Günden güne çoğalıyor Dağlardan ovalardan Kente kaçan üveyikler; Kent içinde avlanmak yasak, İslâh olsa insanoğlu Su içecek avuçlarımızdan Ceylanlar geyikler...
(c) Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir.
Şiirlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
VAHŞİ İNSAN VE DOĞA?! şiirine yorum yap
Okuduğunuz şiir ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
VAHŞİ İNSAN VE DOĞA?! şiirine yorum yapabilmek için üye olmalısınız.
"XVII. Yüzyılda Osmanlı ülkesini gezmiş olan Fransız avukat Guer, Şam’da hastalanan kedilerle köpeklerin tedavisine ait bir hastanenin varlığından söz etmektedir. Şam’daki hayvan vakıflarıyla ilgili olarak Prof. Sibai ise şu bilgileri vermektedir:
Eski Vakıf geleneğinde hasta hayvanları tedavi ve otlatma yerleri mevcuttur. Yeşil Mera (şu anda Şam’ın şehir stadı olarak kullanılan saha), çalışma gücünü yitirdiğinden sahiplerinin yem ve bakımını kaybeden aciz hayvanların otlanması için zamanında vakfedilmiş bir yerdi. Bu hayvanlar ölünceye kadar orada otlanırdı. Şam Vakıfları arasında, kedilerin yiyip uyuyacağı ve gezineceği yerler de vardı. Öyle ki, her gün yiyeceklerini bulmakta hiçbir güçlük çekmeyen yüzlerce kedi, buranın demirbaşı mesabesinde (durumunda) idi. Kuşların Müslümanların hayatında ayrı bir yeri ve önemi vardır. Sadece bülbül gibi sesi güzel ötücü kuşlar değil, başta güvercin olmak üzere leylek, kumru, ve kırlangıç gibi diğer kuşlara karşı da büyük sevgi beslemişlerdir. Bu sevgi, çeşitli şekillerde ortaya çıkmıştır: Kuş haklarını koruma, onlara yiyecek temini için vakıf kurma, tedavileri için hastane yapma, bazı türlerini evcilleştirme ve kafeste saklama veya tam tersi olarak kafeslerden kurtarma gibi. Sevgilerinden dolayı kuşları kafeslerden kurtarmalar çok olduğu gibi, kafeste kuş besleyenler de çoktu. Ünlü Fransız şair Lamartine şu gözlemlerini kaydetmektedir:
Müslümanlar canlı ve cansız mahlukatın hepsiyle iyi geçinirler: Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başı boş bırakılan veyahut eziyet edilen bu zavallı hayvan cinslerinin (türlerinin) hepsine şefkat ve merhametlerini teşmil ederler. Bütün sokaklarda mahalle köpekleri için muayyen (belirli) aralıklarla su kovaları sıralanır; bazı Müslümanlar, ömürleri boyunca besledikleri güvercinler için, ölürken vakıflar kurarak, kendilerinden sonra da (bu hayvanlara) yem serpilmesini sağlarlar. Görüldüğü gibi, İslam dini çevrenin bir bütün olarak evrenin korunmasına çok önem vermektedir. Zira çevre ve içindeki tüm canlılar Allah tarafından yaratılmıştır. Korunması ve geliştirilmesi bizlere emanet edilmiştir. Bu nedenle çevreyi korumak sadece insanî değil, aynı zamanda dinî bir görevdir. Hatta herkesten çok inanan insanların çevreye sahip çıkması gerekir. Allah’a ve ahiret gününe inanmayan bir insanın çevreye duyarsız olması anlaşılabilir. Ancak inanan bir insanın duyarsız olması anlaşılamaz ve kabul edilemez. Yunus Emre’nin "Yaratılanı severiz, Yaratandan ötürü" deyişindeki derinlik ve enginlik açıktır. İnançlı ve duyarlı her Müslüman birey, sadece insanlara değil, bütün mahlukata yaptıklarından sorumlu olduğunu ve bunlardan dolayı bir gün hesaba çekileceğini hiçbir zaman unutamaz. Kur’an’ın şu ayeti bu konuda tüm Müslümanları uyarmaktadır: “Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür."
Dr. İbrahim Özdemir http://www.os-ar.com/modules.php?name=Encyclopedia&op=content&tid=501206 ---------------------
"Sultan III. Murad'ın taşımacılıkta kullanılan at ve katırların haklarını korumak için 1587 tarihinde ferman yayınlamıştı."
"Osmanlı’da hayvan hakları Avrupa’dan önce başlamış! "
Dünya Bülteni / Haber Merkezi
Batıda hayvan haklarının korunmasına yönelik ilk yasal düzenlemeler II. Dünya Savaşından sonra çıkmış iken Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinde çıkan bir belgeye göre Sultan III. Murat yük hayvanlarına nasıl bakım yapılacağı, bu hayvanlara taşıyacaklarından fazla yük yüklenmemesi için ferman yayınlamış. Ayrıca hamalların taşıdıkları eşyalar için ücret konusunda sorun çıkarmamaları, gidecekleri yere göre ücret almaları, yolu değiştirerek müşteriden fazla para istememeleri aksi halde cezalndırılacakları belirtilmiş.
Bu fermanda yük hayvanlarına kapasitelerinin üzerinde yük taşıttırılmaması, hayvanlarının bakım ve beslenmesine özen gösterilmesi ile taşıma ücreti konusunda sorun çıkarılmaması istenilmektedir. Ayrıca emre uymayanların cezalandırılacakları bildirilmektedir."
“ger drahtanı sarınca karınca var mı günahı karıncayı kırınca"
şeyhülislam zenbilli ali (ebu suud ?)
“yarın mahşere varınca hakkını alır süleyman’dan karınca”
drahtan:ağaçlar ger: eğer şayet.. uyuz hastalığı
KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN VE KARINCA
“İstanbul da Güneşli bir Günün Sabahında Topkapı sarayının avlusunda bulunan Has Odanın kapısı açıldı.Uzun boylu genç bir adam arka bahçeye doğru ilerliyordu.Bu kişi avrupayı titreten koca Akdenizi hakimiyet altına alan Osm Devletinin kuvvetli hükümdarı Kanuni Sultan Süleymandan başkası değildi.Devlet işlerinden vakit buldukça soluklanmak için arka bahçeye çıkar; ağaçları kuşları denizi seyrederdi.
O gün deniz ağaçlar bir başka güzeldi, yalnız ağaçlardan bir kaç tanesinin yapraklarının buruştuğunu farketti. Hemen yanına yaklaştı ve eliyle ve eliyle tutup incelemeye başladı.Biraz sonra ağaçların neden buruştuğunu anlamıştı.Karıncalar salmıştı o güzelim dallarını Aklına bir çözüm yolu gelmişti.Ağaçları ilaçlatacaktı böylaca ağaçlar karıncalardan kurtulacak ve rahat bir nefes alacaktı.Fakat birkaç dakika düşününce bu fikrin o kadarda iyi olmadığını anladı. Karıncalarda can taşıyordu,ağaçları ilaçlatırsa onlar ölebilirdi.
İşin içinden çıkamayacağını anlayan Kanuni, bu konuyu danışmak için hocası Ebussuud Efendiyi aramaya koyuldu. Hocasının odasına gitti. ama hocası odada yoktu. Heme oracıkta bulduğu kağıt parçasına kafasına takılan soruyu edebi bir dille yazdı ve hocasının rahlesinin üzerine bıraktı.
Birkaç saat sonra hocası odasına gelmiş ve rahlenin üzerinde el yazısı ile yazılmılş olan kağıdı görmüştü. Eline hat kalemini alan Ebusuud efendi talebesinin soruyu yazdığı kağıdın altına birşeyler yazdı ve kağıdı rahleye bıraktı.
Kanuni bir ara tekrar hocasını odasına uğradı.Hocası yerinde yoktu; ama rahlenin üzerine bırakmış olduğu kağıdın üzerine kendi yazısı dışında birşeylerin daha yazılmış olduğunu gördü. Merakla eline kağıdı eline aldı ve okumaya başladı. Yazıyı okuyunca yüzünde bir tebessüm belirdi. kağıdın üst kısmında Kanuni’nin hocasına yazdığı sual vardı. Kanuni şöyle yazıyordu hocasına
Meyve ağaçlarını sarınca Karınca Günah varmı Karıncayı Kırınca? Hocası Ebussuud soruyu şöyle cevaplıyordu. Yarın Hakk’ın Divanına Varınca Süleyman’dan hakkını alır karınca.”
not: " karınca hikayesi "ni türk edebiyatı hocam bekir öztürk'ten de dinlemiştim sultan süleyman'ın şair yönünü irdelerken değerli hocamı ve insanlık sanatına hizmet edenleri rahmet ve minnetle anıyorum mekanları cennet olsun...el fatiha..amin..
okuduğum yazılarda fetvayı veren şeyhülislam ebu suud olarak geçmekte ise de benim notlarda fetvayı veren “şeyhülislam zenbilli ali efendi “ ortak noktaları bu iki şeyhülislam da kanuni döneminde görev yapmıştır.
--------------------------------- “Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi Hazretleri
Sekizinci Osmanlı şeyhülislâmı olan Zenbilli Ali Efendi, Osmanlı âlimlerinin büyüklerindendir.
Evinin penceresinden bir zenbil sarkıtır, suâl soranlar, suâllerini bir kağıda yazıp zenbile koyarlardı. O da zenbili çekip suâllerin cevâbını yazar, zenbile koyar tekrar sarkıtırdı. Bu sebeble "Zenbilli Ali Efendi" ismiyle meşhûr oldu.
Zenbilli Ali Efendi; İkinci Bâyezid Han, Yavuz Sultan Selîm Han ve Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde olmak üzere 24 sene şeyhülislâmlık yaptı.
Ömrünü ilme, talebe yetiştirmeye ve İslâma hizmete harcamış, kıymetli hizmetler yapmıştır."alıntı --------------------------
"Eminönü Belediyesince, Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı Prof. Dr. İlber Ortaylı, tarihçi Prof. Dr. Vahdettin Engin ve Yrd. Doç. Dr. Erhan Afyoncu'ya hazırlatılan "Payitaht-ı Zemin Eminönü Bir Dünya Başkenti" adlı eser, Osmanlı'nın hayvan haklarına bakışını örnek bir uygulamayla gözler önüne serdi.
Kitapta, "Hayvanların tatili" başlığı altında yer alan bilgilere göre, Osmanlı toplumunda hayvanlara iyi davranılması konusunda hassasiyet gösterildi.
Padişah 3. Murad, 1587'de "yük beygirlerine taşıyabileceklerinden fazla yük yüklenmemesi konusunda" ferman çıkardı. Fermanda, sahiplerinden, hayvanlarını iyi beslemeleri istenirken, hayvanlara tahammül edebilecekleri ağırlıktan fazlasını yüklemek de yasaklandı.
3. Murad'ın fermanından 300 yıl sonra 1856'da benzer konunun tekrar dile getirilmiş olması, bu anlayışın yüzyıllar boyu devam ettiğini gösterdi.
Osmanlı arşivlerinde yer alan 2 Ekim 1856 tarihli belgede, yük taşıyan hayvanlara iyi davranılması için öteden beri uygulanan kurallar hayvan sahiplerine yeniden hatırlatıldı.
"Belgede neler var?"
Söz konusu belgede şöyle deniliyor:
"Saadetli efendim hazretleri, beyana gerek olmadığı üzere, beygir hamallarının cuma günleri tatil eylemeleri ve beygir sahiplerinin beygirlerin boş olduğu halde üzerine binmemek üzere semerleri üzerine demir çubuklar mıhlattırmaları eski adettendir.
Fakat bir müddetten beri bu usule riayet edilmeyerek cuma günleri tatil edilmemekte ve sahipleri beygirleri yüklü olmadığı halde üzerlerine binerek birtakım çoluk çocuğa çiğnettirmektedirler. Bu hal layıksız bir şeydir ve asla caiz değildir. Bundan böyle bunların cuma günleri tatil ederek semerleri üzerine dahi çivi mıhlattırmaları kati olarak sağlanmalıdır.
Ayrıca bu hususta beygir hamalları ile bu tür iş yapan diğer ekmek, sebze taşıyan esnafın kethüdalarına gerekli tebligatın yapılması ve esnafın devamlı kontrol altında bulundurulmasının şehremaneti yetkililerine dahi ifade kılınmasının tarafınıza bildirilmesi Meclis-i Vala'dan ifade edilmiş olmakla o yolda gereğinin yapılması hususunda tezkire yazıldı."
Ancak 1856'da bu kuralın uygulanması konusunda bazı sıkıntılar yaşandı. Yük beygirleri ile ekmek, sebze, kömür gibi nakliyat yapan esnafın, cuma günleri de beygirlerini binek amaçlı kullandıkları tespit edildi. Bunun üzerine harekete geçen şehremaneti (zabıta), esnaf birlikleri başkanlarını "yük hayvanlarının haftanın 6 günü çalışacağı, bir gün dinleneceği" konusunda uyardı.
Dinlenme gününde hayvanlara binilmemesi kuralının ihlal edilmemesi için görevli memurlar esnafı sürekli kontrol altında bulundurdu.
Yazarların değerlendirmesi
Kitabı hazırlayanların bilgileri yorumladığı bölümde ise şu görüşlere yer verildi:
"Aslında çok basit gibi görünen bu hadisenin üzerinde biraz düşünüldüğünde, çok önemli mesajlar içerdiği görülmektedir. Hayvanlara gösterilen günümüzde dahi örnek alınacak bir davranış biçimi olduğunu kabul etmek gerekir. Söz konusu icraat ve hayvanlara gösterilen duyarlılık, benzerine kolay rastlanmayacak bir uygulama olarak Türk tarihi açısından olduğu kadar dünya tarihi açısından da büyük önem taşımaktadır."
Geçmişten Günümüze Avrupa Ülkeleri Ve Türkiye’de Hayvan Hakları
"Geçmişten Günümüze Avrupa Ülkeleri Ve Türkiyede Hayvan HaklarıÜlkemizde 2004 yılında, binbir zorlukla çıkartılan “Hayvanları Koruma Yasası” doğru dürüst uygulamaya konulamamış ve ne yazık ki, hayvan hakları medeni bir ülkede olması gereken düzeye halen gelememiştir. Oysa, AB Ülkelerindeki hayvan hakları, ulusal yasalarda “hayvanlarda kişilik” kavramını tartışabilecek boyutlara ulaşmış ve AB çerçeve sözleşmelerinde hayvanlar artık mal değil, hissetme yeteneğine sahip varlıklar olarak kabul edilmiştir.
Diğer yandan, aynı batı ülkelerinin geçmişine baktığımızda tam tersi bir tablo görebiliriz. İnsanların köle, soylu, alt-üst insan gibi kavramlarla kategorize edildiği Ortaçağ Avrupa’sında hayvanların durumu içler acısıyken, Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli gibi düşünürlerin yetiştiği bu topraklarda “yaratılanı severim yaratandan ötürü” düşüncesi yaşama da uygulanıyor ve hayvana karşı duyulan sevgi batıda alay konusu olacak kadar yoğunlaşıyordu. Bu sevgi, saygı boyutundaydı. Evlerde hayvan beslenmiyordu ama hayvanlara günümüzdekinden daha fazla değer veriliyordu. Geçmişten bu yana ülkemizde hayvan hakları
"Türklerin eskiden beri hayvanlara büyük değer verdiği bilinir. Kartal, geyik ve kurt gibi hayvanlar Türk Boylarının simgesi olmuştur. Atalarımız, ölen atlar için mezar taşları ve kitabeler yaptırmışlardır. Kaya resimleri ve kilimlerde hayvan figürleri çoğunluktadır. Edebiyatta, türkülerde vb., hayvan sevgisi hissedilir derecede vurgulanmıştır. Bu sevgi, Osmanlı döneminde de devam etmiştir. Hayvan sevmek dinin de bir gereğidir. İslam dininde bütün mahlukata şefkatle muamele yapılması emir olunur. Hayvanlara zulmün cezası ağırdır. Çünkü, hayvanların Allah’tan başka koruyucusu yoktur. Hayvanlar riayet edilmesi gereken haklara sahiptir. Ancak, köpekler temiz olarak düşünülmediği için, Kuran-ı Kerimde yasaklayıcı bir hüküm olmamasına rağmen, ev hayvanı olarak kabul görmemiştir. Hayvanlar özellikler Rönesans döneminde Avrupa’da aşağılanırken Türkler tarafından el üstünde tutuluyor, sinek, pire bit gibi hayvanlar bile günah olacak diye öldürülemiyordu. Hayvanlara verilen değer karşısında batılı yazarlar hayretler içinde kalıyor, bazıları bunlara olan hayranlıklarını gizleyemezken, bazıları alay ediyordu. İşte bir zamanlar Osmanlıda batılıları şaşırtan manzaralardan bazıları:
Hayvan ve ağaçlar yararına oluşturulan vakıflar, Kediler için yapılmış binalar, Hayvanların beslenmesi için tahsis edilmiş uşaklar, Hayvanların beslenmesi için bırakılan miraslar (Örneğin sadece Beyazıt Vakfiyesinde kuşların beslenmesi için yılda 30 altın ayrılmıştı), Kedilerin beslenme saatlerinde zengin ve kibar Osmanlıların kedileri her gün düzenli olarak kebaplarla beslemeleri, Kasap ve lokantaların önünde sıraya girmiş hayvanlar, Sokak hayvanları için düzenlenen şiş kebap günleri, Hacı Baba mertebesine yükseltilmiş leyleklere sanki kutsalmış gibi yapılan muameleler, Sonbaharda geri dönemeyen ve bakıma ihtiyaç duyan leylekler için bakım merkezleri, Dünyada örneğine rastlanmayan Bursa’daki Leylek (Gurabahane-i Laklakan), Dolmabahçe’deki kuş ve Üsküdar’daki kedi hastaneleri, Cami ve mezarlıklardaki suluklar, kuş evleri, hatta mimari açıdan eşi ve benzeri bulunmayan kuş köşkleri, Her hafta kurulan pazarlarda varlıklı ailelerin kafesteki kuşları satın alıp özgür bırakma geleneği, Sokakta doğurmuş bir hayvan gördüklerinde hemen oracığa bir kulübe yaptırmak için yarışan insanlar, Yük hayvanlarına fazla yük yükleme tarzındaki merhametsiz uygulamalara karşı çıkartılan fetvalar, bu hayvanlara aşırı yükten dolayı ıstırap çektiren insanlara aynı yükü taşıtarak ceza verilmesi vb. Bu tablonun hayvanlara karşı bizden çok farklı bir bakış açısına sahip olan batılıları şaşırtmaması olanaksızdı. Nitekim, Fransız rahip Du Loir, ünlü seyahatnamesinde, 1600′li yıllarda Türklerde hayvanlara karşı duyulan hislerin dini bir görev mertebesine çıkarıldığı, insanlık fazileti olan hislerin hayvanata duyulmasının doğru olmadığını söylemiş ve yukarıdaki uygulamalarla alay etmişti. Batılı yazarların neredeyse tamamı köpeklere en iyi bakan milletin Türkler olduğu konusunda birleşiyorlar ve Türklerin tüm mahlukatla iyi geçindikleri, tabiata aşık oldukları konusunda yazılar yazıyorlardı. Ancak, o dönemlerde İstanbul’da el üstünde tutulan sokak köpeklerinin sayısı yıllar geçtikçe artıyor ve bazı sorunlar çıkıyordu. Dini nedenlerle hayvanların öldürülmesi olanaksızdı. Bu nedenle başka bir çözüm bulunmalıydı. İlk olarak I. Ahmet döneminde, sokak köpeklerinin toplanarak Anadolu yakasına atılması denendi.
Bu geçici çözüm tabi ki sonuç getirmedi ve köpekler İstanbul sokaklardaki yerlerini kısa sürede tekrar ele geçirdiler.
Batı kültürü, ülkemizdeki etkisini arttırdıkça hayvanların değerleri azaldı; henüz halkta değişiklik olmasa da batı terbiyesi alan aydınımızın köpeklere bakış açısı değişmeye başladı. Sultan II. Mahmut ve Sultan Abdülaziz dönemlerinde köpekler toplu olarak Hayırsız Ada’ya sürgün edildiler. Ancak, halk buna isyan etti ve köpekler geri alındı. Halk, hayvanlara kötü davranmanın uğursuzluk getireceğine inanıyordu. Nitekim onları doğrularcasına, bu olaylardan birisinin ardından Mısır ordusu Kütahya’ya kadar uzandı, diğerinin ardından da büyük yangınlar çıktı.
1910 yılında diğer bir Hayırsız Ada vakası daha yaşandı. İktidardaki İttihatçıların izniyle, Şehremini Suphi Bey, neredeyse bütün sokak köpeklerini Hayırsız Ada’ya yolladı. Namuslu hiçbir Türk bu aşağılık görevi üstlenmediği için nakil işleminde serseriler kullanılmıştı. Adada yiyecek bulamayan köpekler açlıktan birbirlerini parçalayarak öldüler. İstanbul halkı yine haklı çıktı; uğursuzluk kol gezmiş ve Balkan savaşı patlamıştı.
Hayırsız Ada vakası, o dönemlerde Avrupa’da hayvanlara yapılan kötü muamelelerin yanında çok masum kalmasına karşın hayvan koruma tarihimize kara bir leke olarak yerleşmiştir.
Günümüz Türkiye’sinde, AB uyum yasaları çerçevesinde, “Hayvanları Koruma Kanunu” çıkarılmış olmasına rağmen hayvanlara yapılan muameleler iyi durumda değildir. Tecavüzler, işkenceler, toplu itlaflar vb. haberler hayvan sever Türk Halkını derinden üzmektedir.
Avrupa’da durum
Bütün tarihçilerin kabul ettiği gibi, bir zamanlar Avrupa’da hayvanlar bizimkinin aksine felaket bir durumdaydı. İnsanların hayvandan üstün olduğunu ispat edecek gösterilerden büyük zevk alınırdı. Örneğin, Roma’daki dev arena Colesseum’un açılışında dokuz bin hayvan öldürülmüştü. İddialara göre, bu gelenek devam etmiş ve Kuzey Afrika ve Yakındoğu’daki fil ve aslanların kökü kurumuştu.
Kediler şeytan olarak nitelendirilmiş, diri diri ateşe atılmak, asılmak, temellere harç olarak kullanmak gibi sayısız işkencelere maruz kalmıştı. Saint-Jean bayramında kediler torbalarla alevlere atılıyor ve yanarak kaçışırken tepelerine çullanılıyordu.
Köpekler deri ve etleri için öldürülüyordu. Bazı Avrupa ülkelerinde birkaç yıl öncesine kadar kedi ve köpek kürkü işleyen dükkanlara rastlanabiliyordu. Almanya’da köpek kasapları vardı.
Descartes’e göre hayvanlar canlı bile değildi, hatta acı çekmeyen makinelerdi. Böylece, hayvanlar üzerinde bayıltmaksızın deneylerin yapılabilme yolu açılmıştı. Muhalif kanattan olan Leonardo da Vinci hayvanların acılarına önem verdiği için arkadaşları tarafından alay konusu olmuştu.
Aristoteles bazı insanların doğasında kölelik olduğunu savunarak köleliği normal bulmuştu. Ona göre köle bir maldı. Kölelerin bile değeri yokken hayvan haklarından bahsedilmesi olanaksızdı. 19. Yüzyıla kadar kilisenin etkisiyle hayvan koruma dernekleri açılamadı.
Veteriner okulları da açılamıyordu. Üstün varlık olan “insan” için toplanmış bilginin hayvanlara uygulanması utanç vericiydi, ancak 18. yüzyılda sığır vebası hastalığı tüm sığırları yok edip ekonomiyi çökertme noktasına getirdiğinde bu okulların açılmasının insan menfaatine olduğuna karar verildi.
Eskiden Rönesans hümanizmine hakim olan “her şey insanlığın hizmetindedir, hayvanlar ve asil olmayan insanlar aşağılık ve ilkel canlılardır” anlayışının izlerini günümüzde görebiliyoruz.
Hayvanların sokakta yaşama hakkına bundan 100 yıl önce son verilmiştir. Artık, sahipsiz hayvanlar sahiplendirilemedikleri takdirde en fazla 30 gün içersinde öldürülmektedirler. Özellikle tatil sonlarında köpeklerin otobanlara atılarak ezilmeleri görünen manzaralardandır.
Çeşitli ülkelerde boğa ve horoz dövüşleri, tam bir eziyet haline gelen tazı yarışları, yunus ve balina katliamları halen devam etmektedir. Tıbbi deneylerin yanı sıra, ilaç, kozmetik, silah, oyuncak vb. gibi sektörlerde her yıl milyonlarca hayvan yok edilmektedir
Dövüş köpeği çok yakın bir geçmişte İngiltere’de yaratılmıştır. İngiltere’de kraliyet ailesinin öncülük ettiği sürek avları dünyaca meşhurdur. Buna karşın dünyada “hayvanları koruma günü” ile ilgili ilk kararı İngiliz parlamenterler almıştır.
AB yasalarında sokak köpekleri konusunda kesin hükümler yoktur. Her ülke kendi koşullarına uygun önlemler alır. İtalya’da bine yakın barınakta 640.000 köpek, 1290 kedi yaşatılmaktadır. Almanya’da binden fazla hayvan koruma derneği ve barınağı olup hiç bir barınakta hayvan öldürülmemektedir. Bunun yanı sıra, İngiltere’de sahipleri tarafından aranmayan başı boş hayvanları kısa bir süre bekletip öldüren barınaklar da, bu uygulamaya karşı çıkıp yaşatan barınaklar da vardır. Bu ülkede 2003 yılında yapılan bir araştırmaya göre, öldürülen sahipsiz köpeklerin sayısı yılda 100.000 civarındadır.
“Sokak köpeği” kavramı nadir de olsa İtalya, Yunanistan gibi ülkelerde vardır. Bunların neredeyse tamamı evlerinden atılan hayvanlardır. İtalya’da her yıl 300.000′e yakın köpek ve kedi sokaklara atılmaktadır.
Görüldüğü gibi, bu gün dahi AB ülkelerinde hayvan haklarının durumu iyi sayılamaz. Zaten mevcut durum oradaki hayvan korumacıları da tatmin etmemekte, militan hayvan korumacılar baskın, kundaklama, sabotaj, başbakanlara bombalı mektuplar, hayvan kaçırma gibi eylemlere gitmektedirler.
Diğer yandan hayvan hakları, Avrupa Birliği Komisyonunca izlenmekte ve hayvan hakları ihlalleri yapan ülkeler Avrupa Adalet Divanında yargılanabilmektedirler. Örneğin Yunanistan, hayvanların nakli konusundaki yasalara uymadığı ve acısız kesimi yeterince sağlamadığı gerekçesiyle, Avrupa Adalet Divanı’na verilmiştir.
Avrupa Birliği’nin ilk olarak 1957′de kaleme aldığı çerçeve sözleşmesinde hayvanlar tarımsal ürün olarak kabullenildi, fakat ilk kez 1991-1992 yıllarında toplanan hükümetler arası bir konferans sırasında hayvan hakları konusu gündeme alındı. 1997′de imzalanan “Amsterdam Anlaşması” ile hayvanlar duygulu varlıklar olarak kabul edildiler. Ama at yarışları, boğa güreşleri, tazı yarışları, tazı ile avlanma konularında üye ülkelere serbest bırakıldılar.
Bu gün AB ülkelerinde 300 milyon ev hayvanı beslenmektedir. Ancak, köpeklere gösterilen bu ilgi kesim hayvanlarına gösterilmemiş, açık renkte et üretmek için kansızlığa mahkum edilen, yatacak samanı bile bulunmayan, kendi etrafında dönmelerine bile izin vermeyecek kadar dar bölmelerde tutulan danalar Avrupalının ilgisini çekmemiştir. Bizde ise ineklerini “sarı kızım” diye seven köylülerimizi her yerde görmek mümkündür.
Hayvanlarla ilgili yasalarımızı ve icraatı eleştirebilir, münferit olaylara rastlayabiliriz ama yine de insanımızdaki hayvan sevgisine laf edilemez. AB ülkelerinde daha fazla sayıda hayvan besleniyor olması, onların bizden daha fazla hayvan sevdiğini göstermez. Halkımız hayvandan uzak kalabilir, hatta bazıları ondan korkabilir ama bütün bunlar hayvanlara kötü muamele yapılmasına yandaş oldukları anlamına gelmez.
AB ülkeleri düzeyinde uygulanan hayvan koruma yasalarıyla ülkemizde hayvan haklarının çok daha iyi duruma geleceğinden şüphemiz yoktur. Ancak, günümüz Türkiye’sinde özellikle yönetim kademelerindekilerin hayvan haklarına karşı duyarsızlıkları geneldeki manzarayı çok olumsuz etkilemekte ve dışarıdan bakıldığında hayvan hakları karnemiz hiç de iyi gözükmemektedir.
Aynı insan hakları karnemiz gibi…"
Prof. Dr. Tamer Dodurka http://www.fatihbelediyesiyedikulehayvanbarinagi.com/kose-yazarlari/prof-dr-tamer-dodurka/gecmisten-gunumuze-avrupa-ulkeleri-ve-turkiyede-hayvan-haklari/ -------------------------
"muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!" ata'mızın da uyardığı gibi
gücünü köklerinden alan müthiş bir zenginliğe sahip dünyaya örnek olan şanlı geçmişimizi inceleyip araştıralım ve geleceğimizi zenginliklerimizden aldığımız feyiz ile insanlığı kucaklayan sevgi dolu yüreklerle dünya önderi olarak yeniden oluşturalım...
tebriklerim hayata kattığınız erdemli düşün dolu sevi yürekli eşsiz cümle güzelliklere iyi ki varsınız değerli Şaban hocam şanssınız..:) sevgim saygım selamlarımla..
Sabiha KÜÇÜKTÜFEKÇİ tarafından 12/13/2011 10:31:54 PM zamanında düzenlenmiştir.
"Bugün anneler günü; doğa hepimizin en büyük anası, biz insanlar ve canlılar da hepimiz onun yavrularıyız.Bugün, bizi doğuran besleyip büyüten toprak anaya da sevgi ve saygımızı sunacağımız güzel ve mutlu bir gün. Anneler günümüz kutlu olsun!"
incelemeler doğada herşeyin müthiş bir hesap düzen içinde ve birbiri ile uyum içerisinde olduğunu gösterdi bugün bilim adamları evrenin patlama ile yoktan oluştuğuna ve bir yaratıcısı olduğu noktasına ulaştı evrende muazzam akıl ötesi bir denge ve uyum var..
var olan doğal biyolojik fizyolojik..vs ekolojik dengeleri korumamız gerekiyor lakin insanoğlu nasrettin hoca'nın o harika uyarısındaki pozisyonda bindiği dalı kesmekle meşgül üç kuruş çıkar uğruna..
kişilerin eğitimli medeni bilgi dolu olduğu bu çağda insanoğlu bindiği dalı kesmeye dünyayı yok etmeye çalışıyor ne acı..:(
sevgisiz saygısız duyarsız yürekler katlediyorlar kendilerini katlediyorlar dünyayı ..:(
hatalarımızın farkına varmalı kendimize özümüze dönmeli evreni sevgi saygı ile kucaklamalıyız..:)
insanlığı ne hallere düşürdü çıkarcı bencil kapitalist sistem..:(
geçmişte hayvanlara değer vermez biz değer verirken bugün hayvan hakları savunuculuğuna da soyundular bence ucunda para çıkar yoksa hiç uğraşmaz bunlar hayvan mamalarından hayvan ilaçlarından vs vs hayvan sanayiinden götürüyorlardır paraları..:))
empati kurduran ne güzel şiir ki çocuk şiiri herkes yazamaz çok beğendim değerli hocam bu tür çocuk şiirlerine hikayelerine ihtiyaç çok ve yüreğiniz bu çalışmalara çok uygun dilerim çocuk kitabı serilerinizi de okuruz diğer kitaplarınızla birlikte...:)
yanaklar pespembe etkili yorum nezaketinize teşekkürler sağolasınız değerli hocam saygılarımla..:)
Evrende her şeyin sistemi içinde, kendi yasalarına göre bir işleyişi vardır. Evrenin barışık ortamında bunu algılayışımıza, dünyanın güneş etrafında bir yılda dönmesinin, saniyesi saniyesine gerçekleşmesini ve aksamadan dünyamızın ekliptik düzlem üzerindeki hareketine bağlı olarak da mevsimlerin ortaya çıkışını örnek olarak sunabiliriz.
Milyarlarca yıldızın başı boş gibi dolandığı uzay boşluğunda, aslında cisimlerin kendi kütlelerinden oluşan itme ve çekme kuvvetleri arasında dengeye oturması ve barışık bir düzen kurup, kendine sakin bir yer beğenmesi oldukça zor gerçekleşir, her an evrendeki kaotik akış ve değişim, bizim ulaşamadığımız ve göremediğimiz derinliklerde sürmektedir. Her an bir yerlerde kıyametler kopuyor yani, hepimizin anlıyacağı dilden konuşursak.
Verdiğim, dünyamızın bir yıldaki döngüsü ve mevsimlerin oluşumu, sonsuz örneklerden yalnızca birisidir.
Hareket ve değişimi belirleyen yasaların yanısıra, dönüşümü de belirleyen yasalar vardır; aslında dönüşüm değişimin bir türevidir. Hangi maddenin hangi madde ile reaksiyona girip girmeyeceğini, kimyacı bilim adamlarına bırakalım. Ezelden ebede akıp giden zaman sürecinde dünyamız; ki yaşamın varolduğu tek gezegendir şimdiye kadar bilebildiğimiz, hepimiz için biricik nimetimizdir, yaşamımızdır, cennetimiz ve cehennemimizdir.
Yaşantımızda geri dönüşüm yasaları nasıl işliyor; yiyoruz, içiyoruz, nefes alıyoruz, düşünüyoruz; tüm bu yaşamsal faaliyetlerimiz için gerekli enerjiyi, doğamızdan elde ettiğimiz besinlerden, güneşimizden alıyoruz.
Nesneler arasında bize yararlı ve zararlı olanlar sınıflamasını yaparken; yanılgıya düştüğümüz ve hepimizin göremediği (gördüğü ama farkedemediği demek belki daha doğru) bazı noktalara dikkat çekmek isterim. Doğada canlı cansız bir çok makro ve mikro organizma vardır. Mikro organizmalar, aslında, makro organizmaların yaşam bulmasının en temelindeki yapı taşlarıdır. Mikro organizmalar, parazitler, mikroplar bakteriler olmasa doğadaki çürüyen organik maddelerin, zararsız biçimde çürüyüp yeniden doğaya yararlı hale gelebilmeleri sağlanamazdı.
Çoğu zaman yollarda bir köpek ölüsü, ya da ölmüş eşek cesedi ile karşılaşmışsınızdır. Yakınından geçerseniz leş kokar, yaklaşınca görürsünüz ki, ölü bedene, binlerce sinek kurtçuk üşüşmüş, onu yemekle meşguliyetin ötesinde, harıl harıl çalışmaktalar. Bir an için o canlıların olmadığını düşününüz ve cesetlerin çok daha uzun süre ortadan kaldırılmadığını hayâl ettiğinizde, ortalığı ne kadar çok vahim bir tehlikenin kaplıyacağını düşünmek, çok ürkütücü olmalıdır. O halde demek ki lâğımlardaki kurtçuklar, fareler ve hamam böcekleri de dahil olmak üzere her canlının doğal dengenin korunmasında ve sürekli kılınmasında bir işlevi olduğu açıktır.
Kötü diye tanımladığımız bir çok şeyin, iyi yanları olduğu muhakkatır; “Her şerde bir iyilik vardır.“
Bugün yeryüzünde tarım yaparken ne yazık ki biz insanlar, kendi çıkarlarımız adına, doğaya yararlı olan pek çok canlı organizmayı yok ederek, doğanın dengesini alt üst ediyoruz.
Coğrafi yüzey şekillerini belirlerken, evren yine kendi yasalarına göre belirler. Bir dere yatağının oluşması için doğa yüzbinlerce yıl çalışmaktadır. Bizler ama ev yaparken, dere yataklarını bazen kapatıyoruz, bazen kumunu çalıyoruz, bazen de sularını barajlar yaparak, kontol altına alıyoruz, eko sistemde inanılmaz tahribatlar açıyoruz. Ancak zamanı gelince de doğa tepkisini, kendi kurallarına uygun ve sert biçimde uygulamaktan çekinmiyor; sel baskınları , toprak kaymaları buna örnektir.
Anadolu coğrafyasının bulunduğu yerde Beş milyon sene önce Tetis Okyanusu adı verilen bir okyanus bulunduğunu, iki buçuk milyon sene önce Alp- Himalaya orojeni üstünde, bizim Toros Dağları adını verdiğimiz dağ silsilesinin oluştuğunu, İsviçre`den Alp dağlarından başlayıp , Çin`de Himalaya`lara kadar uzanan dağların zamandaş oluğunu, çok az sayıda insan bilir aramızda ve bu dağlar kıtaların çarpışmaları sonucu, suyun içinden yükseldiği için doruklarında, kayaların içinde balık ve midye fosillerine rastlanmaktadır.
Evren sonsuz sayıda bedeni üstünde bulunduran canlı bir makro organizmadır.Ne zaman hastalanırsa, ateşi yükselirse; terler, hapşırır, kıvranır, acı çeker ve çektirir. Evrenin sağlıklı yaşaması için bize düşen görev, güzel mavi dünyamızın sağlığını korumaktır.
Bugün anneler günü; doğa hepimizin en büyük anası, biz insanlar ve canlılar da hepimiz onun yavrularıyız.Bugün, bizi doğuran besleyip büyüten toprak anaya da sevgi ve saygımızı sunacağımız güzel ve mutlu bir gün. Anneler günümüz kutlu olsun!
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine!“( Nazım Hikmet Ran)
Saygıdeğer Sabiha öğretmenim; ek bilgiler ile sayfayı zenginleştirdiniz.Teşekkür ederim
Eko sistemin tüm halkaları birbirine zincirleme bağ(ım)lı. Kuşlar azalınca, keneler örümcekler çoğalır. Sular kuruyunca kurbağalar su yılanları balıklar yaşayamaz. Kurbağalar olmazsa leylekler kaçarlar.Dolayısı ile her canlı bir diğer canlının besin kaynağını oluşturuyor. Doğal dengenin bozulması ile bu zincirin halkaları kopuyor. Einstein'ın dediğine göre arıların yokolması hayatın bitmesi anlamına geliyor keza onlar tozlaşmayı sağlıyor meyveler bu yüzden hasıl oluyor. Beşpatlarlı pompalı tüfekler çıktı çıkalı ormanda gezerken her adımda bir boş kovana rastlıyorum. Küçücük kuşlara varana kadar ateş eden bir sadist avcılık anlayışı var. Kırmızı örümceklaer çoğalınca ağaçlar kurumaya başlıyor. Onedenledoğaya saygımızı korumaz isek intikamını bizden çok kötü alacak! Her taraf asfalt yollar ve beton binalar ile dolunca karıncalar çiçek saksılarında ve aprtmanlarını üst katlarında tuğlaların rasında yuvalanmaya başladılar. Çünkü kapı altlarndan sızıp mutfağa dalmaya başladılar. Keza onların yaşam alanlarını daralttık.
Ne zaman ki ateşli silahlar ile casnlıları saldırdık onlar da bunları genlerine taşıdılar ve güvenli yerlere göçettiler; fakat bazı canlı türlerinin nesli kürkü ve dişleri için tüketildi. Oysa tüm hayvanlar ile insanca değil hayvanca dostluklar kurulabileceğini düşünmeye başladım.
Silh ruhsatı satın alma yaşını azaltan kanun hem barışa, hem de doğaya zararlı, fakat bunu idrak decek beyin kimde var???
Değerli katkılarınız için sonsuz teşekkürler ile sağlıcakla esen kalınız derim. Selam sevgi ve saygılarımla...
ÇOCUK ŞİİRLERİ-1
KARINCA YUVALARI
Can vermek için yaprağa Dökünce suyu toprağa Dışarıya çıktı karıncalar Yuvasından apar topar, Nereden aklıma gelir Çiçeklerin dibinde Karıncalar yurt tutacak?
Saksılar içinde onlar Islanınca kış günü Tenini nasıl kurutacak? Tir tir titrer karınca, Ters bir üzücü durum Bir de hava kararınca Gece nerede yatacak? … Su karınca yuvasını vurur Sulamasam çiçek kurur; Çaresizlik budur ancak!
Günden güne çoğalıyor Dağlardan ovalardan Kente kaçan üveyikler; Kent içinde avlanmak yasak, İslâh olsa insanoğlu Su içecek avuçlarımızdan Ceylanlar geyikler...
Eğitilmediği takdirde en tehlikeli varlık insandır galiba...Bu da sevgi öncülüğünde gerçekleşebilir...Doğal dengeyi ve eko sistemi bozan da insandır...Anlalı ve farklı dizeler...Paylaşmak güzeldi değerli kalem...tebrikler...
evet Saban arkadasim , tam da benim bire bir yasadiklarim vardi bu dizelerinde. daglardan yiyecek bir seyler aramak icin ac kalmis büyük bir dag kecisi ailesi ana yolun kiyisinda . öyle ezilecekler mazalllah . yavrularini almislar tasiyor anneleri .
avlanmak yasak . keske insanlarimiz duyarli olsa .. o sessizligin icinde göllerde yüzen güzelim alabaliklari kücük aygaz tüpünü acip ters cevirip göle birakan adi adamlari biliyorum . su üzerine cikanlari öyle toplayip büyük tenekelere doldururlarken o gölde üreyen bütün yuvalari .. yavrularini talan ettikleri gibi o tertemiz cevreyi de kirletiyorlar .
daha temiz bir toplum icin umutlarimiz var ... duyarli arkadasim seni can-i gönülden kutluyorum .
atalarımız adalete hakkaniyete özel önem vermişler kurdukları vakıflarla hem insanları hem hayvanları koruma altına almışlardır...
ör:
dağda aç kalmış kurtları koruma vakfı
kuş hastahaneleri
cuma günleri çocuklara elma yedirme vakfı
hayvanları fazla çalışanlara kadı fetvası çıkarılmıştır..vs..
alttaki bilgilere göz atarsak nerden nereye geldiğimizi kendimizden bihaber olduğumuzu görürüz...
Osmanlı'da Hayvan Hakları
"XVII. Yüzyılda Osmanlı ülkesini gezmiş olan Fransız avukat Guer, Şam’da hastalanan kedilerle köpeklerin tedavisine ait bir hastanenin varlığından söz etmektedir. Şam’daki hayvan vakıflarıyla ilgili olarak Prof. Sibai ise şu bilgileri vermektedir:
Eski Vakıf geleneğinde hasta hayvanları tedavi ve otlatma yerleri mevcuttur. Yeşil Mera (şu anda Şam’ın şehir stadı olarak kullanılan saha), çalışma gücünü yitirdiğinden sahiplerinin yem ve bakımını kaybeden aciz hayvanların otlanması için zamanında vakfedilmiş bir yerdi. Bu hayvanlar ölünceye kadar orada otlanırdı. Şam Vakıfları arasında, kedilerin yiyip uyuyacağı ve gezineceği yerler de vardı. Öyle ki, her gün yiyeceklerini bulmakta hiçbir güçlük çekmeyen yüzlerce kedi, buranın demirbaşı mesabesinde (durumunda) idi.
Kuşların Müslümanların hayatında ayrı bir yeri ve önemi vardır. Sadece bülbül gibi sesi güzel ötücü kuşlar değil, başta güvercin olmak üzere leylek, kumru, ve kırlangıç gibi diğer kuşlara karşı da büyük sevgi beslemişlerdir. Bu sevgi, çeşitli şekillerde ortaya çıkmıştır: Kuş haklarını koruma, onlara yiyecek temini için vakıf kurma, tedavileri için hastane yapma, bazı türlerini evcilleştirme ve kafeste saklama veya tam tersi olarak kafeslerden kurtarma gibi. Sevgilerinden dolayı kuşları kafeslerden kurtarmalar çok olduğu gibi, kafeste kuş besleyenler de çoktu.
Ünlü Fransız şair Lamartine şu gözlemlerini kaydetmektedir:
Müslümanlar canlı ve cansız mahlukatın hepsiyle iyi geçinirler: Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başı boş bırakılan veyahut eziyet edilen bu zavallı hayvan cinslerinin (türlerinin) hepsine şefkat ve merhametlerini teşmil ederler. Bütün sokaklarda mahalle köpekleri için muayyen (belirli) aralıklarla su kovaları sıralanır; bazı Müslümanlar, ömürleri boyunca besledikleri güvercinler için, ölürken vakıflar kurarak, kendilerinden sonra da (bu hayvanlara) yem serpilmesini sağlarlar.
Görüldüğü gibi, İslam dini çevrenin bir bütün olarak evrenin korunmasına çok önem vermektedir. Zira çevre ve içindeki tüm canlılar Allah tarafından yaratılmıştır. Korunması ve geliştirilmesi bizlere emanet edilmiştir. Bu nedenle çevreyi korumak sadece insanî değil, aynı zamanda dinî bir görevdir. Hatta herkesten çok inanan insanların çevreye sahip çıkması gerekir. Allah’a ve ahiret gününe inanmayan bir insanın çevreye duyarsız olması anlaşılabilir. Ancak inanan bir insanın duyarsız olması anlaşılamaz ve kabul edilemez. Yunus Emre’nin "Yaratılanı severiz, Yaratandan ötürü" deyişindeki derinlik ve enginlik açıktır.
İnançlı ve duyarlı her Müslüman birey, sadece insanlara değil, bütün mahlukata yaptıklarından sorumlu olduğunu ve bunlardan dolayı bir gün hesaba çekileceğini hiçbir zaman unutamaz. Kur’an’ın şu ayeti bu konuda tüm Müslümanları uyarmaktadır: “Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür."
Dr. İbrahim Özdemir
http://www.os-ar.com/modules.php?name=Encyclopedia&op=content&tid=501206
---------------------
"Sultan III. Murad'ın taşımacılıkta kullanılan at ve katırların haklarını korumak için 1587 tarihinde ferman yayınlamıştı."
"Osmanlı’da hayvan hakları Avrupa’dan önce başlamış! "
Dünya Bülteni / Haber Merkezi
Batıda hayvan haklarının korunmasına yönelik ilk yasal düzenlemeler II. Dünya Savaşından sonra çıkmış iken Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinde çıkan bir belgeye göre Sultan III. Murat yük hayvanlarına nasıl bakım yapılacağı, bu hayvanlara taşıyacaklarından fazla yük yüklenmemesi için ferman yayınlamış. Ayrıca hamalların taşıdıkları eşyalar için ücret konusunda sorun çıkarmamaları, gidecekleri yere göre ücret almaları, yolu değiştirerek müşteriden fazla para istememeleri aksi halde cezalndırılacakları belirtilmiş.
Bu fermanda yük hayvanlarına kapasitelerinin üzerinde yük taşıttırılmaması, hayvanlarının bakım ve beslenmesine özen gösterilmesi ile taşıma ücreti konusunda sorun çıkarılmaması istenilmektedir. Ayrıca emre uymayanların cezalandırılacakları bildirilmektedir."
kaynak:
http://www.dunyabulteni.net/index.php?aType=haber&ArticleID=106118
-----------------
(1494-1566)... kanuni sultan Süleyman:
“ger drahtanı sarınca karınca
var mı günahı karıncayı kırınca"
şeyhülislam zenbilli ali (ebu suud ?)
“yarın mahşere varınca
hakkını alır süleyman’dan karınca”
drahtan:ağaçlar
ger: eğer şayet.. uyuz hastalığı
KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN VE KARINCA
“İstanbul da Güneşli bir Günün Sabahında Topkapı sarayının avlusunda bulunan Has Odanın kapısı açıldı.Uzun boylu genç bir adam arka bahçeye doğru ilerliyordu.Bu kişi avrupayı titreten koca Akdenizi hakimiyet altına alan Osm Devletinin kuvvetli hükümdarı Kanuni Sultan Süleymandan başkası değildi.Devlet işlerinden vakit buldukça soluklanmak için arka bahçeye çıkar; ağaçları kuşları denizi seyrederdi.
O gün deniz ağaçlar bir başka güzeldi, yalnız ağaçlardan bir kaç tanesinin yapraklarının buruştuğunu farketti. Hemen yanına yaklaştı ve eliyle ve eliyle tutup incelemeye başladı.Biraz sonra ağaçların neden buruştuğunu anlamıştı.Karıncalar salmıştı o güzelim dallarını Aklına bir çözüm yolu gelmişti.Ağaçları ilaçlatacaktı böylaca ağaçlar karıncalardan kurtulacak ve rahat bir nefes alacaktı.Fakat birkaç dakika düşününce bu fikrin o kadarda iyi olmadığını anladı. Karıncalarda can taşıyordu,ağaçları ilaçlatırsa onlar ölebilirdi.
İşin içinden çıkamayacağını anlayan Kanuni, bu konuyu danışmak için hocası Ebussuud Efendiyi aramaya koyuldu. Hocasının odasına gitti. ama hocası odada yoktu. Heme oracıkta bulduğu kağıt parçasına kafasına takılan soruyu edebi bir dille yazdı ve hocasının rahlesinin üzerine bıraktı.
Birkaç saat sonra hocası odasına gelmiş ve rahlenin üzerinde el yazısı ile yazılmılş olan kağıdı görmüştü. Eline hat kalemini alan Ebusuud efendi talebesinin soruyu yazdığı kağıdın altına birşeyler yazdı ve kağıdı rahleye bıraktı.
Kanuni bir ara tekrar hocasını odasına uğradı.Hocası yerinde yoktu; ama rahlenin üzerine bırakmış olduğu kağıdın üzerine kendi yazısı dışında birşeylerin daha yazılmış olduğunu gördü. Merakla eline kağıdı eline aldı ve okumaya başladı. Yazıyı okuyunca yüzünde bir tebessüm belirdi. kağıdın üst kısmında Kanuni’nin hocasına yazdığı sual vardı. Kanuni şöyle yazıyordu hocasına
Meyve ağaçlarını sarınca Karınca
Günah varmı Karıncayı Kırınca?
Hocası Ebussuud soruyu şöyle cevaplıyordu.
Yarın Hakk’ın Divanına Varınca
Süleyman’dan hakkını alır karınca.”
not:
" karınca hikayesi "ni türk edebiyatı hocam bekir öztürk'ten de dinlemiştim sultan süleyman'ın şair yönünü irdelerken değerli hocamı ve insanlık sanatına hizmet edenleri rahmet ve minnetle anıyorum mekanları cennet olsun...el fatiha..amin..
okuduğum yazılarda fetvayı veren şeyhülislam ebu suud olarak geçmekte ise de benim notlarda fetvayı veren “şeyhülislam zenbilli ali efendi “
ortak noktaları bu iki şeyhülislam da kanuni döneminde görev yapmıştır.
---------------------------------
“Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi Hazretleri
Sekizinci Osmanlı şeyhülislâmı olan Zenbilli Ali Efendi, Osmanlı âlimlerinin büyüklerindendir.
Evinin penceresinden bir zenbil sarkıtır, suâl soranlar, suâllerini bir kağıda yazıp zenbile koyarlardı. O da zenbili çekip suâllerin cevâbını yazar, zenbile koyar tekrar sarkıtırdı. Bu sebeble "Zenbilli Ali Efendi" ismiyle meşhûr oldu.
Zenbilli Ali Efendi; İkinci Bâyezid Han, Yavuz Sultan Selîm Han ve Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde olmak üzere 24 sene şeyhülislâmlık yaptı.
Ömrünü ilme, talebe yetiştirmeye ve İslâma hizmete harcamış, kıymetli hizmetler yapmıştır."alıntı
--------------------------
"Eminönü Belediyesince, Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı Prof. Dr. İlber Ortaylı, tarihçi Prof. Dr. Vahdettin Engin ve Yrd. Doç. Dr. Erhan Afyoncu'ya hazırlatılan "Payitaht-ı Zemin Eminönü Bir Dünya Başkenti" adlı eser, Osmanlı'nın hayvan haklarına bakışını örnek bir uygulamayla gözler önüne serdi.
Kitapta, "Hayvanların tatili" başlığı altında yer alan bilgilere göre, Osmanlı toplumunda hayvanlara iyi davranılması konusunda hassasiyet gösterildi.
Padişah 3. Murad, 1587'de "yük beygirlerine taşıyabileceklerinden fazla yük yüklenmemesi konusunda" ferman çıkardı.
Fermanda, sahiplerinden, hayvanlarını iyi beslemeleri istenirken, hayvanlara tahammül edebilecekleri ağırlıktan fazlasını yüklemek de yasaklandı.
3. Murad'ın fermanından 300 yıl sonra 1856'da benzer konunun tekrar dile getirilmiş olması, bu anlayışın yüzyıllar boyu devam ettiğini gösterdi.
Osmanlı arşivlerinde yer alan 2 Ekim 1856 tarihli belgede, yük taşıyan hayvanlara iyi davranılması için öteden beri uygulanan kurallar hayvan sahiplerine yeniden hatırlatıldı.
"Belgede neler var?"
Söz konusu belgede şöyle deniliyor:
"Saadetli efendim hazretleri, beyana gerek olmadığı üzere, beygir hamallarının cuma günleri tatil eylemeleri ve beygir sahiplerinin beygirlerin boş olduğu halde üzerine binmemek üzere semerleri üzerine demir çubuklar mıhlattırmaları eski adettendir.
Fakat bir müddetten beri bu usule riayet edilmeyerek cuma günleri tatil edilmemekte ve sahipleri beygirleri yüklü olmadığı halde üzerlerine binerek birtakım çoluk çocuğa çiğnettirmektedirler.
Bu hal layıksız bir şeydir ve asla caiz değildir. Bundan böyle bunların cuma günleri tatil ederek semerleri üzerine dahi çivi mıhlattırmaları kati olarak sağlanmalıdır.
Ayrıca bu hususta beygir hamalları ile bu tür iş yapan diğer ekmek, sebze taşıyan esnafın kethüdalarına gerekli tebligatın yapılması ve esnafın devamlı kontrol altında bulundurulmasının şehremaneti yetkililerine dahi ifade kılınmasının tarafınıza bildirilmesi Meclis-i Vala'dan ifade edilmiş olmakla o yolda gereğinin yapılması hususunda tezkire yazıldı."
Ancak 1856'da bu kuralın uygulanması konusunda bazı sıkıntılar yaşandı.
Yük beygirleri ile ekmek, sebze, kömür gibi nakliyat yapan esnafın, cuma günleri de beygirlerini binek amaçlı kullandıkları tespit edildi.
Bunun üzerine harekete geçen şehremaneti (zabıta), esnaf birlikleri başkanlarını "yük hayvanlarının haftanın 6 günü çalışacağı, bir gün dinleneceği" konusunda uyardı.
Dinlenme gününde hayvanlara binilmemesi kuralının ihlal edilmemesi için görevli memurlar esnafı sürekli kontrol altında bulundurdu.
Yazarların değerlendirmesi
Kitabı hazırlayanların bilgileri yorumladığı bölümde ise şu görüşlere yer verildi:
"Aslında çok basit gibi görünen bu hadisenin üzerinde biraz düşünüldüğünde, çok önemli mesajlar içerdiği görülmektedir. Hayvanlara gösterilen günümüzde dahi örnek alınacak bir davranış biçimi olduğunu kabul etmek gerekir.
Söz konusu icraat ve hayvanlara gösterilen duyarlılık, benzerine kolay rastlanmayacak bir uygulama olarak Türk tarihi açısından olduğu kadar dünya tarihi açısından da büyük önem taşımaktadır."
http://www.islam-tr.net/doga-bitkiler-ve-hayvanlar-dunyasi/11489-osmanlida-hayvan-haklari.html
----------------------
Geçmişten Günümüze Avrupa Ülkeleri Ve Türkiye’de Hayvan Hakları
"Geçmişten Günümüze Avrupa Ülkeleri Ve Türkiyede Hayvan HaklarıÜlkemizde 2004 yılında, binbir zorlukla çıkartılan “Hayvanları Koruma Yasası” doğru dürüst uygulamaya konulamamış ve ne yazık ki, hayvan hakları medeni bir ülkede olması gereken düzeye halen gelememiştir. Oysa, AB Ülkelerindeki hayvan hakları, ulusal yasalarda “hayvanlarda kişilik” kavramını tartışabilecek boyutlara ulaşmış ve AB çerçeve sözleşmelerinde hayvanlar artık mal değil, hissetme yeteneğine sahip varlıklar olarak kabul edilmiştir.
Diğer yandan, aynı batı ülkelerinin geçmişine baktığımızda tam tersi bir tablo görebiliriz. İnsanların köle, soylu, alt-üst insan gibi kavramlarla kategorize edildiği Ortaçağ Avrupa’sında hayvanların durumu içler acısıyken, Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli gibi düşünürlerin yetiştiği bu topraklarda “yaratılanı severim yaratandan ötürü” düşüncesi yaşama da uygulanıyor ve hayvana karşı duyulan sevgi batıda alay konusu olacak kadar yoğunlaşıyordu. Bu sevgi, saygı boyutundaydı. Evlerde hayvan beslenmiyordu ama hayvanlara günümüzdekinden daha fazla değer veriliyordu.
Geçmişten bu yana ülkemizde hayvan hakları
"Türklerin eskiden beri hayvanlara büyük değer verdiği bilinir. Kartal, geyik ve kurt gibi hayvanlar Türk Boylarının simgesi olmuştur. Atalarımız, ölen atlar için mezar taşları ve kitabeler yaptırmışlardır. Kaya resimleri ve kilimlerde hayvan figürleri çoğunluktadır. Edebiyatta, türkülerde vb., hayvan sevgisi hissedilir derecede vurgulanmıştır.
Bu sevgi, Osmanlı döneminde de devam etmiştir. Hayvan sevmek dinin de bir gereğidir. İslam dininde bütün mahlukata şefkatle muamele yapılması emir olunur. Hayvanlara zulmün cezası ağırdır. Çünkü, hayvanların Allah’tan başka koruyucusu yoktur. Hayvanlar riayet edilmesi gereken haklara sahiptir. Ancak, köpekler temiz olarak düşünülmediği için, Kuran-ı Kerimde yasaklayıcı bir hüküm olmamasına rağmen, ev hayvanı olarak kabul görmemiştir.
Hayvanlar özellikler Rönesans döneminde Avrupa’da aşağılanırken Türkler tarafından el üstünde tutuluyor, sinek, pire bit gibi hayvanlar bile günah olacak diye öldürülemiyordu. Hayvanlara verilen değer karşısında batılı yazarlar hayretler içinde kalıyor, bazıları bunlara olan hayranlıklarını gizleyemezken, bazıları alay ediyordu. İşte bir zamanlar Osmanlıda batılıları şaşırtan manzaralardan bazıları:
Hayvan ve ağaçlar yararına oluşturulan vakıflar,
Kediler için yapılmış binalar,
Hayvanların beslenmesi için tahsis edilmiş uşaklar,
Hayvanların beslenmesi için bırakılan miraslar (Örneğin sadece Beyazıt Vakfiyesinde kuşların beslenmesi için yılda 30 altın ayrılmıştı),
Kedilerin beslenme saatlerinde zengin ve kibar Osmanlıların kedileri her gün düzenli olarak kebaplarla beslemeleri,
Kasap ve lokantaların önünde sıraya girmiş hayvanlar,
Sokak hayvanları için düzenlenen şiş kebap günleri,
Hacı Baba mertebesine yükseltilmiş leyleklere sanki kutsalmış gibi yapılan muameleler,
Sonbaharda geri dönemeyen ve bakıma ihtiyaç duyan leylekler için bakım merkezleri,
Dünyada örneğine rastlanmayan Bursa’daki Leylek (Gurabahane-i Laklakan), Dolmabahçe’deki kuş ve Üsküdar’daki kedi hastaneleri, Cami ve mezarlıklardaki suluklar, kuş evleri, hatta mimari açıdan eşi ve benzeri bulunmayan kuş köşkleri,
Her hafta kurulan pazarlarda varlıklı ailelerin kafesteki kuşları satın alıp özgür bırakma geleneği,
Sokakta doğurmuş bir hayvan gördüklerinde hemen oracığa bir kulübe yaptırmak için yarışan insanlar,
Yük hayvanlarına fazla yük yükleme tarzındaki merhametsiz uygulamalara karşı çıkartılan fetvalar, bu hayvanlara aşırı yükten dolayı ıstırap çektiren insanlara aynı yükü taşıtarak ceza verilmesi vb. Bu tablonun hayvanlara karşı bizden çok farklı bir bakış açısına sahip olan batılıları şaşırtmaması olanaksızdı. Nitekim, Fransız rahip Du Loir, ünlü seyahatnamesinde, 1600′li yıllarda Türklerde hayvanlara karşı duyulan hislerin dini bir görev mertebesine çıkarıldığı, insanlık fazileti olan hislerin hayvanata duyulmasının doğru olmadığını söylemiş ve yukarıdaki uygulamalarla alay etmişti.
Batılı yazarların neredeyse tamamı köpeklere en iyi bakan milletin Türkler olduğu konusunda birleşiyorlar ve Türklerin tüm mahlukatla iyi geçindikleri, tabiata aşık oldukları konusunda yazılar yazıyorlardı.
Ancak, o dönemlerde İstanbul’da el üstünde tutulan sokak köpeklerinin sayısı yıllar geçtikçe artıyor ve bazı sorunlar çıkıyordu. Dini nedenlerle hayvanların öldürülmesi olanaksızdı. Bu nedenle başka bir çözüm bulunmalıydı. İlk olarak I. Ahmet döneminde, sokak köpeklerinin toplanarak Anadolu yakasına atılması denendi.
Bu geçici çözüm tabi ki sonuç getirmedi ve köpekler İstanbul sokaklardaki yerlerini kısa sürede tekrar ele geçirdiler.
Batı kültürü, ülkemizdeki etkisini arttırdıkça hayvanların değerleri azaldı; henüz halkta değişiklik olmasa da batı terbiyesi alan aydınımızın köpeklere bakış açısı değişmeye başladı. Sultan II. Mahmut ve Sultan Abdülaziz dönemlerinde köpekler toplu olarak Hayırsız Ada’ya sürgün edildiler. Ancak, halk buna isyan etti ve köpekler geri alındı. Halk, hayvanlara kötü davranmanın uğursuzluk getireceğine inanıyordu. Nitekim onları doğrularcasına, bu olaylardan birisinin ardından Mısır ordusu Kütahya’ya kadar uzandı, diğerinin ardından da büyük yangınlar çıktı.
1910 yılında diğer bir Hayırsız Ada vakası daha yaşandı. İktidardaki İttihatçıların izniyle, Şehremini Suphi Bey, neredeyse bütün sokak köpeklerini Hayırsız Ada’ya yolladı. Namuslu hiçbir Türk bu aşağılık görevi üstlenmediği için nakil işleminde serseriler kullanılmıştı. Adada yiyecek bulamayan köpekler açlıktan birbirlerini parçalayarak öldüler. İstanbul halkı yine haklı çıktı; uğursuzluk kol gezmiş ve Balkan savaşı patlamıştı.
Hayırsız Ada vakası, o dönemlerde Avrupa’da hayvanlara yapılan kötü muamelelerin yanında çok masum kalmasına karşın hayvan koruma tarihimize kara bir leke olarak yerleşmiştir.
Günümüz Türkiye’sinde, AB uyum yasaları çerçevesinde, “Hayvanları Koruma Kanunu” çıkarılmış olmasına rağmen hayvanlara yapılan muameleler iyi durumda değildir. Tecavüzler, işkenceler, toplu itlaflar vb. haberler hayvan sever Türk Halkını derinden üzmektedir.
Avrupa’da durum
Bütün tarihçilerin kabul ettiği gibi, bir zamanlar Avrupa’da hayvanlar bizimkinin aksine felaket bir durumdaydı. İnsanların hayvandan üstün olduğunu ispat edecek gösterilerden büyük zevk alınırdı. Örneğin, Roma’daki dev arena Colesseum’un açılışında dokuz bin hayvan öldürülmüştü. İddialara göre, bu gelenek devam etmiş ve Kuzey Afrika ve Yakındoğu’daki fil ve aslanların kökü kurumuştu.
Kediler şeytan olarak nitelendirilmiş, diri diri ateşe atılmak, asılmak, temellere harç olarak kullanmak gibi sayısız işkencelere maruz kalmıştı. Saint-Jean bayramında kediler torbalarla alevlere atılıyor ve yanarak kaçışırken tepelerine çullanılıyordu.
Köpekler deri ve etleri için öldürülüyordu. Bazı Avrupa ülkelerinde birkaç yıl öncesine kadar kedi ve köpek kürkü işleyen dükkanlara rastlanabiliyordu. Almanya’da köpek kasapları vardı.
Descartes’e göre hayvanlar canlı bile değildi, hatta acı çekmeyen makinelerdi. Böylece, hayvanlar üzerinde bayıltmaksızın deneylerin yapılabilme yolu açılmıştı. Muhalif kanattan olan Leonardo da Vinci hayvanların acılarına önem verdiği için arkadaşları tarafından alay konusu olmuştu.
Aristoteles bazı insanların doğasında kölelik olduğunu savunarak köleliği normal bulmuştu. Ona göre köle bir maldı. Kölelerin bile değeri yokken hayvan haklarından bahsedilmesi olanaksızdı. 19. Yüzyıla kadar kilisenin etkisiyle hayvan koruma dernekleri açılamadı.
Veteriner okulları da açılamıyordu. Üstün varlık olan “insan” için toplanmış bilginin hayvanlara uygulanması utanç vericiydi, ancak 18. yüzyılda sığır vebası hastalığı tüm sığırları yok edip ekonomiyi çökertme noktasına getirdiğinde bu okulların açılmasının insan menfaatine olduğuna karar verildi.
Eskiden Rönesans hümanizmine hakim olan “her şey insanlığın hizmetindedir, hayvanlar ve asil olmayan insanlar aşağılık ve ilkel canlılardır” anlayışının izlerini günümüzde görebiliyoruz.
Hayvanların sokakta yaşama hakkına bundan 100 yıl önce son verilmiştir. Artık, sahipsiz hayvanlar sahiplendirilemedikleri takdirde en fazla 30 gün içersinde öldürülmektedirler. Özellikle tatil sonlarında köpeklerin otobanlara atılarak ezilmeleri görünen manzaralardandır.
Çeşitli ülkelerde boğa ve horoz dövüşleri, tam bir eziyet haline gelen tazı yarışları, yunus ve balina katliamları halen devam etmektedir. Tıbbi deneylerin yanı sıra, ilaç, kozmetik, silah, oyuncak vb. gibi sektörlerde her yıl milyonlarca hayvan yok edilmektedir
Dövüş köpeği çok yakın bir geçmişte İngiltere’de yaratılmıştır. İngiltere’de kraliyet ailesinin öncülük ettiği sürek avları dünyaca meşhurdur. Buna karşın dünyada “hayvanları koruma günü” ile ilgili ilk kararı İngiliz parlamenterler almıştır.
AB yasalarında sokak köpekleri konusunda kesin hükümler yoktur. Her ülke kendi koşullarına uygun önlemler alır. İtalya’da bine yakın barınakta 640.000 köpek, 1290 kedi yaşatılmaktadır. Almanya’da binden fazla hayvan koruma derneği ve barınağı olup hiç bir barınakta hayvan öldürülmemektedir. Bunun yanı sıra, İngiltere’de sahipleri tarafından aranmayan başı boş hayvanları kısa bir süre bekletip öldüren barınaklar da, bu uygulamaya karşı çıkıp yaşatan barınaklar da vardır. Bu ülkede 2003 yılında yapılan bir araştırmaya göre, öldürülen sahipsiz köpeklerin sayısı yılda 100.000 civarındadır.
“Sokak köpeği” kavramı nadir de olsa İtalya, Yunanistan gibi ülkelerde vardır. Bunların neredeyse tamamı evlerinden atılan hayvanlardır. İtalya’da her yıl 300.000′e yakın köpek ve kedi sokaklara atılmaktadır.
Görüldüğü gibi, bu gün dahi AB ülkelerinde hayvan haklarının durumu iyi sayılamaz. Zaten mevcut durum oradaki hayvan korumacıları da tatmin etmemekte, militan hayvan korumacılar baskın, kundaklama, sabotaj, başbakanlara bombalı mektuplar, hayvan kaçırma gibi eylemlere gitmektedirler.
Diğer yandan hayvan hakları, Avrupa Birliği Komisyonunca izlenmekte ve hayvan hakları ihlalleri yapan ülkeler Avrupa Adalet Divanında yargılanabilmektedirler. Örneğin Yunanistan, hayvanların nakli konusundaki yasalara uymadığı ve acısız kesimi yeterince sağlamadığı gerekçesiyle, Avrupa Adalet Divanı’na verilmiştir.
Avrupa Birliği’nin ilk olarak 1957′de kaleme aldığı çerçeve sözleşmesinde hayvanlar tarımsal ürün olarak kabullenildi, fakat ilk kez 1991-1992 yıllarında toplanan hükümetler arası bir konferans sırasında hayvan hakları konusu gündeme alındı. 1997′de imzalanan “Amsterdam Anlaşması” ile hayvanlar duygulu varlıklar olarak kabul edildiler. Ama at yarışları, boğa güreşleri, tazı yarışları, tazı ile avlanma konularında üye ülkelere serbest bırakıldılar.
Bu gün AB ülkelerinde 300 milyon ev hayvanı beslenmektedir. Ancak, köpeklere gösterilen bu ilgi kesim hayvanlarına gösterilmemiş, açık renkte et üretmek için kansızlığa mahkum edilen, yatacak samanı bile bulunmayan, kendi etrafında dönmelerine bile izin vermeyecek kadar dar bölmelerde tutulan danalar Avrupalının ilgisini çekmemiştir. Bizde ise ineklerini “sarı kızım” diye seven köylülerimizi her yerde görmek mümkündür.
Hayvanlarla ilgili yasalarımızı ve icraatı eleştirebilir, münferit olaylara rastlayabiliriz ama yine de insanımızdaki hayvan sevgisine laf edilemez. AB ülkelerinde daha fazla sayıda hayvan besleniyor olması, onların bizden daha fazla hayvan sevdiğini göstermez. Halkımız hayvandan uzak kalabilir, hatta bazıları ondan korkabilir ama bütün bunlar hayvanlara kötü muamele yapılmasına yandaş oldukları anlamına gelmez.
AB ülkeleri düzeyinde uygulanan hayvan koruma yasalarıyla ülkemizde hayvan haklarının çok daha iyi duruma geleceğinden şüphemiz yoktur. Ancak, günümüz Türkiye’sinde özellikle yönetim kademelerindekilerin hayvan haklarına karşı duyarsızlıkları geneldeki manzarayı çok olumsuz etkilemekte ve dışarıdan bakıldığında hayvan hakları karnemiz hiç de iyi gözükmemektedir.
Aynı insan hakları karnemiz gibi…"
Prof. Dr. Tamer Dodurka
http://www.fatihbelediyesiyedikulehayvanbarinagi.com/kose-yazarlari/prof-dr-tamer-dodurka/gecmisten-gunumuze-avrupa-ulkeleri-ve-turkiyede-hayvan-haklari/
-------------------------
"muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!" ata'mızın da uyardığı gibi
gücünü köklerinden alan müthiş bir zenginliğe sahip dünyaya örnek olan şanlı geçmişimizi inceleyip araştıralım ve geleceğimizi zenginliklerimizden aldığımız feyiz ile insanlığı kucaklayan sevgi dolu yüreklerle dünya önderi olarak yeniden oluşturalım...
tebriklerim hayata kattığınız erdemli düşün dolu sevi yürekli eşsiz cümle güzelliklere iyi ki varsınız değerli Şaban hocam şanssınız..:)
sevgim saygım selamlarımla..
Sabiha KÜÇÜKTÜFEKÇİ tarafından 12/13/2011 10:31:54 PM zamanında düzenlenmiştir.