KERBELÂ ŞEHİTLERİNİN DESTANI (Manzum Hikaye)Şiirin hikayesini görmek için tıklayın Kerbelâ olayının anlatıldığı bu manzum hikaye, 1999 yılında yayınladığım "Kerbele Şehitlerinin Destanı" adlı kitabın son bölümünden alınmıştır. Ekteki kapak resmi kitabın yeni baskısıdır. 2 Temmuz 2020 günü ilaveli yayınlanmıştır. Yaşar Yıltan
KERBELÂ ŞEHİTLERİNİN DESTANI YAŞAR YILTAN l İnsanlar her şeyin farkına varmaya, Ama her şeyin farkına varmaya başladıkları bir gün, Felâketlerin, zulümlerin, yoksulluğun, Kendilerinin peşlerini bırakmadıklarını, Anlamaya başladıkları bir gün, Bunun nedenini öğrenmek isteyince, Başında yaz kış dumanın hiç eksik olmadığı, Her yanının ormanlardan geçilmediği, İçinde çeşitli hayvan ve kuşların bulunduğu, Yücelerden yüce bir dağın yüksek bir yamacında, Ne zamandan beri yaşadığı, Kimin, neyin, nesi olduğunu hiç kimsenin bilmediği, Ak saçlı, ak sakallı bilge bir ihtiyara, Akıl danışmaya karar verdiler. Ona “Ey ulu dede!” dediler. “Biz kendimizi bildiğimizden beri, Hatta büyüklerimizin büyüklerinin de, Kendilerini bildiklerinden beri, Hiçbir gün mutlu olmadık! Hiç yüzümüzün güldüğü de olmadı. Hep yarı açız, hiç doyduğumuzu bilmedik. Toprağımız verimli, ama ürünümüz bereketsiz. Suyumuz var, ama öyle azgın ki, kullanamıyoruz. Kullanmaya kalktığımızda da bir can feda ediyoruz. Sonra hep birbirimize düşmanız. Sürekli kavga halindeyiz sanki. Bu nice haldir böyle?” Gözleri alev saçan herkesin dedesi, Ak sakalını sıvazladı önce. Sonra çok uzaklara baktı düşünceli düşünceli. Bir süre sonra da dedi ki: “Bu yerlerde yaşayan insanlar yüzyıllar önce. Mutluluk içindeydiler; Herkesin yüzü gülerdi. Sevgiyle yaklaşırlardı birbirlerine. Büyük bir saygı vardı küçükten büyüğe. Herkes birbirine yardım etmek için yarışırdı. Kavga nedir, bilmezlerdi. Toprak verimli, ürün bereketli, sular sakindi. Aç hiç kimse yoktu orada. Sonra bir gün nasılsa, Gökten mi indiler yerden mi bittiler, bilinmez. Birileri çıktı ortaya. O ülkenin insanlarının aklını çelmeye çalıştılar; Mal dediler, mülk dediler, para dediler. Makam dediler, mevki dediler, siyaset dediler. Kimi insanları kandırdılar da. Nereden geldikleri bilinmeyen bu insanlara, Hak gasp edilmesi nedir bilmeyen bu ülke insanları, Birlik olup karşı da çıkamadılar. Derken bunlar, her geçen gün çoğaldıkça çoğaldılar. Çoğaldıkça halka zulmetmeye de başladılar. Kendi istediklerini elde etmek için, Yapmayacakları kötülükler, zulümler yoktu. Çünkü onların yanında insanın hiç değeri yoktu. Kendileriyle birlikte olanlara her şey verdiler; Onları efendi, ağa, bey yaptılar. Olmayanların ise her şeylerine el koydular; Haklarını aldılar, özgürlüklerini aldılar, Hatta çalışıp kazandıklarını da ellerinden aldılar. Eğer karşı çıkan olduysa da tek tük. Hiç acımadan öldürdüler hemen onları. İnsanlar birbirine düşman olmuştu artık. Herkes herkesten korkuyor, Herkes herkesten kuşkulanıyordu. Kimse kimseye güvenmiyordu. Bıçak dahi açmıyordu hiç kimsenin ağzını. Yüzler solmuş, gözler donuklaşmıştı. Bir başkasının güldüğünü görmemişti hiç kimse. Büyük bir umutsuzluk içindeydi herkes. Hiçbir çare de bulamıyorlardı. Aklı başında olan birkaç kişi, bir gün, Tüm cesaretlerini toplayıp bir araya geldiler. Düşündüler, taşındılar: Bu böyle gitmez, dediler. Bu belâdan kurtulmak gerekir, dediler. Bizi bu belâdan, bu zulmetten ancak, Olağanüstü özelliği olan biri kurtarır, dediler. Sordular, soruşturdular; sonunda da buldular. Böyle bir yiğit vardı. Bu yiğit çok uzaklarda bir yerlerdeydi. Muhammet peygamberin torunu, Şah-ı Merdan Ali’nin oğlu Hüseyin’di. Onu çağırmaya karar verdiler, sonunda. II Bir kez söz vermişti onlara. Onun sözü sözdü. İki eli kanda da olsa giderdi Hüseyin. Bu işin sonunda ölüm de olsa giderdi. Hiç kimse onu yolundan döndüremezdi. Irak halkının ileri gelenleri, Mektup üstüne mektup, haber üstüne haber göndermişlerdi. Kendisine bağlılıklarını bildiriyorlardı her defasında. Her şeylerini onun yoluna feda edeceklerini de. Bir an önce yola çıkmasını da istiyorlardı. Çevresindeki niceleri uyarmıştı onu: “Gitme!” diyorlardı “Onlara güven olmaz! Onlar sözünde durmayan insanlardır. Bilmez misin baban Ali’yle kardeşin Hasan’a ettiklerini. Onlara da bağlılıklarını bildirmişlerdi ama, Sonra yüzüstü bırakmışlardı her ikisini de.” Ama Hüseyin kararını vermişti bir kez: Gidecekti. Hiç kimse döndüremezdi onu yolundan. Sonra, sadece Iraklılar çağırdı diye değil, Zalim Yezit’e baş eğmemek için gidecekti. Hem şunu da iyi biliyordu: Zalimin zulmüne karşı gelmeyenler, Onun zulmüne ortak da olurlardı. İşte asıl bundan dolayı gidecekti Irak’a. Kısa sürede tüm hazırlıklarını tamamlamıştı Hüseyin. Yanına güvendiği adamlarını, yakınlarını Ve Ehl-i Beyt’ini alarak yola koyulmuştu. Onun yola çıktığını haber almıştı bile Yezit. Hatta asker de göndermişti üzerine. Bu durumu öğrenen Hüseyin hiç de üzülmemişti. Çünkü kendisini çağıran Iraklılar vardı, nasıl olsa, Yardımına geleceklerini sandığı. Hem epeyce de yaklaşmıştı Kufe’ye. Ama çok geçmeden acı gerçeği öğrendi; Iraklılar yine dönmüşlerdi sözlerinden! Hüseyin büyük bir öfke duydu içinden. Ama sabrederek dışa vurmadı bu kızgınlığını. Hatta onlara acıdı da; Büyük bir felakete uğrayacaklarını düşünerek. Çünkü onlar, tam üçüncü kez dönmüşlerdi sözlerinden. “Geri dön!” dedi ona, yolda karşılaştığı birçok kişi: “Çok kalabalıklar çünkü, baş edemezsin onlarla. Seni öldürmek için geliyorlar. Ölümden korkmazsın, bunu biliyoruz ama Senin ortadan kalkman demek, Onların zulüm iktidarlarının devam etmesi demektir. Onlara bir tek sen engel olursun. Onlar da iyi biliyorlar bunu. Onun için ne yapıp edip öldürecekler seni. Bunun da hep fırsatını kolladılar şimdiye kadar. Ama eğer yine de dönmek istemezsen, O zaman yapacağın en iyi iş, Bir yerlere gizlenmektir şimdilik. Ne zaman ortam uygun olursa, İşte o zaman ortaya çıkar, mücadeleye devam edersin.” Bunun üzerine Kufe yolundan ayrıldı Hüseyin. Kafilesini bir süre dolaştırdı çeşitli yerlerde. Sonunda Fırat kenarındaki “Kerbelâ” denen yere kon-durdu. Zalim düşman çok geçmeden buldu onu orada. Dediler ki: “Ey peygamber torunu! Hilâfet senin hakkındır, Ama güç kuvvet kimdeyse halife odur. Şu anda da güç Yezit’te olduğuna göre, halife odur. Bunda hak hukuk böyledir. Şimdi senin, bu hilâfet hakkından vazgeçmen gerek.” Hüseyin’i zorlamanın tam zamanıydı şimdi, Yezit’i halife olarak kabul ettirmek için. Bundan daha iyi bir fırsat bulamazlardı bir daha. Bu fırsatı iyi değerlendireceklerdi, elbette. Eğer iyi değerlendiremezlerse onların sonu olabilirdi, bu. Çünkü onu böyle güç bir durumda bulamazlardı bir da-ha. Bunu da çok iyi biliyordu bu zalimler. Onun için Hüseyin’in her türlü teklifini, hemen anında reddediyorlardı. Onların tek şartları vardı: Yezit’in yanına gidip onun halifeliğini kabul etmek. Eğer bunu kabul etmezse öldüreceklerdi onu. Ama aslında onu öldürmekti asıl amaç. Çünkü o, çok tehlikeliydi zalim Yezit için. Hiç kimse yardım edemesin, diye onlara, Dört bir yanlarını kuşattılar askerlerle önce. Sonra düşündüler ki bu da etkilemezdi onları. En iyisi susuz da bırakmaktı; susuzluktan bunalmaları için. Belki o zaman çok daha kolay baş edilirdi onlarla. Bunun için de askerlerini yerleştirdiler Fırat’la aralarına. Oysa zalimlerin bilmedikleri bir şey vardı: İnanmak. Haklı olduğuna gerçekten inananlar, az da olsalar, Vazgeçmezlerdi hiçbir zaman inandıkları düşüncelerin-den. Hele de bu, bir zalime bağlanmaksa, Ölseler de vazgeçmezlerdi, doğru bildiklerinden. lll Birdenbire duyulan ney ve nefir seslerinden, Yer gök inlemeye başlamıştı. Hüseyin düşman askerlerine baktı hemen. Onların savaş düzeni halini almış olduklarını gördü. Oysa birkaç günden beri görüşmeler sürmekteydi hâlâ. Şimdiye kadar hiç de savaş halleri yoktu. Ne oldu da birden savaş kararı almışlardı böyle. Zalimlerin bir acelesi vardı anlaşılan. Hem vakit de akşam üzeriydi ki zaman da dardı. Buna rağmen savaş kararı almaları... Yoksa bir korku mu düşmüştü içlerine. Hüseyin kardeşi Abbas’ı gönderdi düşmana, O akşam savaşılmaması için; O akşam cuma akşamıydı çünkü. O gece cuma gecesiydi çünkü. Gecelerin en kutsalıydı o gece. O gece dua edeceklerdi Tanrı’ya. Nefsini yok edecekti herkes. Gönüllerinde Tanrı’yı bulacaklardı. Kendilerini Tanrı’ya vereceklerdi. Kendilerini Tanrı’yla bütünleştireceklerdi. Tüm canlar bir olacaktı o gece. Savaşın ertesi güne bırakılma isteğini, İstemeden de olsa kabul etti düşman. Hüseyin çevresine topladı herkesi hemen. Onlara hitaben bir konuşma yapacaktı çünkü. “Onlar beni istiyorlar.” diyordu konuşmasında. “Beni elde ederlerse başka bir şey istemezler. Onun için isteyen geri dönebilir. Onları yenmek mümkün de değildir; Çok kalabalıklar çünkü. Bu yüzden isteyen geri dönebilir. Döndü, diye de hiç kimseye kırılmam. Ben de başıma geleceklere razıyım. Takdir-i ezelde ne yazılmışsa o olur.” diyordu. Ama hiç kimse onu terk etmedi. Gerçek yoldaş, yoldaşını kötü günde terk etmeyendir. Sonunda ölüm de olsa. Gece sessiz ve ıssızdı. Bir tek Allah adı duyuluyordu, Tüm gönüllerde ve dudaklarda. Bir büyük mabetti sanki dünya. Her şey ama her şey, o güne göreydi sanki. Susmuştu tüm dünya. Hatta evren de susmuştu. Kapkaranlık gecede ortalığı aydınlatan, Bir büyük ateş vardı sadece. Önlem olsun diye, çadırların üç yanına kazılan, Hendeklerin içindeki ateşti bu, yanmakta olan. O bile bozamamıştı gecenin sessizliğini. Yakardılar Tanrı’ya tüm gece boyunca, Hem kendileri için hem de herkes için, Her türlü kötülükten korusun diye onları. Hele de çocuklar ve kadınlar için, Çok daha önemliydi bu; Eli silah tutan erkeklerin hepsi ölürse eğer, Kim koruyacaktı onları zalimlerden? Onların ne yapacağı belli olmazdı ki. Düşman bu, düşmanlığını gösterecekti elbette. Hepsi böyle düşünüyorlardı. Yoksa hiç kimsenin ölümden korkusu yoktu. Sabah olmuş, tan yeri ağarmıştı. Önce ufukta gittikçe koyulaşan bir kızıllık görüldü. Sonra ortalık aydınlanmaya başladı yavaş yavaş. Derken, gecenin sessiz ve ıssızlığı, Birden bir hareketliliğe bıraktı yerini. Her tarafta bir telaş bir telaş. Kerbelâ çölü o gün her zamankinden daha farklıydı. Fırat nehri o gün daha farklı akıyordu. Bitkiler, kuşlar, dağlar, taşlar bambaşkaydı o gün. Seher yeli daha hafif, ılık ve nemli esiyordu o gün. Kısaca, doğadaki her şey bambaşkaydı o gün. lV O geceyi ibadetle geçiren Hüseyin, Bir ara uykuya daldığı bir sırada, Peygamber dedesini görmüştü düşünde: “Üzülme, bu akşam bizimlesin.” diyordu ona. “Melekler karşılamak için seni bekliyorlar.” Hüseyin’e şehitlik müjdesi de veriyordu. Sabah anlatınca bunu yanındakilere, Ağlamaya başladı herkes. “Ağlamayı demiyorum.” dedi Hüseyin. “Çığlıklar atıp ,feryat etmeyin.” “Gözyaşlarınızı sessizce akıtın, sadece.” O gün aşure günüydü. Takvimler 10 Muharrem’i gösteriyordu. Ekim’in 10’u. Yıl 680’di. O günün ta başından beri savaşa hazırdı Hüseyin. Peygamber dedesinin savaş takımları vardı üzerinde; Başındaki sarığından vücudundaki zırhına kadar. Her şey ama her şey ona aitti. Belindeki kılıç da onundu. Hatta üzerine bindiği at da. (Hadikatü’s Süeda-Fuzuli) Kendinden emin bir halde askerlerinin yanına gitti, Hüseyin. O şundan kesin olarak emindi: Yapılacak bu savaşın asıl galibinin kendisi olacağından. Bu savaşta birçoğu gibi o da ölebilirdi. Ama sonuçta kazanan, haktan yana olandı her zaman. Zalimler hiçbir zaman kazanamazdı çünkü. Hüseyin, inançlı bir avuç askerini, Gayet disiplinli bir şekilde düzenledi. Sağ ve sol yanına en savaşçı olanları yerleştirdi. Merkeze de kendisi geçmişti. Sancağı ise kardeşi Abbas’a verdi. Kendi askerlerinin azlığından kaygılanmayan Hüseyin, Düşman askerlerinin çokluğundan da korkmuyordu: Ölüm onun için korkunç bir son değildi ki korksun. Düşman da savaş düzeni almıştı. Atlı ve yaya on binlerce asker saldırmaya hazır bekliyordu. Askerlerin, hayvanların ve savaş çalgılarının sesleri, Uğultu halinde gökyüzüne yükseliyordu. Anlaşabilmek umuduyla düşmanla konuşmaya gitti Hüseyin. Onlara: “Ey Irak halkı!” dedi. “Ben kendi halimde yaşıyorken, Sırf siz çağırdığınız için geldim. Gördüm ki şimdi yalnız bırakıyorsunuz beni. Ne kötülük ettim ki size, Benim kanımı dökmeye karar verdiniz.” Onlardan hiç kimse cevap vermedi Hüseyin’e. O da kendini çağıranlara isim isim seslendi. Hatta gönderdikleri mektupları da gösterdi onlara. Onlar bu kez: ”Doğru!” dediler, mecburen. “Ama şimdi seni istemiyoruz!” Bu sözler karşısında Hüseyin, hiç de şaşırmadı. Ama acıdı onlara. Eğer düşman topyekun saldıracak olursa, Bu savaşta hiç şanslarının olmadığını biliyordu Hüseyin. Onun için teke tek vuruşmayı teklif etti düşmana. Ama ne olursa olsun teke tek vuruşmayı. Kabul ettiler onlar da bu tarz savaşı. Hüseyin ilk olarak kendisi çıkmak istiyordu cenge. Bu savaş onun savaşıydı çünkü. Zalimlerin asıl istedikleri de buydu zaten. Ama dostları bırakmadılar onu: “Biz sağ oldukça seni cenge bırakmayız.” diyorlardı. Kendileri savaşmak istiyorlardı ilk önce çünkü. Sonra iki taraftan da er meydanına çıkıldı. İlk çıkan da Hür adında biri olmuştu. O düşman komutanıydı; Ama bırakmış gelmişti Hüseyin’in yanına. Sonra da hemen savaş alanına çıkmıştı. İlk şehit o oldu düşmanla yiğitçe vuruşa vuruşa. Sonra da diğer yiğitler çıktı er meydanına. Birer aslan kesilmişlerdi Hüseyin’in askerleri. Önlerine kim çıkarsa öldürüyorlardı. En ünlü dövüşçülerini de salsa düşman, Hüseyin’in yiğitleri karşısında bir varlık gösteremiyorlardı. Gösteremezlerdi de. Çünkü Hüseyin’in yiğitleri inançlıydı, cesurdu. Hatta en önemlisi yiğit mi yiğittiler. Şaşırmış kalmıştı zalim düşman; Susuzluk, Hüseyin’in yiğitlerine hiç etki etmemişti, çünkü. Meydana çıkan her yiğit olağanüstüydü sanki. Bitmek tükenmek nedir bilmeyen bir güçle savaşıyorlardı. Şimdiye kadar onlarca düşman öldürmüştü her biri. Bu da büyük bir korkuya neden oldu düşman içinde. Artık hayır gelmezdi artık onlardan. İnsanın tüm cesareti kıran korku girmişti içlerine. “Böyle olursa bunlar, tek tek öldürürler hepimizi.” dedi-ler. Korkaktı onlar, alçaktılar, inançsızdılar. “Hep birlikte saldırmak gerek.” dediler. Onlar savaşı yiğitçe vuruşma değil, Haince öldürme olarak öğrenmişlerdi. Sayıca yüz kat da fazla olsalar, Hatta bin kat da fazla olsalar, Korkak yine korkaktı, Hain yine haindi, Zalim yine zalimdi. Teke tek vuruşmada yenemeyeceklerini anladıkları zaman, Hücum ettiler yüzlerce ya da binlerce askerle. Direnebildiği kadar direndi Hüseyin’in yiğitleri. Ama sonunda güçleri tükenince şehit oldular birer birer. Oysa onlar söz vermişlerdi Hüseyin’e. Teke tek vuruşma için. Daha işin başında vazgeçmişlerdi verdikleri bu sözden. Onlar için verilen söz, önemli de değildi zaten. İşlerine gelirse sadık kalırlar, gelmezse kalmazlardı. Savaşı, kavgayı yiğitçe değil de, Hile ile kazanmayı amaç edinirseniz; İktidarda kalmayı da adaletle değil de, Çeşitli ayak oyunlarıyla sürdürmeye çalışırsanız eğer; Ne savaş sonunda ’barış’ getirirsiniz, Ne de iktidarınızda ülkeye ’huzur.’ V Gökyüzünün tepesine iyice yaklaşmış olan güneş, Kılıç gibi keskin ışığıyla yakıp kavuruyordu yer yanı. Bir yandan yakıcı sıcak diğer yandan susuzluk, Herkesi bunaltmıştı iyice. Hüseyin sadece sabır diliyordu herkese. Başka bir şey de yapmıyordu hatta: O günden iki gün önceydi, Hüseyin bir yeri gösterip kazdırmıştı. Su çıkmıştı o kazılan yerden. Ama su, çok geçmeden ortadan kaybolmuştu. Bu şu demekti: Kaderde susuzluk vardı. Hüseyin bir daha hiçbir yeri kazdırmadı, su için: Çünkü mesele, su meselesi değildi. Mesele, zalimlere karşı koymaktı. Ali Murtaza’nın oğulları, Fazıl, Bekir, Osman, Avni, Abdullah ve Abbas. Tek tek çıktılar meydana. Hepsi de babalarını aratmayacak, Haydarane yiğitlikler gösterdiler. Düşmana dar ettiler meydanı. Düşman cesaret edemiyordu, Onların karşısına tek tek çıkmaya. Diğerlerine nasıl topluca hücum ettilerse, Şah-ı Merdan’ın oğullarının üzerine de öyle gittiler. Bu kadar kalabalık düşman karşısında ancak, Yapabileceklerinin en fazlasını yaptılar: Güçleri tükenene kadar çarpıştılar. Sonra da tek tek şehit düştüler. Şehit düşen kardeşlerden Abbas’ın yeri, Bambaşkaydı Hüseyin’in yanında; İslam ordusunun sancaktarlığından tutun da, Düşmanla konuşup görüşmelere kadar. Her şeyde onu görevlendiriyordu Hüseyin. Abbas şehit düştüğünde, "Şimdi belim kırıldı!” diye inlemişti; Çünkü, her şeyde ona güveniyordu. Abbas savaşma sırası kendine geldiğinde, Ordunun sancağını toprağa saplayıp, İmam Hüseyin’in yanına gitti, -Herkesin yaptığı gibi-ondan izin almaya. Hüseyin de izin verdi, Er meydanına çıkmak isteyen kardeşine. Hüseyin kardeşi Abbas’tan, ümitsiz de olsa, Düşmanla konuşup görüşmesini istedi, bir kez daha; Onu asıl kaygılandıran kadın ve çocuklardı. Onları savunacak erkek kalmayınca, halleri nice olurdu. Zalimlerin ne yapacakları belli olmazdı ki!.. Abbas, düşmandan su istedi önce, çocuklar için. Sonra da barış teklif etti onlara: Hüseyin’in Arap ülkelerini bırakacağını (Hadikatü’s Süeda-Fuzuli) Türk illerine gideceğini, söyledi. Onlar, bunların hiçbirini kabul etmediler. Görünen oydu ki, kıyamete kadar da olsa, onların Hiçbir şekilde barışa niyetleri yoktu. Ve yine onların, dünya sel altında kalsa da, Bu zalimlerin ellerinden gelse, O sel suyundan bir damla bile vermezlerdi. Abbas bu durumu Hüseyin’e anlatırken, Çocukların “Susadık, susadık!” feryatları üzerine, Hiçbir şeyden korkmadan, Fırat’a yöneldi; Ne yapıp edip getirecekti suyu onlara. Her şeye rağmen yapacaktı bunu. Yıldırım gibi ileri atıldı Abbas. Fırat’ı tutan binlerce zalim, Müthiş bir ok yağmuruna tuttular onu. Bu oklardan kurtulan Abbas, darmadağınık etti düşmanı. Fırat’a ulaşmıştı sonunda. Ama suya ulaştırmadılar onu. Bir kez daha daldı düşman arasına. Musa’nın Asası gibi geçit açıp, Fırat’ın suyuna ulaşmıştı bu kez. Önce atını sulayıp kendisi de içmek istedi. Hemen vazgeçti bu düşüncesinden; Çünkü şehit olanlar ve çocuklar geldi aklına. Su kabını doldurup ayrıldı Fırat’tan. Bağrı yanmış, dudağı kurumuş çocuklara, Suyu bir an önce ulaştırmalıydı Abbas. O, su kabını doldururken, Düşman iyice sarmıştı onun çevresini. Zalimlerin arasına hışımla daldı, yine bir kez daha. Var gücüyle atını mahmuzlamıştı. At anlamıştı sahibinin arzusunu. O da savaşıyordu düşmana karşı şimdi. Zalimlerin çemberini bir yarabilseydiler. Hiç kimse tutamazdı onları, artık. Uçarcasına giderlerdi hedeflerine. Ama düşman öyle bir direniyordu ki, Bir adım bile öteye gidememişlerdi. Büyük bir azimle direniyordu, Abbas: Karşısında koskoca bir ordu vardı, Her türlü donanımıyla insandan bir duvar oluşturmuş. Bir türlü aşamıyordu o duvarı Abbas. Bir an geldi ki işte o anda, Bir zalim onun sağ kolunu kopardı kılıçla. O da diğer eline aldı su kabını. Derken, diğer kolunu da kopardı, bir başka zalim. Şimdi her iki kolu da yoktu Abbas’ın. Su kabını nasıl taşıyacaktı artık? Bütün bunlara rağmen hiç de bırakmaya niyeti yoktu; Bir olağanüstülük göstermesi gerekti bunun için. Yaptı da nitekim. Atından indi, su kabına eğildi. Sonra da dişleri arasına alıp omzuna yükledi. Zalimlerse şaşkın bakışlar arasında izledi tüm bu olanları. Düşmanlarına karşı daha bir amansızca savaşıyordu şimdi: Hem atının hem de kendi tekmeleriyle dövüşüyordu. Suyu her şeye rağmen ulaştırmalıydı çocuklara. Zalimler, Abbas’ın hâlâ pes etmemesi üzerine, Su kabını deldiler okla. Suyun hepsi aktı gitti toprağa. İşte asıl o zaman yıkılmıştı Abbas. Derken, aldığı yaraların da etkisiyle, Mecali kalmadığında atından düştü. Ve sonunda şehit oldu o da, Derinden gelen bir ah çekerek; Çünkü, çocuklara suyu ulaştıramamıştı. Vl Sonra Hasan’ın oğlu Abdullah çıktı meydana. Yiğitçe savaşıyordu hiçbir şeyden korkmadan. Karşısına çıkanları deviriyordu bir bir. Hiç kimse dayanamıyordu onun önünde. Artık, onun karşısına çıkmak istemiyordu hiç kimse. Bunun üzerine bir bahane buldu zalim düşman: Abdullah’ın susuzluktan bunalmasını bekleyeceklerdi. Bekliyorlardı da büyük bir sabırla. Ama Abdullah bekleyemezdi, nitekim beklemedi de; Saldırdı düşman üzerine bir arslan gibi. Hem de düşman ordusunun tam ortasına. Herkes kaçıyordu onun önünde. Çil yavrusu gibi dağılıyorlardı, Onun yıldırım gibi hücumu karşısında. Hatta ordu komutanı Sa’d oğlu Ömer de kaçmıştı. Baktılar ki askerleri dağılacak, beklemekten vazgeçtiler. Hemen toplanıp saldırdılar, hep birlikte onun üzerine. Bu toplu saldırıyı gören Hüseyin’in askerlerinden, - Başta köle Firûzan olmak üzere - üç kişi çıktılar mey-dana. Yardım etmek için koştular Abdullah’ın yanına. Şimdi dört yiğit savaşıyordu, yüzlerce namerde karşı. Bu dört cengâver öyle bir savaşıyordu ki, Dar gelmişti koca meydan düşmana. Bunun üzerine bir o kadar daha namert geldi, On binlerce düşman askeri arasından. Kalabalık olmak bir şey ifade etmiyordu, Bu dört cengâverin yiğitçe vuruşması karşısında. Hele köle Firûzan bir başka cenk çıkarıyordu o gün; Darmadağınık ediyordu zalimleri. Eğer susuzluğu olmasaydı o gün, onun, Koca bir orduyla baş ederdi tek başına. Susuzluk içini yakıncaya kadar yiğitçe savaştı düşmanla. Şimdi o da şehit olmuştu artık. Abdullah’ın içini hararet basmıştı iyice. Daha fazla karşı koyamıyordu düşmana artık. Bunun üzerine amcası Hüseyin’in yanına geldi: Ona susuzluğunu, içindeki harareti söyledi. Hüseyin de ona şehitliği müjdeliyordu ancak. Abdullah tekrar döndü yiğitlik meydanına ama, Karşısında değil bir yiğit bulmak, binlerce namert buldu. Onun bu kez daha fazla dayanamayacağını bilen düşman, Binlerce kişiyle hücum etti üzerine. Ortalarına alıp dört bir yanından saldırdılar. Dayanabildiği kadar dayandı Abdullah. Gücü tükenene kadar savaştı. Takati kesilene kadar vuruştu. Sonunda şehit düştü yiğitçe vuruşa vuruşa. Hani bir ateş koru düştüğü yeri nasıl yakarsa hemen. İşte öyle yakmıştı, Kasım’ın yüreğini bu acı. Gözleri kararmıştı, her yer kapkaranlık gelmişti ona. İntikam ateşi düşmüştü içine. Kardeşinin böyle hunharca öldürülmesine çok öfkelenmişti. Yiğitçe savaşmıştı o, mertçe savaşmıştı. Oysa öyle savaşmamıştı namert düşman. Kasım’ın içinde büyük bir ıstırap vardı. Kardeşinin intikamını almalıydı mutlaka. Bunun için amcası Hüseyin’in yanına gitti, izin almaya. Ama Hüseyin hiç de izin verme yanlısı değildi; Yeğeninin savaşmasını istemiyordu çünkü. Kasım bir çok yönüyle çok benzerdi babası Hasan’a. Hem de Kasım daha çok gençti. Delikanlıydı o, kanı kaynıyordu, duramıyordu yerinde. Çıkmak istiyordu yiğitlik meydanına bir an önce. Ne yapıp edip amcasını ikna etmeliydi bunun için. Ama amcası Hüseyin bir türlü ikna olmuyordu. Sonra birden babasının vasiyeti geldi hatırına. Derler ki Hasan, bir pazıbent takmıştı oğlunun koluna. Sıkıntılı zamanında açmasını istemişti ondan. Pazıbent açılınca şunların yazıldığını gördü Kasım: “Amcan Hüseyin, Kerbelâ’da zorda kaldığında, Canını vermekten çekinme onun yolunda.” Öylesine çok sevindi ki bunu okuyunca Kasım. Koşarak geldi amcasının yanına, büyük bir mutlulukla. Vasiyetnameyi gösterdi ona. O da izin verdi yeğenine ister istemez. Ama Hüseyin’e de bir vasiyette bulunmuştu Hasan: Bu, Kasım’ın nikahını kıymaktı.(Hadikatü’s Süeda - Fuzuli) Hem de Hüseyin’in kendi sevgili kızıyla. Hüseyin, Kasım’a nişanlısını gösterip nikahlarını kıydı. Nişanlısını bu olmadık zamanda karşısında gören Kasım, Sevgilisinin güzelliğine hayran kaldı. Bu güzelliğe kendini kaptırmış gitmişti. Bir an için bile gözlerini alamıyordu ondan. Ne zamandan beri seyrettiğinin farkında bile değildi. Ta ki gür bir nara duyuncaya kadar: Zalim düşman er diliyordu meydana. Kasım kendine geldi: utandı, kızardı. Yiğitlik meydanına çıkmak için hemen hazırlandı. Tüm bu olanları kaygılı gözlerle seyreden kadınlar, Şimdi birden feryada başladılar. Çığlıkları bütün dünyayı kaplamıştı sanki. Kasım’ın gitmesini, ölmesini istemiyorlardı; Muratlarına nail olamamışlardı çünkü, onlar. Çarçabuk hazırlanıp çıktı savaş alanına, hemencecik. Hüseyin de yardım etmişti yeğeninin hazırlanmasına. Şehit olacağını iyi biliyordu Kasım; Amcası onun gömleğinin yakasını koparmıştı çünkü. Bir kefen kılığı vermek için yapmıştı bunu Hüseyin. Ölümden korkmuyordu Kasım. Hiçbir şeyden de çekinmiyordu aynı zamanda. Ama aklı fikri hep nişanlısındaydı. Nasıl bir yiğit olduğunu göstermeliydi sevgilisine. Gösteriyordu da; dayanamıyordu düşman onun karşısın-da. Aşk tüm ölümsüz gücünü ona vermişti şimdi. Böyle olunca da, hiçbir güç dayanamıyordu onun önün-de. Bir bir deviriyordu önüne geleni çünkü. Tüm güçler birleşse baş edemezlerdi şimdi onunla. Kısa sürede anlamıştı bunu düşman. Onun için hep birlikte hücum edeceklerdi yine. Ama bu kez farklı yapacaklardı bunu; Kılıç, ok ve süngü ile yaralamaya çalışacaklardı önce. Ve sonra, aynı anda ney, kös ve nefir sesleriyle de, Moralini bozmaya çalışacaklardı. Susuzluğu içinde iyice hissetmeye başlamıştı Kasım. Bunun için döndü geldi Hüseyin’in yanına: “İçimi yakıp kavuruyor.” dedi, ”Bu susuzluk ateşi.” Hüseyin ona şehitliği müjdeledi, ancak. İsterse bir kez daha nişanlısını görebileceğini de söyledi. Gitti sevgilisinin yanına Kasım. İçindeki sevda ateşi, susuzluk ateşini bastırmıştı sanki. Hiç ayrılmak istemiyordu sevgilisinin yanından. Ama öte yandan, zalim düşman bekliyordu onu Er meydanında. Yüreği parçalanarak da olsa veda etti, Gözyaşlarına boğulmuş sevgilisine. Ehl-i Beyt’teki kadınlar feryada başladıklarında, O kahretti zalim feleğe; Sevenleri birbirinden ayırdığı için. Tekrar er meydanına çıkmıştı Kasım. Ama karmakarışıktı kafası. Kaygı doluydu içi. Şöyle bir göz attı meydana. Düşman onu bekliyordu, avını bekleyen kurt sürüsü misali. Tam, düşman üzerine dolu dizgin giderken, Birden, gözü düşman sancağına ilişti. Artık belliydi hedefi; Yere düşürecekti düşman sancağını. Var gücüyle hücum etti o yana. Ama düşman iyi savunuyordu sancağını. Kan revan içinde kalmıştı her yanı. Gittikçe gücünü de kaybediyordu. Daha da zayıf hamleler yapıyordu her defasında. Sonunda şehit düşmüştü o da. Vll Hüseyin’in oğullarından Ali Ekber, Birden yerinden fırlayıp babasının yanına geldi; Yalvara yakara izin istedi ondan, ısrarla, Yiğitlik meydanına çıkmak için. Hüseyin izin verdi sonunda, üzülerek de olsa. Oğlunu kendi eliyle hazırladı sonra. Çığlık çığlığaydı Ehl-i Beyt’teki tüm kadınlar. Savaşmasını istemiyorlardı onun. Daha çok gençti çünkü. Yamandı Ali Ekber, hem de çok yaman. Hiç kimse döndüremezdi onu yolundan. O, on sekiz yaşın verdiği coşkuyla, Bir an önce çıkmak istiyordu yiğitlik meydanına. Muhammet peygamberin sesi çok özlendiği zaman, Ali Ekber’i konuştururdu Ehl-i Beyt’tekiler. O kadar çok benzerdi ki peygamber dedesine, Sesinden simasına kadar... Onun kadar benzemezdi hiç kimse. Yiğitlik meydanına çıkmıştı şimdi Ali Ekber. Oyunlar gösteriyordu atıyla dosta düşmana. Kendisini tanıttı sonra gür bir nara atarak. -Zaten tanımıştı düşman onu, peygambere benzerliğinden- Er diledi karşısına yiğitçe savaşacak. Ama hiç kimse çıkmadı karşısına: Sıcaktan ve susuzluktan bunalmasını bekleyeceklerdi. Eğer Ali Ekber saldıracak olursa, O zaman da mızraklarla karşılayacaklardı onu. Onlar öylece bekliyorlardı ama, Daha fazla bekleyemezdi Ali Ekber. Güneş gittikçe daha çok yakıyordu çünkü. Ona hiçbir şey engel olmamalıydı; Ne sıcak ne susuzluk ne de mızrak ormanı. Hücum etti zalimlerin üzerine hiç korkmadan: Bir bir deviriyordu önüne geleni. Onlara yiğitlik meydanını dar etmişti. Aslanlar gibi savaşıyordu düşmanla. Yiğitti o, delikanlıydı o. Hiçbir şey engel olamıyordu ona. Şunu iyi biliyordu düşman: Elbet, sıcak ve susuzluk ona etki edecekti. Sadece savunmada kalıyorlardı bunun için. Sonunda dayanamadı da Kerbelâ çölünün sıcaklığına. Büyük bir hararet basmıştı içini. Sonra babası Hüseyin’in yanına geldi: “Susuzluktan bunaldım.” dedi babasına. Ağzı dili kurumuştu. Öyle ki dili ağzının içinde kapkara olmuştu. Üzerindeki zırhı da ısınmış, onu yakıyordu. Savaş aletleri de ağır gelmişti nazik bedenine. Hüseyin dilini uzattı oğluna. Emmesini istedi Ali Ekber’den. Babası Hüseyin’in dilini emen Ali Ekber, (Taberi Tarihi) Susuzluğunu biraz da olsa gidermişti. Oğlunun terli ve tozlu yüzünü, Elleriyle sildi, temizledi Hüseyin. Sonra da onu tekrar gönderdi yiğitlik meydanına. Yiğitlik meydanına tekrar dönen Ali Ekber’in, Dört bir yanını sarıvermişti zalim düşman. Biliyorlardı ki Ali Ekber bu kez, Sıcak ve susuzluğa daha fazla dayanamazdı. Hele de toplu olarak üzerine gidip sıkıştırılırsa, Takati çabuk kesileceğinden, Onu yenmek çok daha kolay olurdu. Gerçi bu yiğitliğe sığmazdı ama, Onlar için bunun hiç önemi yoktu. Zaten başından beri de yapıyorlardı bunu. Etrafını sarıp çember içine almışlardı onu. Her ne kadar da onda, Büyük dedesi Muhammet peygamberin yiğitliği, Dedesi Şah-ı Merdan’ın savaşçılığı da olsa, Bir yere kadar dayanabilirdi: Öyle de oldu sonunda nitekim; Sıcaktan, susuzluktan ve aldığı yaralardan, Gücü tükenmiş, takati kesilmişti. Her yandan gelen kılıç darbelerine karşı koyamıyordu ar-tık. “Baba!” diye bağırabildi ancak, sesi çıktığı kadar. Oğlunu sesini duyan Hüseyin, Elinde olmadan feryat etti. Yer gök yankılandı bu feryatla. Tüm cihan inledi sanki o anda. Güneş patlamış gibi gökyüzünün rengi değişmişti. O vakte kadar hiç ama hiç kimse, Onun feryat ettiğini duymamıştı. Zulme, acıya, hainliğeydi feryadı. Oğlunu zalimce vurmuşlardı gözünün önünde. Büyük bir hışımla atıldı meydana. Zalim düşman, onun üzerlerine geldiğini sanarak, Kaçıştılar büyük bir korkuyla, ta çadırlarına kadar. Oysa o, oğlunu almak için çıkmıştı meydana. Toza toprağa batmıştı Ali Ekber. Kan revan içindeydi. Alıp çadırına getirdi Hüseyin onu. Başını dizine aldı sevgili oğlunun. Yüzündeki tozları sildi eliyle. Sonra da saçlarını düzeltti. Yanağını oğlunun yanağına değdirip, “Oğlum, Ali Ekber!” diye seslendi, ona. Babasının sesini duyan Ali Ekber, gözlerini açtı. Sevgili babasını, annesini ve kardeşlerini gördü. Hepsi toplanmışlardı, başucundaydılar. Üzgündüler, kaygılıydılar. “Baba!” dedi anlaşılabilir bir sesle. Sonra, ancak Hüseyin’in anlayabileceği bir şeyler söyle-di, Gittikçe alçalan bir sesle. Sonunda o da şehit olmuştu. Kardeşi Zeynep üstüne kapanmış, feryat ediyordu. Çığlık çığlığaydı tüm kadınlar. Onlara teselli veriyordu Hüseyin: İnananlar belâya sabreder. Ali Ekber’in şehit olmasından sonra, Hüseyin’in yanında iki oğlu kalmıştı şimdi: Biri Ali Asgar, diğeri Zeynelabidin. Ali Asgar altı aylık bir bebekti. (Hadikatü’s Süeda-Fuzuli) Bir süt çocuğuydu daha. (Taberi tarihi) O gün ta seher vaktinden beri ağlıyordu; Açtı çünkü, susuzdu da. Ağzına ne bir damla süt ne de su girmişti o gün. Susuzluk ve gerginlik annesinin sütünü de kesmişti. Avutmak için kucağına aldı onu Hüseyin. Ama ne yaptıysa boşunaydı. Bebek bir türlü avunmuyordu. Mutlaka süt ya da su gerekti onun için. Hüseyin, umutsuz da olsa, bebeği zalimlere gösterdi: “Haydi biz neyse de.” dedi. “Şu yavrucağa bir damla su verin.” Bir bebeği kendilerine düşman sayacak kadar, Öyle taş kalpli zalimlerdi ki onlar, Ne yapsan ne etsen yararı yoktu. Onların gözleri kör, kulakları sağırdı çünkü. “Yezit’i halife tanımadığın sürece” dediler, “Ne sana ne de çocuklarına bir damla bile su yoktur.” Onlar için insan önemli değildi. Onlar için iktidar önemliydi, makam ve mevki önemliydi. Oysa bunlar her türlü kötülüğü yaptırırdı insana. Bir zamanlar peygamberin yanında, Onunla birlikte her türlü cefayı çeken insanlar, Bugün oğullarının iktidar, makam ve mevki için, Ne kadar alçaldıklarını görseler, Utançlarından kahrolurlardı herhalde. Bir bebekten bir damla suyu esirgeyenlerle, Konuşacak hiçbir şey olamazdı artık. Gerisin geriye dönüp geliyordu ki Hüseyin. İşte tam o sırada, zalimlerden biri bir ok attı: Bu ok geldi geldi, bebeğin boğazına saplandı. Bunu gören Hüseyin neye uğradığına şaşırdı. Beyninden vurulmuşa dönmüştü adeta. Minicik yavrusunun kanları akıyordu boğazından. Sesi soluğu da çıkmıyordu artık. Haykırmak istiyordu Hüseyin: Acımasızlığa, insafsızlığa, zulme karşı haykırmak istiyordu. Ama haykıramıyordu; Nefesi tutulmuş, sesi kesilmişti çünkü. Boğazına bir şeyler düğümlenmişti sanki. Gözünden iki damla yaş gelmişti ancak. Zalimliğin bu kadarı da olamazdı. Ne istiyorlardı şu günahsız yavrudan. Büyük bir öfke duydu içinde Hüseyin. Ama yine de lanet okuyamadı onlara. Acımıştı sonları için çünkü. Kendine sonsuz bir sabır diledi Tanrı’dan. Büyük bir soğukkanlılıkla çıkardı Hüseyin, Bebeğinin boğazındaki oku. Oluk oluk kan boşanmıştı o minicik yavrusundan. Önce oğlunun tenindeki kanları sildi Hüseyin. Bir güzel temizlemişti o mübarek elleriyle. Sonra da karısı Şehrbanu’ya verdi, O masumun cansız bedenini. “Şehit oldu oğlun.” dedi, üzgün bir sesle. Yine çığlık atıp, feryat etti tüm kadınlar. Ama bu kez lanetler de yağdırıyorlardı, Zalimlerin üzerine tüm nefretleriyle. “Ne olursa olsun, sadece sabredin.” diyordu Hüseyin. “Hem de belânın her çeşidine.” “Zalimler ise bir gün mutlaka cezalarını çekeceklerdir.” “Hem de korkunç bir şekilde.” VIII Olayların ta başından beri hastaydı Zeynelâbidin. Çöl humması hastalığına yakalanmıştı çünkü Çadırdaki yatağından kalkamayacak kadar kötüydü. Tir tir titriyordu. Çok da zayıflamıştı. Yirmi yaşında olmasına rağmen, Dokuz yaşında gibi görünüyordu. Bin bir güçlükle ayağa kalktı Zeynelâbidin. Meydana çıkıp savaşmak istiyordu. Savaşmaması gerektiğini söyledi Hüseyin, ona. Kendisindeki emanetleri teslim edeceği Bir tek o kalmıştı çünkü. Onun için sağ kalmalıydı o. Hüseyin teslim etti Zeynelâbidin’e, Dede ve atalarından kalan emanetleri: Kelâmullah, Fatıma’nın Mushaf’ı, (7) Hadikatü’s Süeda-Fuzuli Cifr-i Ebyaz, Cifr-i Câmi, Kıyamet ilmi ve Baki ilimlerdi bunlar. Bunların sorumluluğunu ancak imamlar taşıyabilirdi. IX Dostları böyle günde yalnız bırakmak olmazdı. O da gidecekti onların gittiği yere. "Dostların düğününe giderken süslenmek gerek." dedi. Ve toz içindeki elini, yüzünü, saçlarını temizledi sonra. En güzel giysilerini de giyindi ardından. Tüm silah takımlarını da tekrar gözden geçirdi bir bir. Aslında o, cenge ilk olarak kendisi çıkmak istiyordu; Hiç kimsenin acısını görmek istemediği için böyle istemişti. Ama yiğit dostları, canları onu bırakmadılar ki savaşsın. Şimdi ise, onları hepsi tek tek şehit olduklarına göre, Artık kim engel olacaktı ona? Ehl-i Beyt’e veda edip er meydanına çıktı Hüseyin. (Hadikatü’s Süeda-Fuzuli) Peygamber dedesinin Zülcenah adındaki atına binmişti. Boynunda da babası Ali’nin Zülfikar adlı kılıcı vardı. Hamza’nın kalkanı da omzundaydı. Kendinden gayet emin bir halde çıkmıştı meydana Hüseyin. Hiçbir korkusu, kaygısı, telaşı yoktu da. Niçin olsundu hem. Hele de siyaset, makam ve mevki için, Bir araya gelen çıkarcıların ordusuysa bu. Onlardan zerre kadar korkusu olamazdı. Ölüm desen; zaten ondan hiç korkusu yoktu. Yazılanlar gelirdi nasıl olsa her kulun başına. Kaderinde burada candan olmak varsa eğer Bundan kaçış olmadığını da bilirdi, aklı başında olanlar. Şimşek yürüyüşlü atını sürdü meydanın tam ortasına. Önce elindeki can alıcı kargıyı sapladı toprağa. Gelenek olduğu üzere kendini tanıttı sonra. Kim olduğunu uzun uzun anlattı onlara. Ardından zalimliğin cezasız kalmayacağını da söyledi. Geçmiş zamanlara bakıldığında, zalimlerin, Ne büyük azaplar gördüğünü anlattı onlara tek tek; Firavun’u, Nil ırmağını anlattı önce. (1) Hadikatü’s Süeda-Fuzuli Fil ashabının askerini, Ebabil kuşlarını anlattı. Lût kavminin lanetlenişini anlattı sonra. Nuh tufanını da anlattı en sonunda. Belki kalpleri yumuşar diye. Ama hiç de yumuşamıyordu. Sanki kinle mühürlenmişti kalpleri. Hüseyin barış dolu sözler söyledi onlara. Savaş istemediğini de söyledi. Savaşın başından beri defalarca söylemişti bunu. Ama düşman yine bildiğini okuyordu. Kulakları da sağırdı anlaşılan bunların. Yetmiş iki yiğidi şehit düşmesine rağmen, Yine barıştan yanaydı Hüseyin. Şimdi kendisinin yaşaması gerekiyordu. Kendi nefsi için istemiyordu bunu. Bunu kadın ve çocuklar için istiyordu. Eğer kendisi de şehit düşerse kim sahiplik edecekti onla-ra. O zaman nice olurdu halleri. Bunun için yine barış teklif etti zalimlere. Arap topraklarını, Irak’ı onlara bırakacaktı. Kendisi Anadolu’ya, Türk illerine gidecekti. (1) Hadikatü’s Süeda-Fuzuli Yeter ki kadın ve çocukları alıp götürsündü. Ama düşman hiçbir teklifi kabul etmiyordu. Çünkü onlar, kanına susamışlardı Hüseyin’in. Güneş görünmez olmuştu birdenbire. Gökyüzü kara bulutlarla kapanmış gibiydi. Gittikçe yaklaşan bir uğultu geliyordu Kerbelâ’nın üzerine. Çok geçmeden anlaşılmıştı bunun nedeni; Düşman ok yağmuruna tutmuştu Hüseyin’i. Hem de yüzlercesini atarak. Çevresi bir ok dikenliği olan Hüseyin, Kendini iyi korumuştu bu sağanaktan kalkanıyla. O sırada dev bir toz bulutu geldi, dikildi meydanın ortasına. Bir süre kendi çevresinde dönüp durdu bir hortum misali. Sonra müthiş bir kasırga olup esti. Daha sonra da çekip gitti, her yanı tozu dumana katarak. Sanki Hüseyin’le bir şeyler konuştu, bu dev toz bulutu. Hüseyin o an gür bir nara attı yeri göğü inleten. “Er istiyorum.” dedi “Teke tek dövüşecek.” Kestiler ok yağmurunu bu söz üzerine. Seçip gönderdiler en dövüşçü olanını aralarından. Kendisinin yenilmez olduğunu sanan biri çıktı meydana. Hem söz söylemede de küstah mı küstahtı. Kin nefret dolu sözler söyledi Hüseyin’e. Yezit’e biat etmesini istedi utanmadan. Bu sözler üzerine Hüseyin gür bir nara daha attı. Ama bu kez Kerbelâ çölünde deprem oluyor sandı her-kes. Zalimlerin ordusu tir tir titredi korkudan. Narayı atarken düşmanı öldürmüştü bile Hüseyin. Zalimin kalbine saplamıştı mızrağını, tam da en derin yerine Mızrağı çekerken zalimin kalbinden, ayağıyla itti onu ye-re Zalim boşta kalınca boş bir çuval gibi yığılıkaldı yere. İkinci bir dövüşçü daha geldi karşısına, o da öyle küstahtı Hamle yaptı Hüseyin’e, savuşturdu onu Hüseyin Sonra az önce kullandığı mızrağı onu karnına soktu. Bağırsakları delinen zalim neye uğradığını bilemedi Düştü sonra yere tozu dumana katarak. “Dövüşçü istiyorum!” dedi Hüseyin yine gür bir sesle. Ama düşman şaşkındı. Onun karşısına dövüşçü çıkaracak durumda değildi. Hüseyin öylesine nara atmış ve kılıç sallamıştı ki, Her babayiğit karşısına çıkmaya cesaret edemezdi. Zaten düşman da öylece kalakalmıştı yerinde. Sıtmaya tutulmuş gibiydi hepsi. Tir tir titriyordu bedenleri. Küt küt atıyordu kalpleri. Renkleri uçmuştu, bembeyaz olmuştu benizleri. Bu korku yeterdi onlara. Ölümden de beterdi bu korku. Ancak biraz şaşkınlıkları geçince çıkarabildiler, Dövüşçülüğüyle ün salmış birini daha, Hüseyin’in karşısına. Kılıç salladı Hüseyin’e karşı bütün maharetiyle korkusuzca. Hüseyin de kılıç salladı ona Kılıç sesleri her yeri çınlatıyordu. Kimi zaman kılınçların kıvılcımları göğe doğru uzanıyordu. Yaman çıkmıştı bu zalim, kılıçta oldukça ustaydı. Hem de ölümüne direniyordu ölümden kaçmak için. Kılıncının son darbesinin savan Hüseyin, Ona öyle bir vuruş vurdu ki, bu vuruş onun sonu oldu Çünkü bu vuruşla Hüseyin, onu tam da ikiye biçti, hem de, Yarısı atının bir yanına, diğer yarısı öte yanına düşürerek. Hatta atı da ikiye bölünmüştü. Derken bir başkası geldi karşısına ama ürkerek Yüzü gözü sapsarı, korkudan olsa gerek. Kendinden öncekilerin durumunu gördüğü için korkmuştu Hatta cehennem korkusu artmıştı kalbinin en derin yerinde Bu zalimin de korktuğu sonunda başına da gelmişti zira Hüseyin öyle yaman bir vuruş vurdu ki kılıcıyla zalime Kılıcı, sanki Sırat Köprüsü gibi ince bir ip gibi girmişti. Ama zalim hiç hissetmemiş gibi devam etti vuruşa Ama sonra güçten düşmeye başlayınca acı içinde hissetti Kemiklerinin ikiye bölündüğünü Anladığındaysa canı uçup gitmişti yerden yukarıya doğru. Hatta ondan sonra bir başkası daha Derken bir başkası daha… Sarı çöl kumu kan revan içinde kalmıştı al al Hüseyin’in de her yeri zalim kanıyla boyanmıştı kıpkırmızı Kılıcından da kan damlıyordu ateş gibi kor kor Bu gidişle tüm Kerbelâ kan rengine dönerdi, Hatta belki de tüm dünya acı içinde yanardı. En iyi dövüşçüleri bile dayanamıyordu Hüseyin’e karşı. Hepsi de tek bir vuruşla ölüyorlardı. Hiç kimse çıkamaz olmuştu artık karşısına. Bunun üzerine topluca saldırma kararı aldılar yine. Çember içine alacaklardı onu. Aldılar da nitekim. Her yandan saldırıyorlardı şimdi. Ama hiç kimse iyice yaklaşamıyordu ona. Ancak hep birlikte yaklaşabiliyorlardı. Sonra da hep birlikte çekiliyorlardı. Çakal sürüsü nasıl avının çevresinde döner durur ya, Öyle dönüyorlardı Hüseyin’in çevresinde, işte. Onun zayıf bir anını kolluyorlardı. Niyetleri onu hem yormak hem de susuzluktan bunaltmaktı. Ancak böyle baş edebilirlerdi çünkü. Güneş ikindi vaktine erişmişti bu sırada. Günün en sıcak zamanıydı şimdi. Hüseyin’in içi yanıyordu hararetten. Susuzluk son sınırına gelmişti onda. Öyle ki dili ağzı içinde kapkara olmuştu. Fırat’a doğru ilerlemek istedi bunun üzerine. Bunu anlayan düşman telaşlandı: “Eğer su içerse Hüseyin, bir kez Şimdiye kadar ki bütün çabamız boşa gider.” diyorlardı. (Taberi Tarihi) “Onu susuzluğuyla bu hale getirdik. Eğer su içerse, hiç kimse tutamaz artık onu. Bunun gibi bir ordu daha olsa baş edemez onunla. Ne yapıp edip ona engel olmak gerek. Ne ona ne de atına bir damla su içirtmeyin!” (Hadikatü’s Süeda-Fuzuli) Böyle bağırıyordu melun Şemir, bütün zalimlere. Zalimler koca bir orduyu yığmışlardı Fırat’la arasına. Saf saf dizilmişlerdi Hüseyin’e karşı. Amansız bir mücadele vardı şimdi meydanda. Bir yiğide karşı binlerce namert, İnançsızca karşı koyuyorlardı var güçleriyle. Hüseyin tıpkı babası Ali gibi cenk ediyordu. Aslanlar gibi saldırıyordu düşmanın üzerine. Öyle azimle savaşıyordu ki, Zalimler ha bire geri çekiliyorlardı. Kılıcı sanki kılıç değil bir makineydi. Biçiyordu karşısına çıkanı. Her kılıç vuruşunda kara kanı fışkırıyordu, Zalimlerden birinin bir yerlerinden. Kara ölümden kaçış yoktu onlar için. Düşmanla görülmemiş bir şekilde cenk eden Hüseyin, Bir yandan da kendinin kim olduğunu anlatıyordu onlara. Hem de bıkıp usanmadan yapıyordu bunu: Peygamber dedesini, annesi Fatma’yı, babası Ali’yi. Öte yandan da öğüt veriyordu onlara: Zulümle bir yere varılamayacağını anlatıyordu. Zalimlerin mutlaka ceza göreceklerini de söylüyordu. Hiç kimsenin zalimliği yanına kâr kalmazdı. Ama onların hiçbiri aldırmıyordu bile ona. Belki az da olsa pişman olanlar da vardı içlerinde, ama Korku nedeniyle, seslerini çıkaramıyorlardı. Ne de olsa can tatlıydı. Ama bir kısmı vardı ki, işte o bir kısmı. Çıkar için zalimlerin safında yer almışlardı onlar. Yezit’in, Ziyad’ın, Ömer’in ve Şemir’in yanındaydı onlar. Ama olsun, yine de hiçbir şey için geç olamazdı. Hüseyin bir kez kafasına koymuştu Fırat’a ulaşmayı. Ne pahasına olursa olsun yapacaktı bunu. Karşısındaki ordu ne kadar güçlü de olsa, Onun azmi karşısında bir hiçti. Tüm engelleri aşarak Fırat’a ulaşacağına inanıyordu o. Ulaştı da sonunda nitekim. Düşman saflarını bir bir parçalayarak ulaşmıştı Fırat’a. Hatta içmek için, suyu avucuna da almıştı. Ama o sırada sanki bir ses ona: “Bu suyu içemezsin.” diyordu. (1) Hadikatü’s Süeda-Fuzuli Kadın ve çocuklar geldi gözünün önüne hemen. Onlar şimdi nasıl da susuzluktan kıvranıyorlardır. O anda döktü avucundaki suyu. İçmekten vazgeçmişti artık. Şöyle bir baktı sonra, o masmavi buz gibi suya. Coşkun ve azimli akıyordu Fırat. Gururluydu da. Belli ki nice engelleri; dağları, taşları aşmış gelmişti Hiçbir güç onu yolundan alıkoyamamıştı. Gerisin geriye döndü geldi otağına Hüseyin. İlk yaptığı da kadın ve çocukların yanına gitmek oldu. Onların ne durumda olduğunu bilmeliydi çünkü. Merak etmişti onları çünkü. Hatta kaygılanmıştı da. Nitekim ne durumda olduklarını görmüştü sonunda; Hepsi üzgün ve tedirgindiler. Hepsi üzgün üzgün gözyaşı döküyorlardı. Onu görünce çok büyük bir sevinç gösterdiler. Ama kaygılandılar bir yandan da. Ağzından kan akıyordu çünkü. Birçok yara almıştı bu Fırat’a ulaşma sevdasından. Bu sırada Hüseyin, şehit olan oğullarını gördü. Onları öyle görünce acı bir sızı duydu kalbinin üzerinde. Sanki ateş olmuş yakmıştı bu sızı onun tüm bedenini. Bir an için de olsa, aklından hiç çıkmamıştı hiçbiri. Bir an için de olsa, acısı dinmemişti kalbinin derinliklerinde. Yanlarına gitti, baktı yüzlerine büyük bir özlemle. Eğilip sessizce baktı her birine. Sonra da öptü alınlarından tek tek. İçinde ne fırtınalar kopuyordu kim bilir şu an. İçindekileri dışına vurmak istemiyordu besbelli. Ama gözyaşları ırmak olmuş, çağıldıyordu yanaklarına. Hiç kimse görmesin diye başını öne eğmiş, yere bakıyordu. Gözyaşlarını ve kızarmışlığını kimse görsün istememişti. Dua etti onlara, büyük bir sabır diledi kendine. Sonra da oğlu Zeynelâbidin’in yanına gitti. Onu bağrına bastı, öptü, kokladı. Böylece içindeki ayrılık acısını bastırmaya çalıştı. Düşman üzerine tekrar gitmeden kadınları topladı, çadırda. Kendisinden sonra ne yapmaları gerektiğini anlattı, bir bir. Bu gidişinde dönmeyeceğini biliyordu çünkü. Bunu onlara ima da etti, hatta. “Musibet için hazır olun.” dedi, sonra. Bunun bir ilahi takdir olduğunu da söyledi, ardından. Elden bir şey gelmediğini, sabır gerektiğini de belirtti. “Sakın gömlek yırtıp, saçınızı başınızı perişan etmeyin.” “Zılgıt çekip bağıra bağıra ağlamayın, acınızı içinize atın.” “Elden geldiğince kendinizi namahremden gizli tutun.” Ümmü Gülsüm ile Zeynep’e emanet etti geride kalanları. Hüseyin onların yanından üzgün üzgün ayrılırken, Bütün kadınların gözlerinden kanlı yaşlar akıyordu. Sessizce ağlıyorlardı ama sessizce. Acılarını içlerine akıtarak... Daha sonra oğlu Zeynelâbidin’le bazı şeyler konuştu, Ancak ikisinin bildiği, başkalarının bilemeyeceği. Sonra şunları da söyledi: “Ey gözümün nuru! Sabırlı ol. Sabır, peygamber ve velilerin ahlak yoludur.” Bedenin tümü yara içindeyken bile sabretti Eyüp peygamber Yusuf’a ağlamaktan kör olan Yakup peygamber de sabretti. İsmail’i Tanrı’ya kurban eden İbrahim de sabretti. Nemrut’un ateşe attığı İbrahim peygamber de sabretti. Ya Musa, ya İsa; hepsi sabrederek ulaştılar amaçlarına? Hepsi sabırla ulaşmışlardı amaçlarına. Hepsi sabırla ulaşmışlardı selâmete. Daha nice peygamberler, veliler, dervişler... Daha nice nice insanlar hep sabırla ulaşmışlardı amaçlarına. Bunları düşündü Hüseyin, sonra şöyle devam etti sözlerine: “Böyle bir musibetin bizim başımıza gelmesi de iyidir: Çünkü bizden sonrakilerin başına da böyle bir belâ gelse, Onu İlahi bir gazap diye düşünerek üzüleceklerdi.” Kendisi için üzülmediğini, hatta sevindiğini de söyledi. Asıl onlar için kaygılandığını da söyledi. “Size zalim düşmanın yapacakları içimi yakıyor.” dedi. Medine’deki dostlara selâmını iletmesini istedi oğlundan. Onun da selâmını dedelerine ileteceğini söyledi Hüseyin. Sonra oğlunu bağrına bastı, yüzünü yüzüne sürdü. Ve veda ettiler ağlamaklı gözlerle birbirlerine. Karısı Şehrbanu’nun yanına geldi, sonra. İki gözü iki çeşme olan Şehrbanu, şöyle diyordu Hüseyin’e: “Ey sevgili Seyyit, ben Ehl-i Beyt’ten değilim, bilirsin. İran Sasani hükümdarı Yezdigerd soyundan gelirim. Bu yüzden bana saygı göstermezler bu zalimler. İhanet ederler bunlar bana. Beni kime teslim ediyorsun da gidiyorsun?” Hüseyin’se şöyle diyordu Şehrbanu’ya: “Bunun için üzülme, sen de Ehl-i Beyt’tensin. Kimse sana bir şey yapamaz. Ehl-i Beyt’in harimi Nuh gemisine benzer. Onun içinde olanlar korkar mı hiç tufandan?” (1) Hadikatü’s Süeda - Fuzuli Uzaklaşırken çok derin düşüncelere dalmıştı Hüseyin. Son derecede hüzünlüydü de. Ardına da bakmadı bunun için. Yiğitçe dövüşmek için atladı atına. Ancak biraz gittikten sonra durdurdu atını: Uçsuz bucaksız düzlüklere baktı sonra, uzun uzadıya. Ufukta incecik bir bulut vardı sadece. Sonra da başını gökyüzüne kaldırdı, baktı. Gökyüzünde sadece bir güneş vardı, yapayalnız. Herkese, her şeye yön veren, hayat veren. Başka da, açık mavi sonsuz evren vardı, sır dolu. Neyin ne olduğu, neyin ne olacağı bilinmeyen bir yaşam! Tüm evren bir ışıktan mı doğdu yoksa Açık mavi bir ışıktan? Bu kez derinlemesine baktı gökyüzüne: Bir sonsuzluk vardı sanki girdap gibi iç içe geçmiş. Evrendeki her şey yerinde mi dönüyor, Yoksa bir yerlere doğru mu gidiyor? Sonsuzluktan gelip sonsuzluğa mı gidiyordu yoksa? Ya yıldızlar? Gecenin karanlığında, karanlığı aydınlatan kandiller. Onlar da mı sonsuzluktan gelip sonsuzluğa gidiyorlar? Ya biz, insanlar? Biz de mi sonsuzluktan gelip sonsuzluğa gidiyoruz? Biz de mi mavi bir ışıktan oluştuk tüm evren gibi? Öyleyse bizim de mi içimizde mavi bir ışık var. O zaman biz insanlar, kutsal mıyız yoksa? Ya da her şeyin merkezi miyiz biz? Yani, Kabe gibi kutsal mıyız biz? Yaşam denen şey neydi ki? Sırlar içinde bir sırdı mıydı yoksa? Bir sırrın ancak bir başka sırla açıklanabileceği bir sır. Ya Tanrı?... Mavi bir ışık mıydı yoksa, sonsuz bir güç, müthiş bir enerji? Evrendeki her şey bu ışıktan mı oluşmuştu yoksa? Yani Tanrı’nın bir tecellisi miydi yoksa tüm görünenler? Evren, sonsuz karanlıkta Tanrı’nın bir görüntüsü müydü? Bilinmez. Peki ya insan? İnsan, Tanrı’nın kendisi miydi yoksa? Tanrısal bilgilerle donatılan kutsal bir varlık. Yani tüm ruhlar, Tanrı’nın bir parçası mıydı yoksa? Bir süre sessizce baktı gökyüzüne Hüseyin. Sonra kaldırdı ellerini havaya: Yakardı Tanrı’ya, tüm insanları kötülüklerden korusun, diye. Yakardı Tanrı’ya, tüm inancıyla yakardı Kadınları ve çocukları zalimlerden korusun, diye. X Hüseyin dört nala sürdü çevik atını düşman üzerine. Mahmuzladı atını meydana sürmek için. At anladı sahibinin niyetini Var gücüyle atıldı ileriye, şimşek gibi bir hızla. Bu istekle atılış Hüseyin’i de coşturdu. Dizginleri boşalttı, sadece böğrünü mahmuzladı atının Meydana varınca kırmızı kan damlayan kılıcını aldı eline Sonra daldı al kanla boyanan kılıcıyla yiğitlik meydanına Yine nara attı olanca ses gücüyle Kerbela’nın kızgın kumu hafiften kalkar gibi oldu yerinden Sonra gelip durdu meydanın tam ortasına. Zaten onlar da yalın kılıç bekliyorlardı orada. Hüseyin’i öldüreceklerine inanıyorlardı bu kez. Ne kadar dinlenmiş de olsa eski gücünde olamazdı o. Onlar böyle düşünüyorlardı ama, Hüseyin yine kahramanca savaşıyordu. Hem de var gücüyle bütün yiğitliğini göstererek. Dört yanından birden gelen saldırılara karşı, Olağanüstü bir güçle savaşıyordu. Sanki bir kasırga olmuş devirip geçiyordu önüne geleni. Düşman ne yapsa kesemiyordu Hüseyin’in hızını. Hüseyin’in her kılıç çalışında, Zalimlerin çığlıkları yükseliyordu gökyüzüne doğru. Hem de yukarılara, ta yukarılara çıkıyordu. Sonra da boşlukta kaybolup gidiyordu. Oysa Hüseyin’in gönülden söylediği “Allah” adı, Onu Allah’a ulaştırıyordu. Bir trans halinde durmadan kılıç sallıyordu Hüseyin. Hem de bir o yana bir bu yana döne döne. Sanki raks ediyordu Hüseyin. Yasını sanki raksa çevirmiş de öyle savaşıyordu. Etrafını çevirip çembere almış düşmanla böyle savaşı-yordu. Hem de binlercesine karşı. Eğer şu an evren tek bir kişi olsa, Ve ona karşı durmaya kalksa, Onun tek bir hamlesine bile karşı koyamazdı. İşte böylesine bir savaş çıkarıyordu dillere destan olacak. Doğu’da Zaloğlu Rüstem ve Batı’da Herkül görse, Hayran kalırdı onun böylesi savaşçılığına, Yiğitliğine ve gücüne, Hem imrenerek hem de kıskanarak. Şu an dedesinin, babasının ve kardeşinin bütün özelikleriyle, Tüm yiğitlerin savaşçılıkları onda birleşmişti sanki. Hani geceleri bir yıldız diğerlerinden daha parlak olur ya. İşte Hüseyin de öyleydi zalimlerin yanında, ama nereden Bilecekti alçaklarda duranlar, yüksektekilerin değerini. Ondan hayranlıkla söz ederlerken bile, Onun değerini anlayamayacak kadar Beyinleri dumura uğramıştı anlaşılan. Hatta duyguları da mı taş kesilmişti bunların. Belki içlerine kurt düşürülmüştü, için için yesin diye onları. Geleceği göremeyecek kadar izanları da bağlanmıştı ki, Asırlarca zalimlikle anılacaklarının farkında bile değiller-di. Yoksa ne demek olduğunu anlarlardı ölümüne savaşmanın. İnançların yok edilemeyeceğini de göremediklerine göre, Doruklardaki davaları da kavrayamazdı bunlar. Hava acayip mi acayip, garip mi garipti; Donuk bir sessizlik vardı sanki havada. Her şey ama her şey sessizdi. Hiçbir şey kıpırdamıyordu yerinden. Sanki birileri büyük bir kaygıyla izliyorlardı olanları. Olacak olanlardan da büyük bir korku duyuyorlardı san-ki. Ancak derinden derine bir inilti duyuluyordu sadece. Hiç kimsenin anlayamayacağı bir inilti. Sonra yine havada garip bir nem vardı. Bir çiy yağıyordu sanki Kerbelâ çölünün üzerine. Bunu hafiften esen bir rüzgar mı getiriyordu Fırat’tan Yoksa bir şeylerin gözyaşları mıydı bu? Bilinmiyordu ama bilinen bir şey vardı: O da havanın acayip ve garip oluşuydu. Hüseyin’de yorgunluk belirtisi görmeyen Ömer, Belli etmemeye çalışsa da, telaşla bağırıyordu: “Hep birlikte hücum edin! Bitirin artık şu işi! Hele de şimdi tam zamanı. Susuzluktan iyice bunaldı artık. Yakınlarının ve çocuklarını yitirmenin verdiği acıya, Bir de aldığı yaraları eklerseniz, sonu geldi demektir.” Bir şeylerden korkuyordu anlaşılan. Bu işin uzadıkça uzaması korkutuyordu onu. Askerlerinin isyanından mı çekiniyordu yoksa? Ya da kötü bir şeylerin olacağından mı kaygılanıyordu? Bilinmez, ama bilinen bir şey var ki, çok korkuyordu. Bu yüzden de gidip geliyordu bir ileri bir geri. Önüne geleni bir bir öldürüyordu Hüseyin ama, Hemen dolduruyorlardı arkadakiler onların yerini. Dalga dalga geliyorlardı üzerine sanki bir deniz gibi. Her dalga sert kayalara çarptığında nasıl yok olursa, Onlar da öyleydiler işte. Yok olup gidiyorlardı, sert kayalar karşısında. Hüseyin sert bir kaya gibiydi düşmanların güçlerini kıran. Komutanlarsa askerlerini kışkırtan zalim bir rüzgar gibiydi. Hani geceleri korkunç ses çıkaran rüzgar var ya, onun gibi. Önünde hiçbir güç duramazdı, Her defasında daha sert esen bu öfkeli rüzgarın. Öfke, en aklı başında olanların bile aklını başından alırdı. Ama nereden bilecekti bunu, kendini bilmeyenler Öfkeli rüzgar, denizi de hırçınlaştırdıkça hırçınlaştırıyordu. Hırçın deniz, rüzgarın hızına göre saldırıyordu sert kayalara. Sert kayalar inadına, direndikçe direniyordu tüm zulümlere. Bu, nereye kadar sürüp gidecekti böyle: Ne rüzgar ne deniz ne de sert kayalar bilirdi bunu. Hep böyle gitmezdi, gitmedi de nitekim. Sonunda denizin hırçınlığı azalmaya başlamıştı; Çünkü yok olup giden dalgaları gördükçe, umutlar kırılmıştı. Savaş uzadıkça huzursuzluk da artıyordu askerler arasında. Gerçi o sert kayalar da eski güçlerinde değildi ama, artık; Çünkü ne kadar dayanırsan dayan, her şey bir yere kadardı. Ömer, cesaret veren sözler söyledi yine askerlerine, Korkuları geçsin de umutlansınlar, diye. Hem tehdit ederek hem de yüreklendirerek yapıyordu bu işi. Daha bir gayretlenmişlerdi şimdi. Atıldılar yine öne, vahşi çığlıklar atarak. Gözleri kararmıştı hepsinin. Ne yaptıklarını bilmez bir halde hücum ettiler hep birlikte Soğukkanlılıklarını da yitirmişlerdi. Hüseyin için bunları yenmek zor olmasa gerekti. Öyle de oluyordu zaten. Hiçbir kılıç sallayışı boşa gitmiyordu artık: Eğri keskin kılıcı, Kimi zaman düşmanın başını gövdesinden ayırıyor, Kimi zamansa dümdüz giriyordu karınlarından kalplerine. Yere düşen her beden, çölün tozunu havaya kaldırıyordu. Yaralananlar ise ah ü feryat ediyorlardı. Kerbelâ çölü kan gölüne dönmüştü sanki. Suya susamış çöl, dökülen kanları emiyordu doyasıya. Ama yine de yok edemiyordu kanın kızıllığını. Ya ölenlerin paramparça cesetleri. Sıcaktan kokmaya başlayacaktı artık kızgın kumun üs-tünde. Zalimler tüm zalimlikleriyle saldırıyorlardı; Ne dökülen kana ne de parçalanan cesetlere aldırıyorlar-dı. Gözlerini kan bürümüştü çünkü onların. Bir tek şeye yönlendirilmişti onlar: Öldürmek. Öldürmek; acımasız olmak gerekti bunun için. Onlar da öyleydiler zaten. Onlar için öldürmek, bir yiğitlik göstergesiydi. Oysa ki öldürmek, yiğitlik göstergesi olmamalıydı. Yiğitlik, insana insanca davranmak olmalıydı. Yiğitlik, insanların haklarına saygı göstermek olmalıydı Yiğitlik, her durumda barış içinde yaşamak olmalıydı. Hani çöllerde, yaz geceleri serin bir hava olur ya. Gündüzün sıcaklığını affettirircesine esen serin bir hava. Öyle havalarda yıldızlar da gökyüzünde pırıl pırıl olur ya. İşte, öyle gecelerde, İçinde soğuk soğuk suların aktığı bir vaha olur ya. Ceylanların gelip doyasıya içtiği, Şarkı söyler gibi akan soğuk sular İşte şimdi öyle bir havada, Soğuk suların şırıl şırıl aktığı bir vahada olmak vardı şimdi. O soğuk suyundan kana kana içmek vardı şimdi O soğuk suyla elini yüzünü yıkayıp serinlemek vardı şimdi Ama yoktu işte! Ne serin bir hava, ne soğuk bir su, ne de derin bir vaha vardı. Bir tek Fırat vardı, sularının kaçarcasına aktığı. Sanki bir şeylerden kaçarcasına aktığı. Gerçekten Hüseyin, çok susamıştı yine. Fırat gelmişti aklına, bir ara yine. Hatta atının yönünü de o yana çevirmişti bile. At da rüzgar gibi yetiştirmişti onu Fırat ırmağının kıyısına. Bir yudum su içip hararetini söndürmek istemişti de. Ama bu isteğinden vazgeçmişti yine; Çünkü çocukların ve kadınların susuzlukları gelmişti aklına. Oğlu Ali Ekber gelmişti aklına yine; “Susuzluktan bunaldım.” deyişi gelmişti aklına. “Baba!” diye feryat etmesi de gelmişti aklına. Gerçi kulaklarından hiç gitmemişti ki oğlunun sesi O an içinden acı bir şeyler aktı gitti, sanki. Bu kez Ali Asgar gelmişti gözünün önüne yine. Açlıktan, susuzluktan ağlayışı gelmişti gözünün önüne. Gerçi kulaklarından hiç gitmemişti ki katıla katıla ağlaması. O an beyninden alev seli aktı geçti, sanki. Bir hoş oldu; kendini yitirecek gibi oldu. Sabır diledi yine kendisine Tanrı’dan, sonsuz bir sabır. Tam bu sırada ağzının kenarına bir ok değdi geçti. Ağzından kanlar akıyordu şimdi. Bunu gören düşman daha bir istekle saldırdı ona. Düşman bir türlü bitmek bilmiyordu. Sanki sel olmuşlardı da akın akın geliyorlardı üzerine. Ölenler bir daha canlanıyordu sanki. Bu savaşın ne kadar sürdüğünü hatırlamıyordu bile Hüseyin. Ancak gücünün biraz biraz azaldığını hissediyordu artık. Hem sıcaktan hem de kandan iyice ısınmıştı kılıcı Kalkanı da değdiği yeri yakıyordu artık. Her yeriyse kan revan içinde kalmıştı. Kılıç, süngü ve okların açtığı yaralardan kanlar da akı-yordu, Sızım sızım, ılık ılık, kırmızı kırmızı Onlarca (Yetmiş iki) yara almıştı çeşitli yerlerinden çünkü. Aldığı bu yaralardan güçsüz düşmüştü sonunda. Ama yine de gücünün yettiği yere kadar savaşacaktı. Yeri göğü sarsan rüzgar uçuşlu atı da güçten düşmüştü artık. Kan ter içindeydi her yeri. Soluk soluğa da kalmıştı kılıç sallamaktan. Hatta bir ara soluklanırken kan bile aktı boğazına. Gittikçe kolunu kaldırmakta da zorlanıyordu artık. Güneş de hâlâ yakıyordu ortalığı. Başını kaldırdı Hüseyin, şöyle bir baktı ileriye doğru; Bitmez tükenmez bir ormandılar sanki. İşin sonuna gelindiğini anlamıştı Hüseyin. Bunu Ömer de fark etmişti: Hemen öldürülmesini emretti Hüseyin’in, Bunun üzerine, öyle bir bakışla baktı ki Ömer’e Hüseyin. Sonra “Ey zalim!” dedi, eskisi gibi gür bir sesle olmasa da. “Bu kötü işe sen mi ayak atıyorsun?” Neye uğradığını şaşıran Ömer bir şey diyemedi. Sessizce dönüp gitti, askerlerinin yanına. Hüseyin yine yiğitçe savaşıyordu ama eskisi gibi değil. Nereye hücum etse orayı dağıtıyordu ama eski gibi değil. Hani çok kızdırılan domuz nasıl öfkeyle saldırırsa, Şemir de öyleydi, saldırıyordu öfkeyle. Ağzından salyalar saçarak bağırdıkça bağırıyordu: “Dört yönünü tutun! Hemen öldürün!” Hüseyin’in ölmesi geciktikçe öfkeden deliye dönüyordu. Gözlerinin içini kan bürümüştü. Burnundan ateş püskürüyordu. Boynundaki damarsa iyice kabarmış, Elleriyse titriyordu. Şemir, kuduz bir köpek gibiydi durmadan havlayan. Oysa öfke, aciz durumda olanların aczini gösterirdi. Yine öfke, insanların içini de karartırdı O sırada çadırlara yönelmişti zalimlerin bir kısmı Çünkü onlar, Hüseyin’in işinin bittiğini düşünüyorlardı. Bunun için yağmaya gitmişlerdi, Hüseyin’in çadırlarına. Hem de aç bir kurt sürüsü misali. Ya da kan kokusu almış leş kargaları gibi. Önlerine ne gelirse talan edeceklerdi ki, Bu durumu son anda fark etti Hüseyin. Sonra da kulakları sağır eden gür bir nara attı: “Ey Süfyan soyu! Kadınlara saldırmak doğru mu? Bu kadar mı namus anlayışını elden bıraktınız? Eğer beni öldürmekse niyetiniz işte karşınızdayım.”(Hadikat’üs Süeda) Baktılar ki Hüseyin çok kızmıştı bu işe, Hemen vazgeçtiler çadırları yağmalamaktan. Sonra onlar da geldiler Hüseyin’in üzerine. Denizin dalgaları gibi dalga dalga gelmişlerdi. Öfkeden kuduran dev dalgalar gibi gelmişlerdi üzerine. Büyük bir kargaşa vardı şimdi artık ortalıkta; Sonradan gelenler öncekileri itip kakıyorlardı. Azgın sığır sürüleri gibiydiler, burunlarından soluyan. Onlar için dur durak da yoktu artık. Önlerine ne gelse yakıp yıkmak, devirip kırmak istiyorlardı. Akılları başlarından da gitmişti zaten. Gözleri de bir şey görmez olmuştu kızgınlıktan. Bir an önce bitmesini istiyorlardı artık bu işin. Ganimetlerini alıp hızla uzaklaşmak istiyorlardı buradan. Neyse hisselerine düşen; para, mal, mülk, makam, mevki... Alıp gitmek istiyorlardı, durmak istemiyorlardı artık. Onlar için savaş, ganimet için yapılırdı çünkü. Herkes kendine göre bir şeyler yağmalayacaktı; Kimden, neyi, niçin yağmalayacaklardı? İnandıklarını söyledikleri peygamberin torunlarını mı, Yoksa onun kutsal değerlerini mi? Düşünemezlerdi ki onlar bunu; Çünkü düşünceleri yok edilmişti onların. Onlar için insanların acı çekmesi hiç önemli değildi. Kalp mühürlenmiş, gözler kör, kulak sağır olunca… Xl Sanki başı kesilmeden ölmezmiş gibi, Başını kesmek istiyorlardı Hüseyin’in. Aslında Zalim Yezit’e göstermek için gerekti onun başı. Herkesin aklından geçense, bir paye almaktı asıl. Hem de herkesin aklından geçen buydu. Bunun için yarışıyorlardı birbirleriyle. Ama neyin ne olacağını kim bilebilirdi ki gelecekte. Nasıl, karınca kanatlanmazsa zeval bulmaz derler ya. Hiç kimse umduğunu bulamayacaktı anlaşılan bu hırsla: Kimi tahtını, malını, mülkünü kaybedebilirdi, Kimiyse canını, sağlığını yitirebilirdi hatta. Kim bilebilir?... Kurtla kuşla konuşan Sultan Süleyman’a bile kalmamışken Her şey… Taht taç… Zalimlere mi kalacaktı bu koca fâni dünya. Şöyle bir baktı çevresindekilere Hüseyin: Azgın bir kurt sürüsü gibi çevirmişlerdi çevresini Kinlerini kusmak istiyorlardı yırtıcı dişlerini göstererek Sanki kurt uluması gibi homurdanıp duruyorlardı durmadan Hani parçalayınca avını, acımasız, Ağızlarının çevresi kan dolardı ya, işte öyle. Tükürürlerdi sonra oraya buraya nefretlerini. Karınlarını doyurduklarını sanırlardı ya, Masumların kanlarıyla canlarıyla… Sonra da temizlemek için yalarlardı ya ağızlarını. Temizlenmeyince gömleklerine sürerlerdi ya iğrençliklerini. Temizlediklerini sanırlardı ya kara kalplerindeki kinlerini Ama yok edemezlerdi lekesini, kokusunu. Su bile temizleyemezdi onların pisliklerini ama, Gel de anlat onlara bunu... Aynı çiğ et yiyen yabani domuzlar gibiydiler çünkü. Eski gücünde olmadığını görseler de yine yaklaşamıyorlardı Ne olur ne olmazdı; bazan yaralı bir aslan gibi olunabilirdi. İyice kendini yitirince yaklaşabilirlerdi ancak Çünkü çok korkmuşlardı ondan. Derken, bu sırada acı bir ok dümdüz girdi alnından. Bir an için de olsa sarsılmıştı Hüseyin. Ama bu ok alt edememişti onu. Başı dönmüştü, atından düşecekti az daha. Hemen toparladı kendini sonra. Bu ok çok derine gitmese de saplanmıştı alın kemiğine. Biraz güç de olsa çekti çıkardı Hüseyin, bu oku alnından. Okun açtığı yaradan kan boşandı oluk oluk. Yüzü gözü kızıl kana bulandı birdenbire. Bebeğinin boğazına giren ok geldi aklına. Ali Ekber’in sesini duyar gibi oldu o an. Mutlu oldu bu ok yarasından: Bebeğinin çektiği acının aynısını çekmişti çünkü. Ali Ekber’inin çektiği acının aynısını çekmişti çünkü. Ya Zeynelabidin’in kaygılı bakışları... İki damla yaş gelmişti gözünden. Onu ancak, onun gibi acı çekenler anlayabilirdi. Derler ki, yedi Türk atlısı gelmişti Hüseyin’in yanına, Onu alıp Türk ülkesine götürmek istemişlerdi. Ama Hüseyin “Beni değil!” demişti onlara, “Ben şehit olduktan sonra, oğlum Abidin’i götürün! O hasta, o ayakta duramayacak kadar hasta…” Hüseyin şehit olduktan sonra alıp götürdüler Abidin’i. Horasan, böyle birini ilk kez yetiştirmişti o güne kadar Hatta bir daha da yetiştirmemişti Horasan olalı. Burada yetişen Zeynel Abidin, Medine’ye döndü sonra… Artık bir mana sırrıydı o, tüm gizli sırları bilen… Hüseyin bir başka hırslandı bu kez. Ama eski gücünde olmadığını da biliyordu. Olanca gücüyle devam ediyordu savaşmaya. Bir bir gözünün önünden geçiyordu şehit olan yoldaşları; Nasıl şehit oldukları geçiyordu davaları için. Onlarla gurur duyuyordu, onlara saygı duyuyordu. Öyle yoldaşları olduğu için de mutluydu. Onlar gibi ölümüne savaştığı için de mutluydu. Onlara layık olmanın verdiği keyifle de mutluydu. Savaşmaya devam ediyordu, yüzündeki kanlara aldırma-dan. Canı da yansa, acı da çekse aldırmayacaktı tüm bunlara. İyice mecalsiz kalana kadar da savaşmaya devam ede-cekti. Ediyordu da nitekim. Yine kılıcını olanca gücüyle sallıyor, Yine yiğitçe savaşıyordu. Bir süre sonra da iyice mecalsiz düşmüştü zaten. Kendinden geçince de atından düşmüştü kızgın çöl üzerine. Yaktı çölün sıcak kumu hassas bedenini; ama aldırmadı. Sonra çölün kumu büyük bir toz bulutu kaldırdı havaya. Dalga dalga, duman duman. Ta gökyüzüne kadar, güneş görünmeyene kadar yükseldi. Sonra da yavaş yavaş eski durumuna döndü. O an bir çığlık da duyulmuştu, inleme sesini andıran. Yerin altından gelmişti sanki, kulaklarda tiz bir ses bırakan. Bu sırada doğudan acayip bir bulut dalgası yükseliyordu Alev alev yanan gökyüzüne. Hem de yay biçiminde yükseliyordu gökyüzüne doğru. Bu, yağmur bulutu mu yoksa toz bulutu mu, belirsizdi. Ama yükseliyordu gökyüzüne doğru, hıphızlı. Yükseldikçe de yükseliyordu. Çok geçmeden zalimlerin hepsi birden üşüşmüşlerdi zaten. Leş kargaları misali, Önce yaklaşmışlar ürke ürke, sonra çevirmişlerdi çevre-sini. Ayakta duracak hali kalmadığı için yere oturmuştu Hüseyin. Artık göremez olmuştu da hiçbir şeyi dermansızlıktan Yüzünde tek bir renk kalmıştı artık; ölü rengi Artık onu öldürmek çok kolaydı şimdi. Ama yine de ona iyice yaklaşmaya korkuyorlardı. Kaygılanmışlardı da havanın renkten renge girişinden. Kötü bir şeylerin olacağını da hissediyorlardı artık. Elleri ayakları tutulmuş gibiydi hepsinin. Hatta, sarı bir korku sarmıştı kara yüreklerini de. Bunu fark eden Şemir, çok geçmeden yine bağırdı, Kudurmuşçasına: “Bu işi neden geciktiriyorsunuz? “ Bunun üzerine, Süheyl diye biri atıldı ileri, Kolunu kopardı kılıcıyla Hüseyin’in. Hüseyin, ona karşı koymak istemişti kılıcıyla ama. Kolunu dahi kaldıramamıştı mecalsizlikten. Sonra Sinan (Hadikatü’s Süeda – Fuzuli) diye biri, bir ok attı omzuna. Bu iki yaradan kendini bütünüyle kaybetmişti Hüseyin. Şimdi artık rahatça öldürebilirlerdi onu. Buna karşın yine de yaklaşamıyorlardı ona. Havl ve Şebl (Hadikatü’s Süeda – Fuzuli) adlı iki kardeş geldiler yanına. Tam Hüseyin’in başını keseceklerdi ki, İçlerine büyük bir korku düştü nedense. Yaptıklarından pişman mı olmuşlardı yoksa? Ya da başlarına gelecekler mi gelmişti gözlerinin önüne? Bilinmez ki; bilinense çok korktuklarıydı. İktidarlarını zalimlik üzerine kuranlar, ders almayanlardır; Nice Nemrutlar, Firavunlar geldi geçti dünyadan oysa. Hepsi de lanetle anılmaktadırlar bugün. Sonra birkaç kişi daha geldi Hüseyin’i öldürmek için; Gelenlerse Ömer’in ve Şemir’in dayatmasıyla gelmişlerdi. Aslında istemiyorlardı onu öldürmeyi, ama ne çare... ”Bu kötü işe siz girişmeyin.” dedi Hüseyin, “Günahkar olmayın.” Böyle deyince Hüseyin, içleri ürperdi onların. Yaptıklarına bin pişman olmuşlardı o an. Sonra gerisin geriye dönüp geldiler askerlerin arasına. Hatta biri o kadar üzülmüştü ki Hüseyin’e yapılanlara; Çünkü o haliyle bile Hüseyin, hâlâ acıyordu onlara. Onların kötü olmalarını, günahkar olmalarını istemiyordu. O kadar pişman olmuştu ki... Kılıcını çekip Ömer’in üzerine saldırdı onları alet ettiği için. Ömer’in korumaları güçlükle korudular Ömer’i o saldırıdan. O askeri de delik deşik ettiler kılıçlarıyla sonra. Yezit’in ordusundaki zalimlerin bir kısmı şimdi pişmandı, Ama kimi zaman pişmanlık da fayda etmezdi artık. Kerbelâ, Kerbelâ olalı böyle vahşet görmemişti. Bir daha da görmeyecekti böyle yiğit birini. Çok uzaklardaki karlı ulu dağları aşıp gelen Fırat da. Yağız atlar da duramıyordu bir türlü yerlerinde. Ürkektiler olanlar karşısında, şaşkındılar da. Sağlam çelikten yapılmış kılıçların sesleri de kesilmişti. Çınlatmıyordu artık uçsuz bucaksız kızgın çölü. Ya hafiften esen rüzgar, acı ve terden hissedilmiyordu bile. Çölde derinden bir inilti duyuluyordu sadece, ağlama gibi. Gerçi kim ne söylerse söylesin, Kimse bir şey anlamamıştı ya olanlardan, ama hiç kimse. Ölüm, kan, nefret, acımasızlık almıştı, İyiliğin, güzelliğin, sevginin, dostluğun yerini. Kalpleri kara bağlamış tüm zalimler düşünmüyorlardı, Hatta böylelerin emrinde çalışanlar da, Savaşın, nice insanları acı içinde bıraktığını, Hiç ama hiç düşünmüyorlardı… Hatta gelecekte ne gibi olumsuz sonuçlar doğuracağını da. Tarih okumayanlar nereden bileceklerdi, Düşüncelerin, inanışların yok edilemediğini. Kaba gücün de hiçbir şeyi halledemediğini. Yoksa hepsi savaşçıydı, ama kara vicdanlı savaşçıydılar. Birçokları Hüseyin’in başını kesmek için korkarlarken, Kimileri de Yezit’in övgüsü için yarışıyordu birbirleriyle. Ama bunlardan ikisi, Sinan’la Şemir en isteklileriydi. Önce Sinan atılmak istedi ileri. Ama Şemir daha atak davrandı. Büyük bir gururla geldi Hüseyin’in yanına. Ve de hemen bastı ayağıyla Hüseyin’in göğsüne. Kılıcını havaya kaldırdı, büyük bir zafer kazanmış edasıyla. Sonra da büyük bir zafer çığlığı attı, Kimileri alkışladı, coşkularını gösterdiler; Her şeyin kendi istedikleri gibi bittiğini sandılar. Ama kimileri var ki kimileri, Kendini bilen kimileri... Hiç de öyle düşünmüyorlardı onlar; Çünkü, bu davanın daha yeni başladığının farkındaydılar. Su, değerine değer katacak engin deniz arar her zaman. Yoksa boşuna mı parçalar engelleri, bentleri; dağları, taşları. Hüseyin göğsündeki ağırlığı hissedince, gözünü açıp baktı. Tanımadığı, ancak savaşırken gördüğü bu kişiye adını sordu. Sonra da yüzünü iyice görmek için eğilmesini istedi. Şemir adını söyledi, ardından da yüzünü gösterdi. Hüseyin kendisini öldürecek kişiyi biliyordu: Bu Şemir’di. Çünkü peygamber dedesi tarif etmişti kendisine, bu zalimi. Sonra sordu ayı, günü, vakti: Muharrem ayının onu, günlerden cuma, vakitse ikindi. “Böyle kutsal günde herkes iyilik için uğraşırken, sen!.. Şu göğsümden biraz çekil de namaz kılayım.” dedi sonra. “Babamdan mirastır bu, namazdayken şehit düşmek.” (Hadikatü’s Süeda – Fuzuli) Şemir ayağını çekti sonra Hüseyin’in göğsünden. Hüseyin de olanca gücünü toplayıp, kıbleye çevirdi yüzünü. Dualar okuyordu şimdi hararetten kurumuş dudaklarıyla… Şimdi her yer ve her şey, müthiş bir sessizliğe gömülmüştü: Ne kılıç sesleri vardı ortalıkta, Ne at kişnemeleri, Ne de zalimlerin vahşi çığlıkları. Keyifle çaldıkları ney ve nefir sesleri de susmuştu iyice. Garip bir ölüm sessizliği çökmüştü dünyaya. Hatta tüm cihan da inanılmaz bir sessizlik içindeydi şimdi. Tüm bunlara rüzgarın çıkardığı tiz ses de eklenince, Korkunç bir sessizlik vardı şimdi ortalıkta. Öyle ki, Fırat ırmağının sesi bile duyuluyordu bu sessizlikte. Zalimlerin içlerinde korkunun verdiği bir umutsuzluk vardı: Gözlerinde donuk bakışların verdiği kaygı, Yüzlerinde derin çizgilerin yansıttığı çaresizlik, Akıllarındaysa şimdi ne olacak endişesi vardı. Hepsi öylece sessizce bekliyorlardı. Hiç kimse, ama hiç kimse, Bu ölüm sessizliğini dağıtacak bir şey söyleyemiyordu. Böyle bir cesareti de gösteremiyordu hiç kimse. Çünkü, zaman bir an için donup kalmıştı sanki. Kendisini Allah’a vermişti Hüseyin. Her şeyi aklında çıkarmış, sadece Allah’ı düşünüyordu Hem öyle bir düşünüş ki, kendini vermişti tamamıyla. Fenâ Fillah’a ulaşmıştı sanki. Hiçbir ses, ama hiçbir ses duymuyordu artık. Hiçbir şey, ama hiçbir şey görmüyordu artık Ne güneşin sıcaklığı yakıyordu onu, Ne de susuzluk bunaltıyordu. Hatta bedenindeki acıları da hissetmiyordu artık Dünyadan ayrılmış, bedenini terk etmişti sanki. Tanrı’yla bir olmuştu sanki. Tanrı’yla bütünleşmişti sanki. Vahdet-i Vücuttaydı sanki. Enel-Hakk’a erişmişti Hallac-ı Mansur gibi, Nesimi gibi. Ezelden beri süren ayrılık sona ermişti sanki. Yüzünde büyük bir mutluluk vardı . Bir ışık saçıyordu sanki yüzü, bambaşka bir ışık. Muhammet dedesini gördü birden; hararetini alsın diye, Dudağını değdirmişti Hüseyin’in dudağına. Boynundan da öpüyordu acısını yok etsin, diye. Babası Ali’yi gördü sonra. Miraç’taydılar sanki, Muhammet dedesiyle. Babası Ali, nice savaşlar görmüştü, Nice yiğitlikler görmüştü; ama böylesini ilk kez görüyordu, Böyle haince savaşı. Orada olsaydı, dünyayı dar ederdi hainlere, zalimlere. Bindi miydi uçarcasına giden atı Düldül’e, Aldı mıydı eline ucu çatal, eğri kılıç Zülfikar’ı, Darmadağınık ederdi zalimleri. Oğlu Hüseyin de tam bir yiğit gibi savaşmıştı ama, Neylesin; dünyayı zalimler, hainler, namertler işgal etmişti. Annesi Fatma’yı gördü sonra, iki gözü iki çeşmeydi: Bir yandan içi kan ağlarken, diğer yandan mutluydu; İki oğul yetiştirmişti çünkü, birbirinden yiğit… Kardeşi Hasan da oradaydı: Böyle kardeşi olduğundan ne kadar gurur duysa, hakkıydı. Ya oğulları Ali Ekber ile Ali Asgar: Yüreği sızladı onlara yine, yüreğinde büyük bir acı hissetti. Onlarsa büyük bir gurur duymuşlardı babalarından. Birden Zeynelabidin’i gördü sonra Büyümüştü, yiğit bir delikanlı olmuştu, Elinde de bir bayrak vardı. Dalgalandırıyordu tüm coşkusuyla. Bayrağın dalgaları bir deniz dalgası gibiydi. Dalga dalga uzayıp gidiyordu, Yay biçiminde yayılarak çok uzaklara doğru gidiyordu Çok geçmeden de her yeri sarmıştı bayrağın dalgaları Tüm dünyayı sarmıştı inançlarının dalgaları. Tüm evreni sarmıştı düşüncelerinin ışıkları. Tüm sonsuzluğu sarmıştı zulme karşı başkaldırışları. Her şey insan için olmalıydı aslında. Herkes de sevgi ve hoşgörüyle yaklaşmalıydı birbirine. Bencilliğe, düşmanlığa yer olmamalıydı dünyada, evrende. Kendini insan bilenler böyle davranırdı tüm insanlara. Sonra insanı seven tüm varlıkları da severdi; Çünkü merkez gibiydi insan, Kâbe gibi. Hatta tüm varlığın merkeziydi insan. Bu merkeze de gönül incitmeden, kalp kırmadan ulaşılırdı. Sevgi göstererek, hoşgörüyle yaklaşarak yapılırdı bu ancak. Sonra yine, yüce bir simyaydı insan kalbi. Buna da ancak bilimle ulaşılırdı; Bir harf öğretene kırk yıl köle olacak kadar... Tükenmeyen bir hazineydi bilgi çünkü. Bir de akıl vardı, eskimeyen yıpranmayan bir elbise gibi. Akıl gibi bir zenginlik olamazdı. Sonra her şeyin doğrusu onunla bulunurdu ancak. Tüm cihanda iki şeyin sonu bulunmazdı: Bilgi ve akıl. Ve her şey insan için olmalıydı. O an doğudan bir güneş doğdu, bambaşka bir güneş İçinden ak saçlı, ak sakallı biri çıktı, ortaya. Yüce bir dağın başındaydı. Alabildiğine engin ufuklara bakıyordu. Bir şeyler düşündüğü belliydi. Sonra eliyle batıyı gösteriyordu birine. Urum diyarını gösteriyordu sanki. “Bu, Ahmet Yesevi” diyorlardı. Yanındaki de Hacı Bektaş-ı Veli” diyorlardı. “Hoşgörü” diyordu Hacı Bektaş, ”sevgi” diyordu. Ya Yunus, o neler neler diyordu: “İlim” diyordu “İlim kendin bilmektir...” diyordu. “Gönül” diyordu; “Bir kez gönül yıktın ise...” Yüzleri hep ışıl ışıldı, candan dosttular. Ne hoş insanlardı onlar. Ya Mevlana ne diyordu: “Ne olursan ol, yine gel Bizim dergahımız umutsuzluk dergahı değildir. Bin kez tövbeni bozmuş olsan da yine gel.” Birden yine değişti her şey: Bu kez Urum diyarında semah çekenleri gördü. Babası Ali baştaydı, sonra Hasan yanındaydı. Kendisi de hemen onun yanında. Sonra Zeynelabidin de hemen onların yanı başlarında. Daha niceleri vardı: Böyle toplam on iki kişi vardı semahta. Onların çevresinde de kırk kişi gördü sonra. Sanki bir turnanın kanatlarını açıp uçması gibi dönüyorlardı. Kollarını açmışlar dönüp duruyorlardı bir başka âleme. Böyle döne döne yükseliyorlardı gökyüzüne doğru. Yükseldikçe yükseldiler göz alabildiği yere kadar. Sonra bambaşka bir ışık oldular, hep birlikte. İşte, tam o an şimşek olup çaktılar. Aydınlanmaz sanılan karanlıkları aydınlattılar; İnançlarıyla, düşünceleriyle, mücadeleleriyle... Xll Hüseyin’in başı kesilerek şehit edilmesinden sonra, Kerbelâ toprağı sarsıldı önce. Bir çığlık koptu sonra, yerin altından göklere doğru. Gökyüzü bu feryatla serseme döndü. Dönmeyi durdurdu bir an için felek. Tam o an bir rüzgar çıktı, her yeri birbirine katan. Müthiş bir uğultuyla esiyordu rüzgar. Her şey ama her şey birbirine girmişti. Derken bir toz bulutu ortaya çıktı ansızın. Göz gözü görmez olmuştu tozdan topraktan. Her şeyi kasıp kavuran bir kasırga çıkmıştı sanki. Güneş de dünyayı aydınlatmıyordu artık. Gündüz olduğu halde kapkaranlık olmuştu dünya. Hatta bir aralık yıldızlar bile göründü gökyüzünde. Ardından korkunç bir kızıllık çöktü her yana. Sanki kanlı yağmur yağıyordu gökten yere. Her yandan şimşekler çakıyor, Her yandan gök gürlemesi sesi geliyordu. Yoğun bir sis yükseliyordu Fırat’tan her yana. Sanki Fırat kaynıyordu da suyunun buğusuydu bu. Bu yoğun sisin arasından bir hortum yükseldi göklere. Sonra da geriledi geriledi yatağına kadar. Oradan da su görünmez oldu birden. Birkaç dakikalığına da olsa Fırat, Yerin dibine doğru aktı gitti utancından. Sanki kararan sularını kimseye göstermedi böylece. Bu olaydan sonra Fırat hiç durgun akmadı bir daha. Bir sel oldu, yıktı geçti her yeri. Sonra da içine çekildi; Küsmüştü insanlara. Derinden derine aktı, bundan sonra artık. Hiç kimseyi yararlandırmadı da suyundan. Zorla yararlanmak istendiği zaman da, Bir kurban aldı her defasında. Derler ki, zaman gelecek kuruyacak Fırat. Hem de Dicle ile birlikte. İşte o zaman, bu ırmakların yataklarında, Altın ve gümüş çıkacak ortaya. Bunlar için birbirleriyle savaşacak insanlar. Çok büyük savaşlar çıkacak sonunda. Hem de hiç bitmeyen savaşlar. Bir yerde bitse bile, bir başka yerde sürecek savaşlar. Hiç rahat yüzü görmeyecek Irak halkı. Hiç huzur olmayacak Mezopotamya’da. Ve hiç savaş bitmeyecek Orta Doğu’da. İnsanlar arasında her zaman fitne olacak. Ve insanlar hep acı çekecek. YAŞAR YILTAN NOT: 1. Baskı: 1999 (Aykırısanat yayınları), 2. Baskı: 2020 (Kitapyurdu Yayıncılık) Bu kitabın tüm hakları saklıdır. Tanıtım amaçlı kısa alıntılar dışında metin ya da görseller yayınevinin izni olmadan hiçbir surette çoğaltılamaz. (KDY) |