Kağıthane Yokuşları
-Kağıthane Yokuşları
(Yalnız esmeri renk bilen fakat yabancı renklere Türk misafirperverliğini göstermeye meyilli yürekler için…)
Kağıthane yokuşlarında yorgun adımların birbirini iti kaka kovaladığı bir yürüyüşün iki adamıyız. Biri esmer biri sarışın olmak üzere Güneş’in bize karşı takındığı o sıcak tavırdan pek haz etmediğimizi Türkçenin en ele gelir küfürleriyle dile getiriyoruz. Yüzünün boyası çoktan çakırkeyif bir ruh haline bürünmüş bir adam sigara içiyor. Yüzünün boyası çoktan dövülüp hastaneye kaldırılan diğer adam oturup öylece dinleniyor. Uzaktan bakanlar Kağıthane çocukları.
Bir market açılışının reklam broşürlerini dağıtan iki adam –iki uzaylı- şapkaları kafalarında, –antenleri tepelerinde- Üstlerinde renkli tulumlarıyla – üstlerinde radyoaktif elbiseleriyle-
bir camii köşesindeki dinlenişlerini – topraktan örnek almak için yaptıkları çalışmayı- bırakıp onları çalışmaları için Kağıthane denizinin başka kıyalarına götürecek minibüse bindiler. İkimize uzaktan bakarken dürbünümün merceğini semt halkının gözlerine buladığımda bizler artık başka mahluklardık.
Başka bir cadde başka dükkanlar fakat aynı insanlardı gördüklerimiz. Broşürleri bir an önce bitirmenin bir anlamı yoktu. Biz de bu şehir gibi saatli çalışıyoruz fakat makyajımız daha fazla ve biz giyiniğiz.
Ayaklarımızın yorgunluklarının argınlıkla olan dostluğu Anadolu’da kurulan bir devletin yükselme dönemi gibi. Eve gidip uyumayı günde üç pakete çıkaracağız. Uyku problemi çekenlere reçete olarak bizim deneyimlerimizi yazacaklar.
Mitolojide tepegöz ne ise oydu Kağıthane çocukları bizim için. Korkuyla karışık meraklı bir göz gezdirmeydi onların bizimle ilişkisi. Arada konuşmaya kalkanların ise Türkçeleri seyrekti.
Önünden geçtiğimiz gecekonduların içi esmer, dışı esmer… İstanbul’un amele yanığıydı Kağıthane. Bu tiyatronun üzücü sahneleri sanki hep Kağıthane’de geçiyordu. Bir fahişenin Güzel gece elbisesinin altındaki sarkık göğüsleri gibi boynu öne eğik bir şekilde kaderine teslim olmuş ve hiçbir neşterin dikleştiremeyeceği halde suskun ve doğan bebelerine süt veremeyecek haldeydi.
Gündüzü sırtlayan saatler hamallığını akşama devrediyordu. Biz sabır taşlarımızı birbirine vurup ateş yakmak çabasındayız. Şu kıvılcımlarda olmasa bırakacağız kendimizi bir yokuştan aşağı. Zaten her taraf yokuş olduğundan sonsuza dek yuvarlanacağız.
Boya ile terin sevişmesi esmer yüzümü doğuruyor. Nur topu gibi siyah kaşlarım oluyor. Bir katanın öpücüğü gibi anlımda duran o tek çizgi de kendini gösteriyor.
İş bitti. Şimdi eve gidiyoruz. Palyaço olmak, açık havada maskeli balodur. Kimse kim olduğunuzu önemsemez siz bile önemsemezsiniz. Çünkü siz artık sadece kırmızı burunlu bir palyaçosunuzdur.
YORUMLAR
Parantez içinde yazdığın betim çok iyi. Öykü içindeki tasvirlerde oldukça etkili ancak soyutlamada ifrata kaçılmış biraz. Şiirin aksine nesirde, Türkçeyi eğip, bükmek, sözcüklerin gerçek anlamlarından uzaklaşıp yan anlamlara sapmak her zaman iyi sonuçlar vermiyor. Mesela ayaklardaki yorgunluk ve argınlık arasındaki dostluğun, Anadolu’da kurulan bir devletin yükselme dönemine benzetilişi gayet ilgsiz bir dizilim. Sonrasındaki; uykuyu üç pakete çıkarma ve uyku deneyimini reçeteleme fikri ise oldukça özgün ve güzel. Özetle, zorlama ilgilerden uzak durmak gerek... Paylaşmış olduğun son öykü ‘Merceğin Ardında’ yı okuyup buraya kadar geldim. O öykünün altına birkaç şey karalamak istedim ancak hem ikinci bölümden itibaren okumaya başlamam hem de içinde zombiler, uzaylılar falan geçen bilim kurgu-fantastik yazıları fazla uçuk bulmamdan kaynaklı pek giremedim öykünün içne. Tabii burada sorun edebi türün kendisinde ya da senin yazdıklarında değil, benim fazla gerçekçi olmamdan kaynaklı, farkındayım. Aslında, bu işin duayeni Isaac Asimov’un Vakıf serisini okuyup bu takıntımdan kurtulmayı denemişliğim de var. Maalesef sonuç müspet değil; öykü ve romanda gerçek dışılığı sevemiyorum. Yetenekli bir kalemsiniz. Daha uzun ve daha gerçekçi yazılarınızı da okuruz umarım.
Selamlar.