0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
15
Okunma
Mide-uçkur ölçülü insan
“Kendi değerini, insanların gözünde arama.” dedi Ibn Kayyim El-Cevziyye
Rabçıysan insan ölçü değil sevgileri oyları da ölçü değil...İhlasın varsa sahiblenir Allah ama sahiblenmez insan.Mide-uçkur ölçülü
Kısas ölçün olsun .Mide-uçkur ölçülü insan"A-Z"yedir kıymetleri kan kardeşin bile olsa sevme sınırsız ama Rabçı kulları sev...esmaya katkıları kadar sev...Müşriklere de esmaya kıymet verdikleri "A-Z"yedir kıymet ver...alim bilim adamı kıymetlidir müşrik de olsa...diğer müşriklerden...
İlimden başka yerde İslam da yok.İslam esmada 9 yaşındaki kızla tıp evlenme diyor İslamı tıp öğretisinde ara sunnilikte değil...sübjektiftir 9 yaşındaki kızla evlen diyen mezheb de kadınları genel eve koyan zihniyette...İslam ilimdedir...Hakkedeni genel eve koy hakkedenle 9 yaşında ki kızla evlen der adillik ilkesi...esma ölçün olsun seçimlerinde...Şafidir 9 yaşında ki kızın psikolojisini bozacaksan evlenme...der Şafi esması ise...seçimlerinide ölçün esma mı
İhlasa katkılıydı Kabe sahiblendi Allah ebabillerle korudu Türk ırkını da çanakkalede yeşil sarıklılarla korudu ihlasa katkılı bir ırktır türk çünkü...Hikmet gereği Allah Türkü sahibleniyor...adil dünyayı kim kuracak Türk olmasa...görevlisin türk ihlaslı ol...sahiblenecektir seni Allah hep...
Medine devletindeki eylemler haller duygular düşünceler o insanlar ülkün olsun ey Türk hz Muhammedi sahiblendi işte Allah hz haticenin malıyla zenginleştirildi Medine kapısı ona açıldı...Habeşiştan da kapılarını açtı ilk Müslümanlara...sahiblenmişse Allah bir kapı kapansa bir kapı açılır varlıkta...
﴾Şuara/25﴿ Kullarının tövbesini kabul eden, günahları bağışlayan ve yaptıklarınızı bilen O’dur.
Tefsiri:
Allah Teâlâ’nın kulların tövbesini kabul etmesi ve kötülükleri bağışlaması ile ilgili ifadelerin mutlak oluşu, tövbe kapısının herkese açık olduğunu ve gerçekten pişmanlık duyup içtenlikle tövbe edenlerin her türlü günahının bağışlanabileceğini göstermektedir. Ancak, başka bazı deliller sebebiyle kul haklarına ilişkin günahlar bu kapsamın dışında görülmüş ve bunların bağışlanmasında ilgilileriyle helâlleşilmesi esas kabul edilmiştir (âhirette bu tür haklarla Allah’ın huzuruna gelenlere ilişkin bir tasvir için bk. Müslim, “Birr”, 15).Kaynak: Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 748
İhlasın kadar sahiblenir…
Muhacire medine kapısı açıldı Bedirde zafer verildi...
Hz İbrahim ihlaslıydı ateşi söndü ama Gazzelinin ateşi hala sönmüyor...Nüklersizlik büyük günahtır demelerini istiyor belki Allah...bilinmez tevbesi neden kabul olmadı hala...ve İsrail Netanyahuyu neden baskılamıyor hala...nüklere güveniyorlar belli...Caydırıcı sayıda nüklerliye asker ol ey Gazzeli…
Mide-uçkur ölçülü insan
Beğenmez seni...Rabçıysan ve alay eder seninle...deneyler bunu öğretti tarih bunu öğretti...Peygamberimizle bile alay ettiler...Sahiblendi ama Allah
İşte duha suresi delil...Allah terk etmesin yeter der Rabçı...kan kardeş kaybetse de din kardeş terk etse de mideci uçkurcu nefisci insanlar alay etse de üzülmez...Allah terk etmemişse....İhlasın kadar sahibleneceksin bu ilke de var bu varlıkta.
DUHA SURESİ ANLAMI
Rahmân ve Rahîm olan Alla’ın adıyla,
1-3. Kuşluk vaktine ve sükûna erdiğinde geceye yemin ederim ki Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı.
Ve kesinlikle senin için sonu önünden (ahiret dünyadan) daha hayırlıdır.
ileride Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın!
O, seni bir yetim iken barındırmadı mı?
Seni, yol bilmez iken (doğru) yola koymadı mı?
Seni bir yoksul iken zengin etmedi mi?
Öyle ise, sakın yetime kahretme (onu horlama)!
El açıp isteyeni de azarlama!
Ve fakat Rabbinin nimetini anlat da anlat!
DUHA SURESİ TEFSİRİ
Rivayete göre risâletin ilk zamanlarında Resûlullah (s.a.s.)’e vahyin gelmesi kısa bir müddet kesilmişti. Efendimiz (s.a.s.) buna çok üzüldü. Bunun kendisinden kaynaklanan bir kusur sebebiyle olmasından korku ve endişe duyuyordu. Müşriklerin de onun Rabbi tarafından terk edildiği yönünde ithamları oluyordu. (bk. Buhârî, Tefsir 93; Müslim, Cihad 114-115) Dolayısıyla Efendimiz (s.a.s.)’in hüznünü gidermek ve onu teselli etmek üzere bu sûre iner. Güneşin aydınlığının her tarafı kuşattığı kuşluk vaktine ve iyice sükûn bulduğu geceye yemin edilerek, Cenâb-ı Hakk’ın onu asla terk etmediğini ve ona darılmadığını müjdeler.
Gündüz ve gecenin nasıl bir hikmeti varsa, vahyin kesilmesinin de mutlaka bir hikmeti vardır. Bunun Allah’ın terk etmesi veya darılmasıyla bir alakası yoktur. Belki vahyin kesilmesinin, gündüz ve geceye yemin edilmesi ile şöyle bir irtibatı olabilir: İnsan gündüz çalışır, çabalar ve yorulur. Bu bakımdan gece karanlığı, yorgun olan insanın sükûnet bulması ve dinlenmesi için lüzumlu olur. Aynı şekilde ilk olarak gelen vahiyler, henüz bu işe yeni başlamış olan Peygamberimiz (s.a.s.)’e çok tesir ediyordu. Rûhen ve bedenen gerginliğe ve yorgunluğa sebep oluyordu. İşte bir müddet vahyin kesilmesi, Efendimiz (s.a.s.)’in gerginlikten kurtulup sükûnet bulması içindir. Bir mânada vahiy güneş aydınlığı gibiyken, onun kesilişi de gecenin sükûnetine benzetilmiştir.
Akabinde Cenâb-ı Hak, Habîbi’ni bırakmadığının ve darılmadığının bir işareti olarak öncelikle ona geleceğe ait müjdeler verir:
Rivayete göre risâletin ilk zamanlarında Resûlullah (s.a.s.)’e vahyin gelmesi kısa bir müddet kesilmişti. Efendimiz (s.a.s.) buna çok üzüldü. Bunun kendisinden kaynaklanan bir kusur sebebiyle olmasından korku ve endişe duyuyordu. Müşriklerin de onun Rabbi tarafından terk edildiği yönünde ithamları oluyordu. (bk. Buhârî, Tefsir 93; Müslim, Cihad 114-115) Dolayısıyla Efendimiz (s.a.s.)’in hüznünü gidermek ve onu teselli etmek üzere bu sûre iner. Güneşin aydınlığının her tarafı kuşattığı kuşluk vaktine ve iyice sükûn bulduğu geceye yemin edilerek, Cenâb-ı Hakk’ın onu asla terk etmediğini ve ona darılmadığını müjdeler.
Gündüz ve gecenin nasıl bir hikmeti varsa, vahyin kesilmesinin de mutlaka bir hikmeti vardır. Bunun Allah’ın terk etmesi veya darılmasıyla bir alakası yoktur. Belki vahyin kesilmesinin, gündüz ve geceye yemin edilmesi ile şöyle bir irtibatı olabilir: İnsan gündüz çalışır, çabalar ve yorulur. Bu bakımdan gece karanlığı, yorgun olan insanın sükûnet bulması ve dinlenmesi için lüzumlu olur. Aynı şekilde ilk olarak gelen vahiyler, henüz bu işe yeni başlamış olan Peygamberimiz (s.a.s.)’e çok tesir ediyordu. Rûhen ve bedenen gerginliğe ve yorgunluğa sebep oluyordu. İşte bir müddet vahyin kesilmesi, Efendimiz (s.a.s.)’in gerginlikten kurtulup sükûnet bulması içindir. Bir mânada vahiy güneş aydınlığı gibiyken, onun kesilişi de gecenin sükûnetine benzetilmiştir.
Akabinde Cenâb-ı Hak, Habîbi’ni bırakmadığının ve darılmadığının bir işareti olarak öncelikle ona geleceğe ait müjdeler verir:
Buna göre:
› Resûlullah (s.a.s.) için sonsuza dek bir sonraki an bir önceki andan, sonra gelen önce gelenden, işin sonu başından daha hayırlı olacaktır.
Bunu açmak gerekirse, hayatının başlangıcına göre peygamberlik dönemi; vahyin başlangıcına nazaran bir müddet kesilmesi; kesilmesine nazaran tekrar başlaması; bu sûre indikten sonra karşılaşacağı her halin, her işin başına göre sonu; içinde bulunduğu saat, gün, hafta, ay ve yıla göre gelecek saat, gün, hafta, ay ve yıl daha hayırlı olacaktır. Neticede âhiret de onun için dünyaya göre hayırlı olacaktır. Bu müjde, Resûl-i Ekrem (s.a.s.) her an, her nefes Yüce Rabbine doğru kesintisiz ve düşüşü olmayan bir yükseliş halinde olduğunu haber verir. Bu müjdenin, Mekke’nin ilk yıllarında Peygamberimiz (s.a.s.)’in, yanındaki bir avuç müslümanla görünüşte muzaffer olmasına küçük bir ihtimal bile yokken verilmiş olması daha büyük bir mâna ifade eder.
› Rabbi ona hem dünyada hem âhirette büyük ihsanlarda bulunacak, O da hem Rabbinden hem de verdiklerinden râzı olacaktır.
Nitekim Efendimiz’in tebliğ ettiği İslâm, kısa zamanda yayıldı. Kendi asrında, hulefâ-i râşidîn döneminde ve diğer müslüman hükümdârlar devrinde fetihlerle yüceldi. İslâm yeryüzünün doğusuna, batısına, her tarafına ulaştı. Âhirette ise Efendimiz cennetin en güzel yerinde, Makâm-ı Mahmud’da olacaktır. Kendisine şefaat-ı uzmâ hakkı verilecektir. Bu âyet-i kerîme Kur’ân-ı Kerîm’de en çok ümit veren âyetlerden biridir. Çünkü ümmetine çok düşkün olan merhamet ummanı Efendimiz, ona ümmet olma şerefini taşıyan herkese şefaat edip onu cehennemden kurtarmadan gönlü razı olmaz.
Yüce Allah, geleceğe ait verdiği bu müjdeleri mutlaka yerine getireceğine dair bir teminat olarak, bu kez de Efendimiz (s.a.s.)’e, küçüklüğünden itibaren bulunduğu ihsanları hatırlatmaktadır:
Efendimiz (s.a.s.)’e olan bu ilâhî lutuflar şunlardır:
Birincisi; Resûlullah (s.a.s.), ana karnında altı aylık iken babası ölmüş, dünyaya yetim olarak gelmişti. Altı yaşına kadar onu annesi şefkatle büyüttü. Annesinin vefâtından sonra sekiz yaşına kadar dedesi Abdulmuttalip onu istisnaî bir muhabbetle yetiştirdi. Dedesinin ölümünden sonra, amcası Ebu Talib onu himayesine aldı. Gerçek bir baba gibi onu muhabbetle koruyup kolladı. Hatta nübüvvetten sonra bile bütün Kureyşi karşısına alarak, göğsünü on sene kadar yeğeni için siper etmişti. İşte bunlar, o Yetîm hakkında ilâhî himâye ve barındırmanın beşer planında bir tecellisinden başka bir şey değildi. Dileseydi onu sahipsiz bırakıp hebâ edebilirdi. Fakat merhamet etti, onu sadefinde saklı dürr-i yetîm gibi tertemiz büyütüp yetiştirdi.
İkincisi; Resûl-i Ekrem (s.a.s.), kendisine vahiy gelmeden önce kırk sene Mekke’de müşrik bir toplum içinde yaşadı. Kendisi hanîfti. Allah’ın birliğine inanıyor, putlara asla tapmıyor, toplumda iyice yaygınlaşmış olan hiçbir günaha tevessül etmiyordu. Ahlâk yönünden de pek yüksek bir seviyeye sahipti. Fakat günahlara dalmış insanların durumuna üzülüyor, onların kurtuluşu için çareler düşünüyor, lakin ne yapacağını bilemiyordu. O hiçbir zaman akıl ve din yönünden sapık olmamıştır. Fakat Kur’an gibi mûcize bir kitaptan, İslâm gibi insanlığın kurtuluşunun reçetesini sunan mükemmel bir dinden haberdar değildi. Allah ona peygamberlik verip vahiy göndererek onu doğru yola eriştirmiştir. Çaresiz insanlara nasıl el uzatıp, hastalıklarına devâ olacağını öğretmiştir. İşte âyette ضَٓالًّا (dāllen) ve هَدٰى (hedâ), kelimeleriyle bu durum kastedilir.
Nitekim onun bu hâline işaret eden şu âyet-i kerîme dikkat çekicidir:
“İşte biz böylece sana emrimizle ölü kalplere hayat bahşeden bu Kur’an’ı vahyettik. Yoksa daha önce sen kitap nedir, iman nedir, bilmezdin. Biz Kur’an’ı bir nûr kıldık ki, onunla kullarımızdan dilediğimizi doğru yola ulaştıralım. Sen de hiç şüphesiz insanlığı dosdoğru bir yola çağırmaktasın.” (Şûrâ 42/52)
“Sen, aslında bu kitabın sana vahyedileceğini ummuyordun. Bu sana ancak Rabbinden bir rahmet olarak geldi. O halde sakın kâfirlere arka çıkma!” (Kasas 28/86)
Üçüncüsü; Allah Resûlü (s.a.s.) fakir bir ailede doğup büyüdü. Babasından kendisine fazla bir miras da kalmamıştı. Sonra Cenâb-ı Hak onu önce Şam’a yaptığı ticaret seferinden elde edilen bereketli kâr ile zengin etti. Hz. Hatice ile evlendikten sonra da ona bütün servetini hibe etmesiyle zengin kıldı. Daha sonra kendisine ilâhî bir lutuf olarak ihsân buyrulan fetihler ve ganimetler ile zenginlik elde edilmiştir. Fakat Peygamberimiz (s.a.s.), kendine ihsan edilen bütün imkânları, ailesinin zaruri ihtiyaçları dışında Allah yolunda sınırsız bir cömertlikle harcamıştır. Buradaki “zenginleştirme”den maksat, Cenâb-ı Hakk’ın Habîbi’ne gönderdiği vahiy ile onun ruh âlemini, kalp dünyasını zenginleştirmesi, onu hem kendisini hem tüm beşeriyeti aydınlatabilecek zenginlikte hakikatlere mazhar kılması da olabilir.
Yüce Mevlâmız, ihsan buyurduğu bu nimetler mukâbilinde Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’e şu üç şeyi yapmasını emir buyurur:
Birinci tâlimat yetimlerle alakalıdır. Yetîmi ezmemek; onu zayıf görüp küçümseyerek üzmemek istenir. Onun maddeten ve mânen tüm haklarının korunması ve en küçük bir hakkının yenmemesi tâlimatı verilir. Çünkü Efendimiz (s.a.s.) yetimliği tatmış ve hakkındaki ilâhî lütfu görmüştü. Yetîm büyüyen, yetîmin hâlinden daha iyi anlar. Bu sebeple yetimlik zamanında kendi gördüğü ilâhî lütfu, ümmetinin yetimlerine göstermekle mesul tutuldu. Bu yüzdendir ki Resûlullah (s.a.s.) yetimlere son derece alaka gösterir, tüm ihtiyaçlarını karşılar, müslümanları da bu hayırlı amele teşvik ederdi:
“Müslümanlar içinde en hayırlı ev; içinde yetîme iyi muamele edilen evdir. müslümanlar içinde en kötü ev de yetîme kötü muamele edilen evdir.” (İbn Mâce, Edeb 6)
“Bir kimse, müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teâlâ onu mutlaka cennete koyar.” (Tirmizî, Birr 14/1917)
“Bir kimse sırf Allah rızâsı için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap yazılır...” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 250)
Merhamet Ummanı Efendimiz (s.a.s.)’in şu örnek davranışı ruhları tesir altına alıp mü’mini yetimlerin hâmisi olmaya yönlendirme bakımından ne kadar güzeldir:
Beşir b. Akrabe (r.a.) şöyle anlatıyor:
“Uhud günü Resûlullah (s.a.s.) ile karşılaştım.
«−Babam ne durumda?» diye sordum.
«−Şehîd oldu, Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun!» buyurdu. Ağlamaya başladım. Beni aldı, başımı okşadı ve devesine bindirdi. Sonra da:
«−Ben baban, Âişe de annen olsun istemez misin?» buyurdu. Ben de:
«−Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah, tabiî ki isterim!» dedim.
Şu anda saçlarım ağardığı hâlde, Resûlullah’ın mübârek elinin değdiği yerler hâlâ siyah kalmıştır.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VIII, 161; Ali el-Müttakî, Kenzu’l-ummâl, XIII, 298/36862)
İkinci tâlimat el açıp bir şey isteyen veya ilim ve benzeri herhangi bir talepte bulunan kimseyle alakalıdır. Bunları azarlamak, onlara sert konuşmak yasaklanır, onlara iyi davranmak emredilir. Eğer bir kimse maddi mânada bir hâcetini dile getirdiğinde, şayet imkân varsa ona yardım edilmelidir. Eğer yardım etme imkânı yoksa yumuşak sözle ve nezaketle özür beyân edilmelidir. Fakat hiçbir şekilde azarlamak, sert davranmak ve kovmak caiz değildir.
Allah dostlarından Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.)’un şu davranışı bu konuda ne güzel bir örnektir:
Sâmi Efendi (r.h.)’in bir Anadolu seyahati esnâsında Ürgüp’te bir kişi otomobillerini çevirerek kendisinden sigara parası ister. Bir sehâvet güneşi olan Sâmi Efendi, bâzı yol arkadaşlarının içten itirazlarına rağmen:
“–Mademki istiyor, vermek lâzım” diyerek, etrafındakilerin şaşkın bakışları arasında adamın istediği parayı hiç düşünmeden verir. Buna memnun olan fakir de niyetini değiştirip:
“–Şimdi gidip bununla ekmek alacağım” diyerek sevinçle oradan ayrılır.
Bu hâdise aynı zamanda sadaka olarak verilen malın helâlliği ve niyetin temizliği karşılığında meydana gelen iyilik ve güzellik tecellîsine dâir açık ve ibretli bir misaldir.
Diğer ibretli bir misal de meşhûr sûfî Hasan Basrî (k.s.)’tan:
Bir derviş, Hasan Basrî hazretlerinden bir şey istemişti. O da hemen ayağa kalkıp gömleğini çıkardı ve dervişe verdi.
“–Ey Hasan, eve gidip oradan bir şeyler verseydin ya!” dediler. Hasan Basrî (k.s.) şöyle cevap verdi:
“–Bir defâsında bir muhtaç mescide geldi ve; «Karnım aç!» dedi. Biz gaflet ettik, hemen yiyecek getirmedik. Onu mescitte bıraktık ve evlerimize gittik. Sabah namazına geldiğimizde bir de baktık ki, zavallı ölmüş. Kefenleyip defnettik. Ertesi gün, bir zuhûrat olarak, fakiri sardığımız kefenin mihrapta durduğunu ve üzerinde; «Kefeninizi alın, Allah kabul etmedi!» yazdığını gördük. O gün; «Bundan sonra bir ihtiyaç sahibini gördüğümde onu bekletmeyeceğim, hemen ihtiyâcını göreceğim» diye yemin ettim.” (Topbaş, Faziletler Medeniyeti, II, 308)
Âyette bahsedile اَلسَّٓائِلُ (sâil)den maksat “soru soran kişi” de olabilir. Buna göre soru soran kimse ne kadar karışık sual tevcih ederse etsin, her halükarda ona şefkatle cevap vermek gerekir. Böyle durumlarda kızmak, azarlamak ve kovmak câiz görülen bir davranış değildir.
Üçüncü tâlimat ise Allah’ın nimetlerini şükrân ve minnetle anmak ve anlatmakla alakalıdır. Âyette bahsedilen “nimet”, Allah Teâlâ’nın Efendimiz (s.a.s.)’e verdiği ve vermeyi va‘dettiği her türlü nimetlerdir. Bunların en büyüğü ise şüphesiz Kur’an ve peygamberlik nimetidir. Bu nimetlerin her birinin kendine münâsip bir anlatma şekli vardır. İnsanın dil ile Allah’a şükretmesi, bütün nimetlerin kendisine Allah’ın bir lütfu olarak verildiğini bilmesidir. “Nübüvvet nimetini anlatmak”, tebliğ ve daveti hakkını vererek ve doğru bir şekilde yerine getirmektir. “Kur’an nimetini anlatmak”, onu insanlar arasında yaymak ve talimatlarını insanlara anlatmaktır. “Hidâyet nimetini anlatmak”, yolunu şaşırmış, sapıklığa düşmüş insanlara doğru yolu göstermektir. Bu işi yaparken de bütün zorluk ve zahmetlere sabırla tahammül etmektir. Bu şekilde her nimete münasip bir şükür ve teşekkür halinde bulunmaktır.