Namluların Gölgesi
ve sonra
bir dağ devrilir sırtından vurularak puslu bir gün idi... meğer dağlarda ağlarmış güneşsiz kalınca... doksandördün sonuydu ortalık toz duman öyle ki gece dışarı çıkma yasağı onikiden önce başlardı bindokuzyüzseksenikilerde daha çocuktum babam anlatırdı böyle uluorta çok cesetler gömdük biz derdi de ben inanmazdım... iki çocuk Yusuf ve Yılmaz aynı dili konuşurdu sokakta, evde, okulda... sıkı sıkıya bağlı iki dost ki nice mahalle kavgalarında sırt sırta verip az dayakta yememişlerdi hani delikanlılık uğruna sonra ayrıldı yolları lise yıllarının sona ermesiyle ikiside apayrı birer dünyadaydı artık bellerinde yedialtmışbeşlik namlular... sırtlarını sıvazlayan eller her gece bir başka ceset bırakıyordu sabaha Yılmaz sorgular olmuştu artık her şeyi silahlı mücadelenin bitmesi gerektiğini her fırsatta dile getirir örgüt... henüz amacımıza ulaşmadık tartışma geç saatlere kadar uzar... Yılmaz belinden çıkardığı gibi silahı masanın üzerine bırakır ve hızla uzaklaşır oradan. saat onbir ocağın beşine yaklaşık bir saat var daha sokaklar alabildiğine sessiz birkaç köpeğin sesi arasıra yankılanıyor soğuk duvarlarda yalnızca. sonra birden iki el silah sesi duyuluyor mahalleli alışkın perdeler az biraz aralanıyor belini yokluyor elleriyle yere yığılmadan adam... ama sırtında ki yara yere seriyor onu yüzükoyun sonra az önce yere yığılan ceseti kurcalıyor Yusuf ayaklarıyla eski can dostunun yüzü beliriyor öldürdüğü adamda bir çığlık bir el silah sesine karışıyor... "Eller tetikteyken güneşin doğuşunu seyretmek sanırım daha bi ürkütür yürekleri..." |