"Târih-î kadîm, Tevfik Fikret, Uyarlayan : Sunar Yazıcıoğlu" isimli şiir 15.3.2018 23:01:27 Edebiyatdefteri.com Web Zamanında Edebiyatdefteri.com Sunucularına Yüklenmiş/Güncellenmiştir.
Edebiyatdefteri.com sunucularına yüklenen veya güncellenen şiirler web zaman damgası ile işaretlenir. Web zaman damgası ile işaretlenen şiirleri sertifika zamanında yer alan bilgilere göre doğruluğunu taahhüt eder.
Detaylı Bilgi İçin Tıklayın.
Beşerin köhne macerasından bize efsaneler anlatan; bizi, ölmüş atalarımızın geçmişin boşluğunda bir siyah ve uzun gece teşkil eden hayatından ninniler uydurup uyutan; bize en doğru, en güzel örnek, diye geçmiş zamanı göstererek: Gelecek günlerin geçen geceden farkı yok, hükmü yok sanısı veren; ve alnındaki altı bin yılık buruşuklarla şüpheler karışık. Başı, maziye yani rüyaya, ayağı, ati denen heyulaya sürünen bir deri bir kemik kalmış heykel… Onu bazen durdurup nazarımda tiksinmeden sorarım eski hatıralarından. O bir feylesof, biraz sırtlan, ve bütün kabalığıyla bir hortlak; unutulmuş geceyi yoklayarak boğuk, paslı bir dillilikle bana başlar birer birer nakle zamanların art arda gelen olaylarını: Hep felâket, elem yığınlarını! bir şanlı asker geçse her zaman, daima geçtiği yola kan saçan bir bulut gölge bırakır; mutlak başta, en başta kanlı bir bayrak; onu bir kanlı taç eder takip, sonra kan dökenin tahrip vasıtaları: Mızrak, yay, kılıç, topuz, balta, mancınık, top, tüfek, sapan… Arada kanlı âmirleriyle savaş süvarisi; sonra artık alay alay köleler… Mutlaka bir muzaffer, on mağlup; çiğneyen haklı, çiğnenen hatalı. Zora alkış, gurura secde: soyluluk zayıflık ve aşağılıkla aynı. Doğruluk dilde yok, dudaklarda; hayır, ayaklarda, şer kucaklarda. Bir hakikat: Hakikat zinciri; bir belâgat: Belâgat kılıcı. Hak güçlünün, yani kötünündür; en açık öz söz: Ezmeyen ezilir! Her şeref yapma, her saadet dolaşık; her şeyin başı, sonu karma karışık. Din şehit ister, gök ise kurban; her zaman her tarafta kan, kan, kan!.. Söyler, inler, sayıklar; velhasıl beşerin, anlatır ne yolda, nasıl bu bozuk ömrü sürdüğünü; görürüm kanların köpürdüğünü, o iskeletin o dişlek ağzında, sesinin zorlayan titremesinde öyle ürküten bir inilti yankısı işitir, öyle titrerim ki, yer, sanırım lanetten titrer … İndir, ey çekişme mahşeri indir perdeleri, yürekler acısı sahnene! Sönsün artık bu daimi fitne. Hele sen, ey cılız gelenek, yetişir çizdiğin siyah çizgiler!.. Biz sabah isteriz sabah; o uzun geceler bollukta yaşayana hayır olsun! Kimsin ey gölge, sen ki, çok içip haksızlığa doğru acele edip!.. kanlı bir şeyle oynamış gibisin; belli, düşmanısın hemcinsimin. Kahramanlık… Esâsı kan, vahşet; beldeler çiğne, ordular mahvet; kes, kopar, kır, sürükle, ez, yak, yık; ne, aman! bil, ne, ah! işit, ne, yazık! Geçtiğin yer ölüm, elem dolsun; ne ekinden eser, ne ot, ne yosun; sönsün evler, sürünsün aileler; kalmasın hırpalanmadık bir yer; her ocak benzesin mezar taşına; damlar insin yetimlerin başına… Bu ne vicdansızlık, ayıp, ne utanç? Yere geç gücünle ey serdar! Her zafer bir harabe, bir mezar; ey zapteden, utan şu mezarlıktan! Yıkıl ey köhne bağımsızlık tahtı; kahrının altında inliyor nesiller! Parçalan ey yenik düşmüş taç, şu yığınlarla sefil ve muhtaç, hep senin, işte, hep senin eserin! Gözyaşından yapılma incilerin görsen artık nasıl yosunlanmış… Size mazi ne hisle aldanmış? Bilsem, ey kana susamış kargalar, sizlerle dolu karanlıklar, Fikre artık yeter tahakkümünüz; yaşanır pek güzel üstünlüksüz. Sizi tarih eder himaye, gidin, gece dostudur şakilerin. Ve yoklukta, yerin altında boğulun sakladıklarınızla; işte size en güzel müjde: tasarlanan armağan gelecek devirlere; işte hakiki hürriyet: Ne savaşan, ne harp, ne istila; ne saltanat, ne bahtsızlık, ne sataşma; ne şikayet, ne de ezen istibdat; ben benim, sen de sen, ne kul, ne hükümran! O zaman ey hırlayan iskelet, şimdi “cenk, ihtilal, anlaşma, çıkar …” diye saydıkların meçhul kalır; birer ucube ya da hayalet hikayesidir. Yırtılır ey köhne kitap yarın fikirlere mezar olan sahifelerin fakat bunu kimden ümit edelim; Bu yüce yaradılış evrimini kim, hangi kuvvet üstlenecek. Kâinatın sahibi… Evet gerçek. Kâinatın sahibi olan tanrısal kuvvet, o yaklaşılamayan suskun surat; o fakat aslı hep bu kavgaların!... Ey gökyüzü, ey selleri asırların, şimdi sevilen baygın bir şarkı, şimdi zindanda, tutsak bir kuru ses; şimdi yanık ya da kıvrak bir nakarat bir geniş “Oh!”, bir derin “Heyhat!”, bir dua, bir kaside; şimdi sâkin, şimdi sallaması inatçı bir yelin, şimdi bir garip istek, şimdi sabırsız bir başa kakma, şimdi bir titreme, bir çan nağmesi, şimdi bir davul ve kös inlemesi; şimdi aczin sessiz ağlayışı; şimdi kahrın kişneyen şükranı; şimdi düzgün ve özlü bir hutbe, şimdi mahcup, hasta bir yalvarış; şimdi bir gülüş, şimdi bir yürek oynatan, şimdi dehşetli bir haykırış olan çalkalanmaların gürültüleriyle inleyen boş kubbe söyle!... Söyle sen her sedanın yankılandığı yersin, şu yas feryadı içinde hangi ses, yankısının üstünde yürüdüğü bilinen ulu mevkiye yükselebilmiş ve söyle hangi dua kabul edilmiş? Ey İlahi gök! Seni din büyüklerinden dinledim: “Benzersiz ve noksansız, “diri, canlı, yüce ve güçlü “rızkı veren, istekleri gerçekleştiren, “ezen ve cezalandıran, her şeyi bilen, "görünen, sır olan her şeyi görüp işiten, “çaresizlere yardım eden, “kendi her yerde hazır ve nazır…” Diye vasıflandırıyorlar. En parlak vasfın “Ortağı yok” iken bak, kaç ortağın var şu bataklıkta? Hepsi cami hizmetlisi, güçlü ve gazap eden, Hepsinin sıfatı “ortağı yok”, hepsinin emirlere uyması, yasaklaması, saltanatı; hepsinin gökten gelen ilhamı, hepsinin güneşi, ayı, yıldızları, hepsinin var bir görünmez tapılanı; hepsinin var bir vaat edilmiş cenneti; hepsinin bir varlığı, bir insan yönü, hepsinin saygı duyduğu bir peygamberi hepsinin cennetinde hurileri, hepsi insanların cehenneminden gına getirmiş; hepsi halkından istiyor, yenik iki büklüm bir sabırla başı eğik… Ben ki hepsinden şüphe ederim; kime sorsam diyor ki “yok haberim”. Kim bilir belki kuruntu hepsi; belki aldatmak hayatın gereği? Kim bilir, belki hepsi doğru da ben kendi hissimin yanıltmasından varı “yok” bilmek istedim, yoku “var”. Şüphe… İşte suçlanmam bu, ne zarar? Şüphe, bir nura doğru koşmaktır; gerçeği aydınlatmak bilenler için haktır. Kim bilir belki biri mevcut; belki ahrette var… Fakat bu vücut eseri olmakla yaratanın niye olsun esiri bir cefanın, Kim bilir belki aslımız toprak, onu sıkıntılı bir çamur yapmak ki gözenekleri kanla, yaşla dolu, hangi hain tesadüfün işi bu? Hem niçin yoktan eyleyip icat sonra yokluğa gitmelerine yol açmak? Bu kötü işi bir yaratan işlemez; var eden mahveder, harap etmez!... İşte en zorlu hasmın ey Yaratan, seni Gök kubbende kızdıran, bize vaktiyle öfkenin zehrinden verdiğin bir yudum, odur bu yılan; bileceksin bu hasmı elbet sen: Şüphe!...En zalim, en güçlü düşman. Bizi en çok aldatan belan, yahut en gafilane yanıltan. Bak bugün “hile, kurnazlık, sapma”, seni var ettiklerinden uzaklaştırıyor; üflüyor mabedindeki meşaleleri, kırıyor elleriyle heykelini. Ve bütün kudretinle felce uğratılan sen çöküyorsun… Ne mahvolma burçlarında, ne yıldırımlar, ne bir kızgın esinti, ne cehennemlerinde bir galeyan; ne bakışlar mateminden haberdar olan, ne kulaklarda bir hazin çınlama… Kopsa tabiattan bir zerre cismin, duyulur hiç olmazsa bir yakınma. Sen göçüyorsun da Gökyüzünde ve Yeryüzünde yok tabiatta bir inilti bile. Aksine her tarafta kahkahalar, yalana ancak iki yüzlülük ve ahmaklık ağlar.
TEVFİK FİKRET Günümüz türkçesine uyarlayan: Sunar Yazıcıoğlu
Sitemizde daha iyi hizmet verebilmek için sitemizde çerez kullanılmaktadır.