YAYLALARA ÖZLEM
YAYLALARA ÖZLEM
Bak yaz gene geldi. Akın ediyor insanlar, Karadeniz ve Toros Yaylalarına. Erciyes ve Keşiş Dağı’na. ...ve daha bilmem ne yaylasına, ne dağına! Bir hafta sonu ya da bir tatil günü, Veya geleneksel hale getirilmiş Bir etkinlik zamanında Tatil yapıyor insanlar. Dans edip horon tepiyor, Şarkılarda, halaylarda, türkülerde, Kendi bildiğinde. Coşku dolu saatler yaşıyor Ve eğleniyor, doyasıya! Ya bizim dağlarımız, Yaylalarımız? Çiyayisıpi, Çatalpınar, Çopır. Ulıbawa, Tujıkbawa, Şelım ve Jari. Dilimin kemiği olsa da kırılsa. Her biri unutulmuş bir sevgilinin mahzunluğu, Ve terk edilmiş Ve ıssız Mistik bir ören yeri sessizliğinde. Siz de dinlemişsinizdir; Dinledikçe, yangın yerine döndüğü yüreğimin Kaybolmuşken duygular aleminde, Kendimi yaylalarımızda bulduğum Bir Erzurum türküsü vardır ya! "Hani yaylam hani senin ezelin" deyip, Yüreğimi dağlayan! Bizim dağlarımızın, yaylalarımızın Hiç mi yoktur ezeli? Doğduğumuz, büyüdüğümüz, Kayalıklarında keklik gibi sektiğimiz, Saçlarımızı rüzgarlarıyla taradığımız, Diş söktüren sularından içtiğimiz, At bindiğimiz, Ay yüzlü, Ceylan gözlü kızlarına yandığımız, Dağlarımız, Yaylalarımız... Hani bizim ezelimiz? İçinde, Sultanların mermer sütunlu saraylarından Asil devran sürdüğümüz, Gökyüzü kadar engin, Yeryüzü kadar dingin kıldan çadırlarımız? Güneşin yüzünde, Toprağın izinde, Bir damla suyun özünde, Ve evrenin sonsuzluğunda Her telden nida veren Dengbejlerimiz? Gılgamış dedemizin izinde, Derdimize derman arayan, Sağrımızı sağıltan Lokman Hekimlerimiz, Kadın Analarımız Şimdi neredeler? Düğünlerimiz; Yeri yerinden oynatan düğünlerimiz. Düğünlerimizde Sekili atlarımızın üstünde Zaferden dönen bir komutan edasıyla duran, Düğün alayıyla Bir yayladan bir yaylaya Yüreklerinde sevda taşıyan Servi boylu, al yazmalı, eli kınalı gelinlerimiz? Mavi keçinin sütünden, Mor Koyunun yağından parmak yalatan yemeklerimiz? Ay şafağı Sessiz Ve karanlık gecelerimiz. ...ve gecenin sessiz karanlığını yırtarcasına havlayan On bin yıllık obamızın, Sürümüzün, On bin yıllık sadık dostu, bekçisi Melite (Kangal) çoban köpeklerimiz? Sümüklü çocukluğumuzun kuzuları, oğlakları. Uçmakta Ve özgür olmakta yarıştığımız, Duldalarda sessiz renk fırtınaları estiren Ömrü günlük, Dostluğu asırlık narin kelebeklerimiz hani? Uzun ve yorgun gecelerinde Kısa ve dinlenir olurdu uykularımız. Çıplak gözle bakamazdık, Ama altında da üşürdük güneşinin. Geceleri bakarken gökyüzüne Yıldızlara karışırdık. Saymaya kalkışırken de yıldızları, Bu işin, Kuzuları saymaya benzemediğini anlayana kadar Uyur giderdik. Hatırladınız mı? Çocukluğumuz nerede kaldı? Ölümlerde gelen üzüntümüzü, Doğumlarda ağlayarak hayata merhaba diyen Yeni sesler yendi hep. Üzüntülerimiz, sevinçlerimiz, Dağlarımızın ufuk çizgisini aşamayan Umutlarımız... Hayallerimiz nerede kaldı? Memleketin canını çıkartırcasına, Gölgeleriyle birlikte Teninden söküp kopartarak, Dağlarımızı çöle çevirdiğimiz, Adına yeminler ettiğimiz, Bin bir çeşit yemiş ağacına, Memleket kadar büyük, Memleket kadar kutsal Bin yıllık ardıç ağaçlarına Ne oldu? Biliyorum, Biliyorum hilafsız; Ezelden beri bize ait Acı tatlı her şeyimiz Dağlarımızda, Yaylalarımızda gömülü kaldı. Alamadık yanımıza hiç birini Gurbet ele giderken. Gayrı bir tek memleketi sığdırabildik ancak Yüreğimize. Kararımızı vermiştik bir kere Memleketi yüreğimizde taşımaya. Dayandıkça Ve yaşadıkça yüreğimiz. Çok çabuk geçiyor ömrün Bize ait olan kısmı. Bu yaylalarda tükettiler ömürlerini, Dedelerimiz, Atalarımız. Siz de biliyorsunuz ki Pek hoyratça yaşadık Dağlarımızı, yaylalarımızı. Yolduk ağacını, çiçeğini Nesiller boyu. Göçerttik yerdeki kurdunu, kuzusunu. Gökteki kuşunu, kelebeğini küstürdük. Bir sevgili, Bir yavuklu gibi incineceğini düşünmeden. Yine de yok edemedik Dağlarımızı, Yaylalarımızı. Onlarsa, vefalı bir yar gibi Çiçeğe durup çimen bağladılar; Bize inat, Yaptıklarımıza inat! Duyarım ki, Eski tadında akarmış suları hala yaylalarımızın. Aynı şiddette dövermiş poyrazı, karayeli. Aynı serinlikte okşarmış seher yeli Ve ipek bir çarşaf misali sararmış bedenini Memleketimin... Evet, gene geldi yaz, Karadeniz ve Toros Yaylalarına. Binler, on binler, Yüz binler akın ediyor buralara Sevdalarla. Özlemlerini dillendiriyorlar, Taşının toprağının anladığı dilden Türkülerle , horonlarla. Bizim oralara da yaz gelmiş olmalı. Mezopotamya’ya, Komagene’ye. Heyy Mezopotamyalılar; Heyyy Kommageneliler; Siz hasret nedir bilmez misiniz? Siz hiç özlem duymaz mısınız? Hiç bakmaz mısınız Yitik zamanın ardından?! Neden Komagene neden, Ezelden akıp gelen, Üst üste yığılmış, İçinden çıkılamayan Bir renk sarmalına dönmüşsün? Sen en güzelsin dünyada. Yitirme bilincini. Hatırla kendini, Kendi rengini. Dağılmış olsak da çil yavrusu gibi, Bulunduğu yeri terk etmeyecek Meri Anamız. Bağlı olmak Geçmişimize, Onu hatırlamak, Onu yaşamak. Eskiden olduğu gibi Bize ait olanı mundar etmeden, İnsanca yaşamak, Yaşatmak Ve onu geleceğe taşımak! Fırat’ın Oğulları, Dicle’nin Kızları, Ülkemin bütün çocukları; Sadece bizim değil bu hayal, Bu hayal, insanlığın ortak türküsü… Bir düğün yapılsın Kommagene dağlarında, Yaylalarında. Asırlardır görüşmeyenlerin, Akrabaların, arkadaşların, dostların, Kardeşlerin, küskünlerin, Eli saban eli kalem tutanların, Bebelerin, dedelerin, Memleketi yüreğinde taşıyacak kadar Uzağı yakın edenlerin, Zengin-fakir , mutlu-mutsuz, Güzel-çirkin herkesin Sel olup aktığı, Yeri göğü inlettiği, Tüm nesillere ve çağlara Türküsünü dinlettiği bir cem olsun bu düğün... Dağlarımız; Kartallar gibi yükseklerde Vakur, onurlu, Evrenin sonsuz ve sınırsız arenasında Bizi özgür kılan. Yaylalarımız; Ekmek kapımız, Bir nefes, bir sıhhat pınarımız, Ve bir köprü misali Geçmişle gelecek arasında Bizi ölümsüz kılan. Çıkalım dağlara dağlara Yaylalara gidelim. Bir ana, Bir yar özlemiyle. Düğüne gider gibi, Bayramlıklarımızı giyerek, Davullarla-zurnalarla, Halaylarla-türkülerle, Aşk, umut ve sevdalarla, Coşkuyla yürüyelim aziz hatıralarına, Mazidekilerin, atidekilerin. Yad edeceğimiz çok şeyi var ülkemin, Jari’de,Çopır’da,Çatalpınar’da... Lukianos/Haziran 2004 Bitinya |