HASRETİN SÜKUNETİ...dün gece yine yeniden okudum yazdıklarını hecelerin tamamladığı kelimeleri yüreğinin kelimeleri sürüklediği dizeleri kaleminin nerede durup nerede alıp başını gittiğini yüreğinin nerede durup nerede deli taylar gibi rüzgar olup estiğini ezberledim bir tanem ezberledim ve anladım ki ben hep sendeymişim ezelden beri hece hece yaşamışız biz bu sevdayı mısra mısra düşmüşüz bu yangınlara Leylâ’nın Mecnûn’u, Mecnûn’un Leylâ’sı olmuşuz da yanıp kavrulmuşuz serapsız vahasız çöllerde elimizde kuru hurma yaprakları saçlarımızda solgun nar çiçekleri ondanmış hasreti vuslat bildiğimiz ondanmış bin tövbe edip bin tövbe bozarak sevda kapısından geçtiğimiz, tutuşturduğumuz ondanmış mesafeleri hasret denilen şey nedir ki bir daha yüzünü görmeyecek sesini duymayacak olmanın eziyeti mi ben çoktan geçtim o işkenceleri eğer düşümde görmüyor adını anmıyorsam aramıyor sormuyorsam sildiysem yolundan izlerimi ne unuttuğumdan ne unuttuğundan değil sevgili öylesine kaplamışız ki dört yönü dört mevsimi, günleri geceleri farketmiyor artık gözgöze olmanın şenliği biz çoktan aşmışız bu zâhiri hâli şimdi bir fânus gibi örttüm üstüme zamanın sislerini yüreğimde şifalı bir el gezinmişcesine dindi sancılarım sabır çiçekleri büyüttüğüm gizli bir bahçe var şimdi şiirlerimde içimde o çok sevmenin ve sevildiğimi bilmenin sükûneti kıyameti bekleyen bir ölü gibi sevdana yattım ölmeye yatmak gibi... CEYDA GÖRK 22 Aralık 2006 sa: 4.58 |
tebrik ediyorum...
saygilarimla...