dertleşiyorlarmış gibi ona yumuşacık cevap verdi.
“Ne gurumuş gızanım?”
“Dallı bunar gurumuş!”
“Dallı bunar mı?”
“Çentik dere guru. Mandalı guru. Göksu guru…”
“Guru mu?”
“Bi yudum su yok!”
“Tosbağalar ölmüş. Yılanlar ölmüş. Sıçanlar ölmüş…”
“Ölmüş mü?”
“Gurumuş dereler ölü dolu nene! Dallı bunarın başı da… Bütün hayvanlar ölmüş.”
“Yazık!”
“Kerim dedi ki, goca gaynak bilem gurumuş. Dolap dereye gidelim dedi baa. Orası çok uzak…”
“Uzak ya! Çak orayı nası gidilir?”
“Kerim dedi ki…”
Alnı, gözlerinin altı, bıyık yerleri boncuk boncuk ter içindeydi. Çok terlemişti.
“Sen ürya mı gördün yoksam?” dedi nenesi.
“Rüya gördüm.” dedi, uykudan yeni uyanırmış gibi.
“Muska gene yok boynunda! Naptın?”
“Çıkarıp attım.”
“Goca kavalı anan alıp yastığının altına komadı mı?”
“Koydu ama aldım attım.”
“Neye atıyon gızanım? Neden takmıyon boynuna? Gelir tabii! Bak gelmiş gene! Hınzırın cini! Ne cinlikler yaptı gene?”
Tam böyle derken aklına geldi nenesinin. Baktı ki, dizlerini dikip karnına çekmiş, elleri bacakları arasında öylece büzüşüvermiş; o zaman dizlerini aralayıp apışına baktı. Islak değildi bereket. Kerim isimli cin, kandırıp işetmemişti bu sefer ama ha işedim, ha işeyecek…
“Kalk kalk!” diye bağırdı hemen. “Kalk hınzır cinli! Çükün kalkmış enser gibi! Çık kıra da işe! Hadi çabık çabık! Çabık işe! Döşekleri göl etmeden…”
İşte o zaman yeni fark etti ki, kasıkları şişmiş top gibi. Çükü dikilmiş çivi gibi. Fırladığı gibi dışarı gitti.
Sabah olmamış, hala geceydi. Bir de köyün üstüne kara bulutlar çökmüş mü, her yer zifiri karanlıklar içindeydi.
Gök gürlüyordu ara sıra. Arada bir de sıra kayalar yanlarında şimşekler çakıyordu. Göz gözü görmez ürpertici karanlık bir yanda, gökte gürültüler, çakan şimşekler; içi ürperdi birden. Ama aklına rüyasında gördüğü kâbuslar gelince ürpertisi çabucak gidiverdi. “Kuraklık bitecek” deyip sevindi.
Sonra cin min çarpmasın diye besmele çekip merdivenlerden ev önüne doğru işedi. İşerken uzun uzun, sabahı düşledi. Düşünde gördüklerine müthiş sevindi. İçini büyük bir sevinç kaplamıştı anında. Çünkü susuzluk bitecekti.
“Yaşasın!” dedi…
Yaz bitiyordu bu gece. Sabaha güz geliyordu. Bulutlar niyetlenmiş, yağmurlar yağacaktı bakırdan döker gibi, sular akacaktı seller gibi. Kurumuş dereler dolup taşacaktı yeniden. Suyu kesilmiş pınarlar kaynayıp coşacaktı.
“Yaşasın!” dedi.
Toprak kanıp kabaracak, çatlaklardaki tohumlar ıslanıp uçlanacaktı. Çayır çimen olacaktı her yer.
“Yaşasın!” dedi.
Açlıktan bağırsakları yapışmış hayvanlar otlayıp doyacak, yeniden canlanacaktı. Canlanan canlar canına can katacaktı.
“Yaşasın!” dedi.
Çişi bitince çükü inmişti. Donunu beline çekip bir koşuda içeri geldi. Hemen de yatağa daldı. Hava serinlemişti. Üşüdüğünü sanıp yorgana sarındı. “Bu gece yaz bitecek” diye mırıldandı. “Yaz bitecek, sabaha güz gelecek” derken sevincinden uçuyordu sanki.
Güzün okula gidecekti çünkü. Uzaktaki okula. Güzün gidecekti, kaç sene sonraki yaz başında öğretmen çıkıp gelecekti.
“Yaşasın!”
Kaç sene sonra…
Sonbaharın son günleriydi.
Yakında kış gelecekti.
Öğretmen mektebindeydi o zaman. Vakit de geceydi. Uyurken yatağında, gene rüyalar âlemindeydi.
Cin Kerim kulağına seslendi:
“Hasreet!”
Hasret:
“Hıı?” dedi.
Cin Kerim:
“Gördün mü?”
Hasret:
“Neyi?”
Cin Kerim:
“Evin arkasındakileri...”
Çok yaşlı nenesi Ümmüş nene, dut ağacının altına bağdaş kurup oturmuş; elinde beş şiş, kör gözleriyle çetik örüyordu. Cin Kerim’in nenesi Cincime nene de karşısında; o da dişsiz ağzıyla çörek yiyor, hem de çene çalıyordu.
“Gıız!” diyordu, Ümmüş neneye, “Yimeden yaşanır mı gız?”
Ümmüş nene, başını kaldırmadan ona cevap veriyordu:
“Yaşanır mı hiç? Yaşanmaz elbet.”
Cincime nene:
“Gız Ümmüüş, su içmeden yaşanır mı?”
Ümmüş:
“Onsuz hiç yaşanmaz Cincime! Yaşanır mı hiç?”
Cincime:
“Yağmur yağmasa güzleme çıkar mıydı?”
Ümmüş:
“Çıkar mıydı?”
Cincime:
“Güneş ısıtmasa çimenler yaşar mıydı?”
Ümmüş:
“Nerdee…”
Cincime:
“Havasız da yaşanmaz gız!”
Ümmüş:
“Yaşanmaz valla!”
Cincime:
“Gız Ümmüş! Karnım bi güzel doydu. Kave koysan ateşe de pişse. Höpürdete höpürdete içsek de keyiflensek…”
Ümmüş:
“İyi olur valla…”
Tevfik Tekmen. Eylül/2010/Lüleburgaz