GÜNEŞTEN HİLALİN GÖLGESİNDE
GÜNEŞTEN
HİLALİN GÖLGESİNDE Bilal Yavuz Hira Yayınları CENNETİN CEHENNEMİ yorgunlukta beyaz kurdelalı kalbin ensarla muhacirin yoklukta paylaştığı eski medine evleri kokuyor şimdi kusacak kadar fazla bolluğun ortasında hayatın damarlarında tıkanırcasına üstü kocaman bir kışla kaplı dağlar gibi akıyorsun tünelden bükülmüş sırtınla bebeklerin henüz açılmamış gözlerinden sebepsiz gülüşlerinden öpüyorsun hoyrat yontların yelesine bir öpüş sanki çul kilimlerde yer sofraları kalbin göğertide gökekinler, harman nefesi helal lokmalar gibi kursağa dizilmeyen üryan yavruların nasırlı avuçlarında orak ütüsüz yüzlerinde pürüzsüz memleket pak soluklarında düğürcük çorbaları köy gibi nezihtik hep güzeli düşlerken güğümleri binbir çilesiyle kaynatan hevesi tandır egişe takılı nenelerce tütünü kucaklarcasına saran atalar kalaysız tasta bayat somunlar kalbin tığları tesbih çekercesine nakışlatan teyzelerin dillerinde dilsiz nağmeler hep saflığı çağırır kıdemli ısrarla yağmurunu bekleyen toprak misali çünkü anadolum tutunamaz içtensiz ve bakma pehlivan durduğuna naylonlar küresinde duramaz ruhsuz salıncak gözlerinde acılar sallanır çocuklara bakarken iki misket sanki usanmadan yüreğine yuvarlanan hafızan kaybetmek istiyor kendini sen hep o tel örgülerle çevrili çocuklukların düşlerini yıldızlayan dışardan cennet, içerden cehennem pek nazlı pek havalı çokça yangın ulaşılmaz lojman parkıydın TOPRAK DENİZİNDE ATEŞTEN KADIRGA ranzalar dilsiz, yorganlar ki cehennem pisti Kızkulesi değil miydi şair kılan özlerimizi çalımlı Ayasofya, filinta Sultanahmet leyla ile mecnun gibi bakışırken karşımızın karşısında Üsküdar, aşkın başkenti değil de neydi dinmez, beyhude, ciğerimin gök gürültüsü gözkapaklarım acıyla çeksin fosilli kehribar gözlerinizi koparmadan kadim gurbetin antik tespih ipini ve hiç değilse hayaliniz hayrandır can evlerimiz lambalar tenhalığı tutuşurken karanlık sular civarında oysa bir simit yetiyordu muhteşem mutlu uçuşlara yüreğini paramparça eder gibi kursağında avuçlarda lokma lokma hayatla öpüşürken akça martılar susardınız, susku bile aniden marşlar tüterdi seherin ölümcül serinliği öksüz Gülhane banklarında burada yastığı gazete kağıtları sefil bir adam orada çin çayı eşliğinde sıcaktan üşüyen bir kadın boğazın dinmeyen dalgalı rıhtımları sonra kendini vururken ürperti kayalıklarına yokluk denizinde varlık ağına takılan yunuslar çırpınırken yaşamak azmiyle sınırlar tabutunda ellerinle kaburga kıvrımlarını kavur kavur kavrayarak kendini yarma isteği kuş cıvıltıları aralığında bendini kanatlar çıkarmaya zorlayan kamburluklar oysa yetiyordu sonbahar saçlarının oval incilerine toka niyetiyle takılı o baharatlar karanfili dallarına serçeler konan çocukları gördükçe dallarından koparılan idamlık gençler kalbin zihninde obruklar, koyunlarda derin yaralar şöleni tebessüm eder gibi ağlayışlar şu hazin çardaklarda canıma canımdan canan; cananıma cananımdan can büyük iplik çilesi kördüğüm Kâlû/Belâ anından mahşer demine kadar odaklan En Sevgili hazretlerininnoksansız sanatlarına uydularını açık tutmayı gerektirir sevmeler mesleği sonsuz varedileceğin sonsuz günlerin sonsuzluğuna dek boğazın ışıyan köpükleri olmak sararmış güneş dansında çünkü her ufkun harcı değil ruhlar diyarında gemileri karadan yürütmek -bir Sevgili- uğruna İNCELİKLERİN EFENDİSİ kuşu vefat eden çocuğa taziyeye giderdiniz rengarenk ebabiller yağardı gül şerbeti kıvamında hıçkırınca yavrular; namazlar, dualar kısaltırdınız mukaddes Sina dağı gibi mübarek sırtınızdan pak torunların inmek istemeyişi gönlüm umarsız gözyaşlarının tadını iyi bilen mecalsiz diller hatrına geceler, gökadalarca çullanırken yüreğimin boynuna ruhumun çocukluğu ahlarken gövdemin mağarasında siz ki hizmetçilerinize dahi öf bile demeyendiniz söküğünüzü diker, karnınızda taşlarla gezerdiniz ayinlerinin kibriyle -piştim- der iken nice kavuklu günde en az yeştmiş defa; aşkla istiğfar ederdiniz cümle canlılardan; ezilen emekçilerin safındaydınız ortaya doğru yeşertip öğütleri kimseleri kırmazdınız kölelerin ki, azadı için hiçbir fırsatı kaçırmazdınız anlatmaktan anlattığını yaşamayı kaçırmalar değildi yaşamaktan anlatmaya vaktinin kalmayışı sahih sevgi ürkek tavşanların mahzun ceylanlarla buluştuğu altından saflıklar akan ırmaklar gibi bir geceydi zarif nehirlerin başını taştan taşa vura vura çağlayıp uçurumlardan şelale olarak atlarken ki nezaketi gibi bir havaydı hilalin pırıltısı vururken alın yazgımıza meltemlerin korosu, resmi törendi kulak zarlarında ve hasretin şu dağdan yumruğu gırtlağın yatağında ve zulüm; suskudan tükenen dilceler kördüğüm vurulan masumların babasından kurşun parası isteyen otokratları şimdi hangi tarih kabul etsin hafızasına ey kalbimizin diktatörü siz diktayı bile güzelleştirirdiniz yeter ki bir işe başlayın, kılınçlar çiçek açardı buzulda gitmeseydiniz, bitmeseydik, tutuşsaydık yağsaydık sevdası için kavrulan cehennem gibi küfür tepesine sessizliğiniz, aniden bastıran mutlak bebek gülüşleri durgunluğunuz, boraları çekip dindiren kadim kasırga dolaşırdınız, kuşlar uçardı sanki okyanusların dibinde canlar sizsiz, vadilerde şaşkın gezen şimdi dilsiz “Şuara” GÖLYAZI zeytin ormanları, gam leylekleri sazlıkta salınan nazlı sandallar Apolyont gölünde mahzun gökada Ağlayan Çınarını ağlaşmakta sevdaya pervane yel değirmeni Eleni’yle Mehmed’i anlatmakta yerinden yurdundan eden acılar bazı mevsimler çınarın göğsünden birkaç damla kan olur göğe damlar uğultular duyulur Rum evinden derler ki; aşkları ah olup tozar çığlıklar yükselir harabelerden ey devrik ulu çınar; bir bilseler ne sırlara şahid ihtiyar gövden koynunda can veren nice hasretler hesap günü için bir mahşer bekler miras hatıralar, Mübadele’den yüreklerce çarpar zerrelerinde çığırsın mayanı Zambak Tepesi dallarında; Taş Mektep öksüzleri Kazım Paşayı hayırla yad etsin dağlan hey Gölyazı, ağla ve çağla saplı durdukça tarihin bağrına sönmez hakkın hilali karalarda MAHZUN SEVİNÇ yaşamın en güzel sahne performansıydı rol yapmamak içindeki o tamtakır kavanozun kapağını bir sıyır da gör içlerden göklere kanatlanan ne kelebekler keşfedeceksin bayındır bakışlar, güzel bereket suda tadılmazın tadı mı, görülmezin yüzü mü dallarında Gülibrişim çocukları; buruk Petunyalar; kar suyunda serpilen kainat çiçeği yeşilin nefesini hisset, ak mavilerin taksimini ıslığını bozkırların, meraların utancını buğuda ruhunu poyrazların, gülüşünü yağmurların, dansını ateşlerin içindeki boşluğa batırdığın çiviler gibi ceset kokan şehirler içindeki evrenin yıldızlarını keşfet gözlerini çevirip kalbine bir vapur Nuh adaşı; hayret makamı özerk düşüncelere ve güneşte kavrulan esmer merhamet bozkır teninde bir ormanda bir ırmağın bir ceylanla buluşması endamlar sararmış mahzun fotoğraflar emsali kartondan albümlerde filmleri kopmuş özlemin; paslanmış denklanşörü gurbetin gel etme gel etme gülleri tomruk; ahvah çiğdelerinde gül şerbetine uzatırken ağzını dibine inen serinlik sanki hilalden bir güneşin altında gölgelenirken Güzbatımı ölümün üzerine sürüyor motorunu Hamza yürekli panzerlerin altına yatan Ömer öfkeli kalbi kırıklar savaş uçaklarına tornavida fırlattıran gariban sevda bir ateş ki tutuşmaz her fitilde en doğru en dobra yalan oğlu yalan; yiğitlik destanlarında gördüğün öldürmeler değil yaşatmaklarmış asıl kahramanlık tankları durduran o şefkat çıplağı ellerimizden öğrendim kendisine çevrilen hain namlulara; konuşur gibi mikrofona son anda dahi -gel vazgeç evladım- diyen ananeler mesela utanır sloganlar; işte bu anlatılmaz işte bu yaşanır idam isterken bile şu heba edilenlerine üzülen kırgınlık tutuşmuş Hakk aşkıyla kavrulmuş derviş cehennem hey sevgilisinin hasmını beklemektedir; taşkın içimde hep bir senler beklemektedir, aşkın beklemek; beklemektedir, beklememeyişleri beklememek; beklememektedir, bekleyişleri gayrı eminim, hüznün en yakıştığı gönüldür mahşer yeri KIYAM SAATİ biley taşlarıyla sevişen çetin kılınçlar bilenişin koynu tırmalayan yalçın düeti hıyanete vefa, zulme ıslah, çalıma vicdan markası mıhlanan kepaze devranlardan geçtin kıvrak ve keşşaf, bıçkı ve haklı karaltıya bir kandil kısrağını sürerken dört nala şamdanlıklar, hırıltılar, bazalt kokuları ökçelerin o baygın tekrarında kaybolmadan en derine sürülmüş mahkum kınından sıyırmadan boykot sancağını ruhsuzluğa, aşksızlığa, banka bankerlerine doğrulmaz devrildiği yerden domino taşları çünkü birlik, cümle lehçeleriyle veciz daha elvan, daha gür, daha kokteyl bin balyozdan tek yumruk gibi çökmektir tuğlara oysa biliyordun, sancaktar olduğun kadar tiryakisiydim sokulgan süzüşlerin tayfunda uçuşan perçemlerine, dalgın uyandıkça tomruklar, yiten saflık içinde, büyüdükçe küçülen bir çıkra oğlaklar, zeytin ağaçları, kıraç dağ etekleri açtıran, acar içtenliklere filiz ki fukara ocaklar, başkenti insan haklarının insanlık, senatolarda bahsi geçen yalnızca senatolar, tek dişi kalmış canavarın edemeyip kendini kendine itiraf yatsıların kuştüyü yastığında kıvranan yaratık nefsinin dahi inanmadığı tıraşlarına rağmen PR çalışmalarına, ikna odalarına halklarının bile gözünde yosma çünkü gümrahtık, bir ırmak ne denli olacaksa alemi yoktu sökülmenin ifşa ajanslarına yetiyordu bir dargını ondurmak her lügatte barınmayan karşılıksız kelimesi en fazla müminlerde anlamını bulmaktaydı oysa katrandan kazınırken garibanlar hazmedecek kadar alçak bir sinikliğimiz yoktu yokluk bazen varlıktır varlıklıydık ve rugan duruşlarda parıldayan bir urgan gülbankımız nerdeyse gözleriyle devirecek adamlar arasında nerdeyse gözleriyle devirecek madamlar arasında sendelerken de putçuklar satırlarımız için can atıp durmaktadır yeter ki bir rüzgar ya Rahman neresinden başlarsak birleyecek kenetlendikçe suskun kenetlendikçe eforları tıngırdatan orijinal bir seda toplayarak dergahında cihad diye çarpan fuad oğlu fuadlara tarihi işlevini andıracak aceb mutluluktan uçuştu mu melekler seni gördükten sonra insan yaradıldı diye seni yani nereye yükselebileceği insanlığın hasılı onur, miracınla insan fıtratına ölüm ki bildirir kıymetini ebediliğin göçtün ve güzelleştirdin kalbe mevti, göçtün fakat bu paramparça surları kardeşliğin çaktı yokluğunun zorluğunu körkütük boğaza şimdi bu kumandan yelkenleri fora bu sultan gemileri dans ettirecek zilanlarla mürettebat hani bir Sur nefesi elzem birleyen kıyamlara uzakça afradan, tafradan, hanlık hırsından bir de İsrafil baştan ayağa uyaran uyanışları birbirine varis kılan hızırla kırkbirinci saate uyandıran KALBİSTAN GEMİLERİ pek sever saklambacı sevda dediğin evladı aç kalmasın diye günden güne zayıflayan varsıl babaların sayılan kaburga kemiklerinde anaların demirden yoksun ama metalden pehlivan kanında pek sever saklambacı sevda dediğin nice aydınlıklar ki karanlık nice karanlıklar ki aydınlık gösterir aydınlığa kimliğini karanlık öğretir karanlığa benliğini aydınlık ne çare inkarlara beyazlar ışıklar içinde ne keder imanlara yusufçuklar kuyusu oysa küpeşte kılan geceyi sır olmaktır kaybolana söyle derman hangi ışık pek sever saklambacı sevda dediğin neyleri nargile gibi tüttüren adamlar birşey kaybetmez takip etmemekle gündemi ceplerinde aşkın gözyaşları çiçeği yaprak güzeli yatsılardan patiska seherlerden ahşap oyalardan ovalara güldancası kurulan obalardan aktolgalı otağlardan cana bir sinan timsali saplanan kederi kaderine Elest bezmindensadık kökleri göklerin ve dalları kürenin göğsünde öyle bir yakılsın ki Kalbistan Gemileri kalmasın fedakarlık çiçeklerinden başka ırmaklara bırakılan ümitlerin öksüzleri sürsün firavunları gazabın kızıl denizlerine destanını -aşkı cephane diye taşıyanlar- nakşetsin gamları gerdanına ney gibi üfleyen adamlar düğümlene düğümlene çözülen elmaslarıyla füzeli akşamlarda kırlentleri kanter içinde bırakan milyonlarca yavru ağlarken utanan sırıtmaktan vebalinden hayır onlar da sıyrılamayacaklar şimdi mevsim, mahşerde yakalara takılan çocuk elleri durdukça boy veren düşler gayrı tartıların denk düşmesi öyle bir zaman ki bu çaresizlikten tarifsiz cinnetler çağın Ömerlerini dahi ölümün ötesine karşı sarartan duvarlarda milyarlarca çatık kaş sanki sıfatına daralıyor sıkılmış yumruktan kurusıkı sadırlar döşler ki öfkeden çıldırmış saatli birer bomba toplansa cümle ruhiyatçı değil derman ümmetin yalazına derdini boynunun küfesinde taşıyan adamlar çünkü birşey yapamamak herkesin birbirinden kaçırdığı ama buruk muhitlerde ağzına kadar dolup taşan burada sanarken hayat sürdüğünü bostanına orada adalet merhamet için yaşamaktadır artık çünkü Suriye akkordan bir zülfikara dönmenin adıdır eninde sonunda siyonizmin başında parçalanan milyonlarca şehadetten sonra içine çekebildiğin ıtır Cebel-i Târık’da bir figan asırlardır dolanıp durmaktadır çünkü kıyamet kıyamet büyüyen bir diriliş vardır bir velâdet için ya Rab ne cehennemler dalgalanıyor MAVERA TAKVİMİNDE BİR YAPRAK kırımlarda, beraber katledilirken evladına kefen olmuş valide cesetleri çünkü anneler, şu zamanda bile çabalar, vefatı nazik göstermeye kınalı kekliğine, kırkı çıkmamışken bambaşka yörelerde, apaynı sahne hiçbir şey olmamış gibi devam etmek hayatına günde milyarlar kere, çok kahkaha, az insanlık nafile değil, hoyrat sokak köpeklerinin gittikçe daha fazla imtinası, gelip geçenden oysa gümlememiş ketum füzelerden saksılar, oyuncaklar çıkaran mustazaflar etti mi hicret, kuşunu, kedisini unutmayan işte bu sessizlere, cevrederken tiranlar masumu terörist, teröristi kahraman vatanseveri hain, haini yurtsever kılan anırırken ıslah diye bozgun üzre bozgun çıkaran bir çeperi, bakışlara çekmek istiyordu oysa tam bu zamanlarda tam bu noktada hayır, değil -az sonra, yok -şimdi reklamlar tuzakların üstünde bir tuzak vardır gerçeği usanmadan asırlardır, devreye giriyordu cerenlerin sıcacık gülüşünü bölüşürken erenler, şurada helak olmuş bir kavim gibi gözler yeşeriyordu ertesi nesillere, ibret mirası, kalan talan ağarırken ağır, erkler, bükümler, hendeseler cümbüşler, tin saatleri sanrı köşklerinde esrardan savruk, cismiyle bir tan vakti garb şarka dönüşecektir, yeter ki çemren çünkü asla dönmeyecek faytonlar balkabağına sabretmek, yarısıdır dikey zaferin BİLİNÇ YAZITLARI idam, fizik saatinin durduğu hazin zaman yeni bir doğuma yüklü, körpecik devranlara dibinde depremler gibi sızlayan kemiklere ne zaman aldırış eder varis nasıl bir demde uykular mı gözlere, uyanışlar mı yakışır bilmem kaçıncı bahar, gökte kaçıncı ıtır söyleyin ey rahimler, ekin ne vakit biçilir özünden kıyametler taşan yiğit asker vaktindir sen haykırmasan ben haykırmasam hangi devir eğrileni kılıcıyla; nerede, kim düz edecektir çarpar alemin nabzı hakkıyla atan yürekte mağlubiyetten başka galibiyet mi var katle inleterek enseleri, muştuların muştası doğunca emekçiler birbirinin tam aynası kaynaştıkça hakikiler; zırhlı, roket işlemez musibet olup yağsa dünya bu bilek bükülmez teknik, sadrına iman üfürmeni beklemekte sanat, bağrına irfan nakşetmeni özlemekte diller, kültürler Hakk’ın ayetidir, inkar etme kendi ahalin için susadığını ey müslüman kardeşine dilemedikçe düşün tam mı iman değil mi ki cümlesi; teğmen ata yadigarı nedir bu hınç bu telaş bu tüketme ihtirası vallahi paramparça eyler son vahdeti ileri gelenler, tanrı edinirse, kibrini tufan olup kopsa evrenler ne keder Nuhlara vardır her dem bir kadırga en dipteki ruhlara kesilip nil/fırat/dicle, çağlayacak çağlara Asr-ı Saadet nurun; iliklere, ırmaklarca öyle bir kıvılcım bahşet ki bize ey Rabbî görmesin başka bir çıkış yol kaçaklar dahi saçılan kırıkları ancak yangınlar zamklar öyleyse yansın yürekler ta kaynaşana kadar BEYAZ KARANLIK Gövdeyle kuşatılmış dinmeyen ruhlarımız! Ağlar, yırtar kendini sonsuzluk diye diye… Sanki evvelden tanışmış gibi canlarımız; Yosun gözler boğuk kellede ürkmüşçesine. Dalardın; sen değil, uzaklar koşardı sana. Bakışların, sumruların sarsılmaz töresi… Uyurdun; uyanışa dönerdi uyku, hırsla! Nakışların, varlığa gebe bir yokluk sanki… Çiçeğin yüreğinde çiçek açan polenler; Anlatsın öykümüzü ceylansı yavrulara… Yatağanlarla doğranmış batağandı keder; Mahzunlar mahzeninde kurulmuş kursaklara. Dikiş tutmaz ülküler çaçaron göğüslerde. Mevte battıkça çıkardık doğumun yüzüne! Tabutlar bağırıyor toprağın yüreğinde… Kefenler, kuduruyor okyanuslar dibinde. Duyamaz; yangın kuleleri bu cehennemi. Bulamaz deniz fenerleri şu pus gemiyi… Bir sıyrık ki, âlemler saklambaç pıhtısında! Aklın dil, vicdânın göz kesildiği boyutta... Sisten, çığlıktan bir kaledir beyaz karanlık! Çektikçe çeker göğünü göğüne, haylazca. Ah ne afet katliam; rahim nurda kayıplık! Nadide eriyiştir; katışmak, karışmaza… DEMLİ SAĞANAK Dünyayı sömürmediğin ölçüde erkinsin! Mülksüzlük; en hıncahınç mülkü zengin yüreğin. Işık, yürekçe atar karanlığın büstünde… Zulmün celladı adalet peşinde zalim bile! Derviş ki sırf taliptir; talebi, talepsizlik… Sığ seslere en gökçek refleks derin sessizlik. Dikilmiş; inleyişler gibi mezartaşları, Seyyahı durdurmak isteyen uyartı gibi. İşkilsiz, kavrulanlar için kış bir bahardı; İnleyiş ki beş mevsim dinmeyen ruh depremi. Şimdi esmeyen poyrazların bereketinde, Bir kuraklıktır gayzer kılan ötleğenleri… Bahçeyi tatmak sizsizlikler işkencesinde, Sağlamlaştırır bülbülün bağır kafesini… Çatlar kafatasları yeryüzünün koynunda, Başı dik gözü yerde kuşlar gezer magmada. Çürümeye kıyamayan çocuk kemikleri… Çatırdar; ahların arşa yükselmesi gibi. Önlesin kalbin bakır zehrini kalaycılar! Hüngürdesin sipsiler; dile gelsin uzaklar, Gassalları kızartsın gazelinde kıskaçlar… Dalgalansın canlardan bir umman yaşamaklar! Körükler, esnedikçe tımarhaneler boyu… Keskin pas; tırnak kılar bronşa her soluğu! HELAL GÜZELLİK Yüzleri tanınmayan cesetler arasında; Tanımama hissi ağır basan annelerce, Öldü antik kaygılar beklenen gün doğunca, Caiz cemal sofrası serildi ezgimize… Deha deha yeşeren rasathaneler kalbin, Eş zamanlı indirilen uzay roketleri… Mümin filozoflar ki ecdadıydı bilimin! İslam, medeniyetlere insanlık öğretti. Ey kafataslarından parklar doğuran hande! Yüksel yüksel büstümden üstlerin kursağına! Ufalanır mumyalar azmin gömütlerinde! Gıcıklanır kuşkular ruhların gırtlağında… Dirilişe adaklar doğurmalı rahimler; Akıncılar aşkına doğrulmalı gerdekler. Anneler dantel gibi işlemeli yelkenler, Örmeli yıldızlardan; ışıl ışıl şilepler… Sılanın volkanik gölünde yüzen aşıklar, Haşinleri inletmek o mertlerin cenneti! Kabre definden sonra aniden canlananlar; Anlayabilir belki bu araflar pistini… Değil dudaklarla nefesdaş şu mısralarım! Kendini bildiğini sanırsın, bilemezsin. Sempati! Neye göre? Nafile çağrılarım, Gözden bakan eremez görküne görünmezin! KALABALIK YALNIZLIK Ay: gökkuşağı çelengiyle arşta bir kuyu, Namlular alınlarda volkanik kış mevsimi. Buzulda har kesilen nabızlarda çarpan su; Öksüz kalderalar gibi haykırır tevhidi… Ölümcül yerle gök arası fışkıran hayat! Çağırır; hepliğin, hiçliğin tek sahibine… Uzay okyanusunda inci devran ne bayat, Heyecanla gelenler hep gider çöküntüyle. Onlar siyah aydınlık! Biz özgürlük tutsağı! Onlar havra sessizlik! Biz barışın kurbanı! Unutma! Ey boşluklar çölünden sızan feyiz, Kumsaati yurdunda çıdamdır sermayemiz! GÜNEŞ HİLALİ telgraf tellerine dizilen kumrular gibiydik nakışlarımız gökyüzüne dalarcası dolarken vatana ezanlar saçlarını okşardı sayvan zarlarımızın derimizde erkin ülküler gerilirdi tam ilkeli alnımızda bağımsız bir yurdun hayat çizgileri ellerimiz hür memleket kokardı batarken deryalara büyüttüğümüz her gonca; çocuk bahçelerinde kurulmuş bir Hakikat Devleti çağın ufuklarında aşkın ahlakıyla sancağa çekilen nur yüzlü umutlar ırmaktan sofralarca serilir içimizin kış çölüne her dem yeniden diriydik yavrucak heyecanıyla sola sola bağışıklık kazanmak bütün solgunluklara yoksullar yönetseydi dünya iyileşirdi bilirdik anneler başı çekseydi resmi kurumlarda dantel örtüeri kibirli ve hırslılar ezse de arzın bütün çimlerini toprağın sakındığı tohumlar henüz çürümemişti ezilen gül içinde kabını yarıp çıkacak yeni bir gonca inadına suladıkça azmi güzellik yorgunu vicdanlar kötüyü iyiliğin selinde boğup yılmadan susturacaktık güneşten hilalin gölgesinde selama duracaktık yoktu ümitsizlikten ehem öldürücü nefretlimiz karanfil yağmurlarına karışan ıhlamur burcuları arasında hakkını arama meslekleri adalet gününe dek biliyorum ama nasib et Rab cennetinde bile helal marşlar istiyorum bizi ordun kıl diz sarsılmaz fazilet ipine ebabiller gibi mazluma rüya zalime kabus eyle cehennemlerin tarzı aşkın kâbesiydi cihad meydanları yoktu itirazımız sevdanla vurur, vurulur, sevdanla yaşar, yaşatırız DAVA ADAMI kalemini asa diye kuşandın, kağıtlarını sahra mahşerî bir sükûnetle haykırdın asrın sadrına iki parça cama sığmayan o canlı bakışlarında yaşama sevincin gibi serpildi müslüman coğrafya bilirim düğünün bugün; Aliya’ya selam söyle Akif abi de ki her belde şimdi Srebrenitsa inananlara öyle yalnız bırakıldın ki şu hakikat davanda ilk nefesini alır gibi verdiğin son nefesinde bile takdiri bir başına karşılamak düştü nasibine bir ömür çabaladın; çarpıştın Leyla uğruna sonunda Halid gibi göçtün şehadet aşkıyla Malcom’a selam söyle abi; Basayev’e, Ahmed Yasin’e bil ki yarım kalmayacak bu çağrı ağır yüreklerde haleflerin muştular serpecek mahzun makberine şimdi bir Asım’ı olarak; Mehmed Âkif’e selam söyle gözlerim durmuyor Akif abi, dinlemiyor mantığımı Zarifoğlu ağabeyin serçeleri zikretsin toprağında -dünya ne kadar da fani- dercesine yaşadın, gittin Sezai üstad gibi devişi oldun kentin, kesilmedin gelseydi elinden; bilinç için alemi belgesele çekerdin Arakan’lı çocuklarca, Bosna’lı annelerce rahmet sana komşu kılsın Rahman; Metin Yüksel’e, Seyyid Kutub’a Kudüs’ü bileğinde saat diye taşırdın Pakdil gibi görmese de gözlerin, imanın gördü hür Filistin’i emaneti savaştığı emin elçide olan Kureyş misali öyle edepliydin ki; hayran kaldı hakkın hasmı dahi bildik eylesin Allah… evliyasına seni Akif abi… Ömer’in, Ali’nin, Fâtih’in kalbine yoldaş etsin kalbini ÇEKİRDEK YAĞMURLARI eğer dünyayı bir kez değiştirebilseydim tüm silahları imha etmekle başlayabilirdim bıçaklara bile ihtiyacımız yokmuş aslında organik şeker, kimyasal içermeyen balon bez bebek üretimlerini fazlalaştırabilirdim daha çok gülen yüz ve daha az asık surat cinnet anlarında canavar durdurma butonu çünkü bir an beklese insanlaşacaktılar kentlere bile isteye tıkışıp sürü timsali dağları, ovaları, ormanları yalnız bırakan insan asla huzur bulmayacaktı bilirdim doğaya yeterince dağılmakla başlayacaktı tabiat ahbaplığı ve ihtiras eriyişleri hazcı hız çağının açtığı yabanıl açlığa özge derman köylerin antik sükunetiydi dünyayı değiştirebilsem değişmeyecektim kökünden bir değişime hasret kalan insanlık buçuk dönüşümlerle yalnızca hep yıprandı bilim ve teknik diye diye büyütüldü oysa milyonlarca hayatı kül eden jenosit teçhizleri korkulan taş devriydi asıl hikmetli çağlar meleği iblisleştirecek çapta ferah imkanlarıyla yamyamlıktan başkası değil modern dediğin çıplak ayaklarla sonbahar yaprakları üstünde uçurtma şölenlerinde buluşmaktı hayalim kimsenin kimseyi biçmediği kardeş halklarla kültür şenlikleriyle kültürel emperyalizmin başını gövdesinden aşkla ayırmak isterdim ihtiyar dünyayı bir kez değiştirebilseydim çocuk gülüşleriyle iyileştirmeyi denerdim aldığından fazlasını vermeyi hobileştirmek nükleer yerine fidanlık üreten bir gençlik belki gezegenlere ulaşmayacaktı astronotlar seri ulaşamazdık o çok mühim yerlere belki asteroid madenciliği olmayacaktı belki ama her sabah endişeyle uyanmayacaktık inan buna tırnaklarla kazıyarak, alın terimizle, emekle kendi ellerimizle cehenneme çevrilen sinemizle artık çıkış yok geri dönüş yok biliyorum öleceğini bile bile yaşayan canlı azmiyle yine de yazmak, uyarmak, bağırmak istiyorum argın düşler kayıtlara geçsin hiç değilse KUŞ FIRTINASI toplu intihar eden kuzular kadar buruk kalbin toplu mezarlarda çürümüş yorgun iskeletler sanki ilk cinayetten son katliama kadar evrensel tanık darağaçlarının salıncağında sallanır masum serçeler sedefinin içinde bir inci hep kapanırken kendine ne kitaplar yaktı ruhun sırf ısınmak için bekliyorsun... gidiyorsun sanıyorlar... ve alanında uzman ekiplerce tasarlanan bir dekorasyona dönüşüyor kadim ıssızlık ne kadar yürürsen yürü, uzarsan uza, büyürsen büyü dönüp dolaşıp varacağın yön çocukluğun kokan yer bütün duvarları yakılıp yıkılsa da o ilk evin nereye gidersen git… kaçamazsın içinden… kavuşmaktan kaçamazsın sevdiklerine derin yıldırım çarpan ağacın döşünde çakan ateştin bağır bağır bağırıyor yüreğin… gözlerinde… yüreğin; göğüs kafesinde yorgun bir tarantula okyanusta püsküren lavlarla oluşan volkanik ada kuş fırtınası senin ki… düpedüz düzsüzlük… duvarsızlara çarpa çarpa boşluğu aşındıran doku şimdi neyi susarsan sus atılacak çığlık bellidir geldiğin bütün duraklarda aslında gelmemişsin hareket halinde bir iz gibi ömür parlayıp sönen parlayıp sönen her dem her gün çok renkli karanlığın sahasında bir ev sahibiydin bütün deplasmanlara ve durulmaz; hortum bitse bile hortumun göğsündeki hortum kaybedecek bir maçın kalmayınca yorgun kürede kaybetmeyi bile özlediğin an kanyonların ucunda kendini bırak ve fırtınayı hatırla aşkının insaflı kollarında son nefesini verircesine uçmayı öğren; karış ummanlara ODYOLOJİ boynu bükük kitaplardır mezartaşları okumayı söken arif yüreklere hayır ölüm değil; kesinlikle hep çıldımışçasına yaşamaklar kokturan bir kütüphanedir; mezarlık içiçe aynalar gibi dizili savaşıyor toprağın göğsünde ağaç kökleri maddeye nefes aldıran mana kalbin virüsleri ezip geçen akyuvarlar aşkına sulama kanallarına düşen yavrular hatrına andolsun ki garibanlar sevgi ateşiyle yakacak ıssız kalabalıklarını ihtiyar dünyalarınızın göğü rüzgara boyayan kanatlarca yeri dumana bulayan toynaklarca ummanları tufanlara dolayan yüzgeçlerce andolsun incinenler kazanacak şehadet getiren imanlı gerdanları Allah ekber diyerek kıran münafıklar için cennet ancak cehennemdir; hurileri zebani ve birleştirmek hakikiler mesleği yıldızları galaksi kılan çekim kuvveti kalbimizin kalbinin de kalbinde haznedar rayından çıkmış vagonlar mı Ümmet oysa kapanmayı bekleyen onca deccal üsleri Hürmüz Boğazında çarpışan piyonlar atlı karıncalara dönüşen o hamal sırtlarca düşmanın binmeye doymadığı ayrılıklar düldülü ah mevsimi; kimseler kimseleri duymuyor birbirine kulak vermeler rekoru kırılırken Odyometri; doruğundayken öz tekniğinin Odyologlar dahil hey od yüreklim kimse kimseyi istememek istiyor biz kendi içimize bakalım o dem dervişler sağırlaşmamak için şecere zarına HİRA SAATLERİ kimse sizin kadar sevemez, sevilemez nerede iyilik, güzellik, doğruluk görsem göğsünde rahmetinin kadim nefesi durur içimde kısık kelleler dağlanmış zebaniler içimde katran gibi asfalt gibi bir zehir ruhumu merhametin cehennemine devir rıza verdiğin magmada yanmak ne özel papatyalar çiğneyen yaramaz canlar üstüne her dem yeniden doğan sevdalarım vasiyet gazabın kursağında hür insaflar üstüne galaksi tüten serenatlar kazımak istiyorum karanlığın tahtına en aydın başkaldırı size şeksiz şüphesiz sorgusuz itaat saatleri gök denizde can yunuslar gibi çağlayan rüyalar büyüten ebabil uykusu diliyorum yağmurlar ağırdır dağlardan nahif gözlerden bakmayınca çığın koynunda gürül gürül yanan soğuklar yataklara savrulan tenha bavullar kadar dargın vagonlar, sirenler, ıslıklar ve susmak ansızın esen hortumun usulca göle dönüşmesi bu sazlıklar bu çakıllar bu köpükler ensemin ıssızdı mağarada öyle bir ıssızdı ki hiç kimse böylesine kimsesiz kalmamıştı sonra bir tuttunuz mübarek yüreğinin elinden öyle bir kaldırdın ki hassas özcevherini alemlerin en mahşer marşı kılındı kalbi bebeklerden saf melekler bile yetişmedi bizi de yükselt Rahman biz de öksüz çağdaşların dağında kimsesiz mağaramız çoğunluğun hırpaladığı azınlık kullarınız ahir Bedir zamanıdır bir avuçtur mücahid helak olmasın aşıklar ey Maşuk divanına sunulan aşklar hatrına KILCAL ZARAFET ceylan gözlerinde kuğu masumiyeti üzgün mügeler gibi tenha bir vaha yüreğin bağırıyor bakışlarından ey gidenleri susmaktan yorulduysan bir ihtimal daha var hayat gökyüzünde dinozor uçurmak kadar güzeldi bazen arş şöleniyle buluşan arz ayinlerinde irfanlara vurgundur tevazular benlikten bizliğe hicret gözleriyle gözlerimizin içine haykıran yetim çağalar gibi biraz seccadelerin Kevser sofrası misali serilirken ki o kılcal zarafeti gönlün dilerken doğurduğu heyelan bir Ortadoğu düşün aldığı her soluk ciğerlerini tırmalayan bir tırnak uranyum çekirdeklerine çarptıkça çoğalır seri nötronlar çoğaldıkça zincirleme reaksiyon tepkime patlamaları yaşandıkça hidrojen bombaları enselerin köklerine tıpkı içimiz gibi batarken kana kaldırımların alındaki serinlik gel kaçalım seninle kalabalıkların gitmek istemediği o yere özüne sığmayana gökyüzü sığınaktı bir uçumluk canı var göçebe gönlün bakmaya kıyamaz cesurlar dövmeye doyamaz korkaklar cehennem bile dünyadan temiz mi çünkü tüm şeytanlar henüz burada eyvah tamtakırdır içerimiz anlatılamayanlar müzesinde söylenemeyenler koleksiyonu atan yürekte çarpan yaşama sevinçleri mazlumlarla beraber uçtu gitti “bizi doyurmak için milyarlarca canlıyı feda eden Hakk’a olma isyancı” kendini rahat bırak gökte yüzmeyi öğren YILDIZ TOZU şu iyiliğin güzel atmosferinde hepimize yetecek kadar nefes var soluklandırsın Hû yakında teni toprak olacakların birbirine kibirlenişleri ne hazin ömürleri boyunca kendini kasanlara daha büyük bir azab var mı dünyada zinhar değer kaybettirmez azınlık kalmak yiğitlere varlığın yokluğun ötesinin Sahibi doğruluğu dürüstlüğü çoğaltan erlere dünyayı değiştiremeseler bile verir özlerini düzeltme fırsatı katkı maddelerinin esrarkeşi şehrin insanı salsan doğaya tutuna bilir mi kanatlanır gibi suda uçuşan baraj çocuklarına belki öğrenci ay ışığına ayna duvarda raks eden dalgaların gölgesi yıldırımlardan bir çınar Anadolu kendine yangınçevresine aydınlık lavlardan bir şelaleydi koynun önüne kattığını ummanında zerre eden denize kıyısı olan bir balkona asla yoktu ihtiyaçları hayal gücü yüksek sanatkarların biz kağıttan gemileri Rahman’ın bağrımızda esrarına karışmayı bekleyen sırlar meydan okuruz poyraz ordusuna can kırıklarına rağmen yıldızların kızgın çekirdeklerinden trilyonlarca atom fiziğimizde birbiriyle tohum paylaşan eskilerdi asıl sosyalleşenler ömrünü fabrikalarda geçiren mutsuz hayvanların etiyle beslenen hormonlu sebzeler çiğneyen vah apartman çocukları natürel aşkları ne bilesi MAGMA YAĞMURLARI ruhun bir Nuh tufanı gürler cüssenin kafesinde kükrerken şahdamar piramitleri titrerken mumların mumya alevi dönüşür Musa kalpli asaya içimdeki yabanıl ejderha vahşetin imparatorluğunda ateşte İbrahim bahçesiydin Hakk aşkıyla Ömer kesilen cehennemin cenneti sanki dalarken uzaklara yaklaşan sendin ummanlar doğuran bir içdeniz suskun kimbilir kaç sesin nefesi içimiz şimdi çölde deniz feneri çöker kum yağmurları aşkın büstüne çağın ağında çiskin simyacılar haykırmak isteyip haykıramayan felçli ey fezanın baharı gel de gör bizi durulsun durgunluklar filizkıranı testereyle doğranan peygamberin hüznü dolaşır göğün sokaklarında çatlar iskeletler Kızıldeniz’de Manto’da ölüler düğünü başlar ürpertiler püskürtür yanardağlar çarpışır metafor meteorları çalkalanır kürenin katmanları cesetlerin petrolüyle devranın altını üstüne getiren insanlık ne bekleyebilir kıyametten başka sorumlu, hükümsüz egzozlarla çocuklara kanser bağışlayanlar AŞKIN FESTİVALİ gözlerine kaç geceyi sürme çekmişsin gözlerine kameri güzeylerde şems kılan tabiri imkansız rüyaların aynası yüreğin yüreğin kaç yüreğin bileğinde gezinir sen kaç rıhtımlı körfezsin anılar, yaralar, çöküşler ve duymak suskuların ahenginden örülen mübarek besteni tren sirenlerinde sesin hüzne selam etmiş kumsallarda doğmuşsun alımlı valsler narin esanslar ellerin ellerin kaç bileğin yüreğinde birleşir sen kaç körfezli rıhtımsın göklerinin bağrı kristal döşeli öpülmemiş yüzleri öpülmemiş avuçlarına değdiren çığlık çığlığa çığlar gözlerin gözleri birbirine bağlayan bakışlarda kurulmuşsun hislerin sislerinde sarsılmaz divanın sılan; pencereler önünde tenha yusuftutan nasihatleri neylerin rebablarla feleklerde kesiştiği dalgalarda durulmuşsun harabe şatolarda nefesin baştan ayağa bataklığa saplı masum mücevherlerin felaha çekildiği çöllerden geçmişsin okyanusların bağrında duran kimsesiz bir çöl gibi kalbe elveda etmiş akıllarda solmuşsun sen kaç rıhtımlı kaç körfezli rüzgarsın hep seni aradım Kudüs’ün viran surlarında merhametindi şavkıyan Diyarbekir hisarında şimdi fukara bir ömrün kitabe aralığında çatlar aynanın özündeki ayna kaynar yaranın közündeki yara sen kaç rüzgarlı tufansın sen kaç tufanlı kıyamet sen kaç kıyametli mahşer kaç mehşerli cehennem kaç cehennemli cennetsin eti kemik geçmiyor şu yürek saati o ruhu özleyen milyar can sen kim bilir şimdi hangi ne doğmaz bir ölüm sevmek çilesi MELEKLERLE ALTI GÜN 1 başladı kutsal besmele serinliğiyle yolun yolculuğu yolculuğun yolu birinci gün Münker ve Nekir atıldı tutup iki bileğimden fırlattı içimdeki köstekli saati ışık hızında rüzgarların denizlerle mecnun koklaştığı yamalı kulübelerden geçtik ilk paramparça evleriyle bir köy tüneli ama büsbütün göğsündeki sevinç geçitleri çocukların o solgun ve lenduha gözlerinde bengisu şiddetinde aziz yaşamaklar azmi martıların sırtlarına biniyorlardı köklere tebessümler ekiyorlardı kadim esaslar üzre ihya olan ümranlar alkımlarla çizilen mimarlar saçıyorlardı başaklarda buğdaylar çiğneyen gelenekler çalışmaktan bostanlarda utançtan değil onurdan yüzleri kızaran evlatlar sütunlardan bal emziren doğu ötleğenleri doruklarda dağ içen görünmez misafirler bastığı yeri ayağıyla öpen uğurlu kafileler çelmikten ve sazlıktan kervansaray köşkleriyle halaya duran çağıltılar meltem törenlerinde kan kokulu bembeyaz gelinlikler köknarlarda yırtılan yüreklerden örülen uçurtmalar kurulduk bir bulut kıyısına ben hep arşa hep arştan bakmaklar istedim Tevrat ve İncil ve Zebur timsali Şam ve Bağdat ve Kudüs nehirleri artık yeryüzünde değil gökyüzünde hayatta şimdi koyuntu dehri nasıl da kendi kendini kemiren geometri Münker yıldızlarla ahbab olmuş Nekir yine şemslerin meclisinde içimdeki bağlamaysa hep onların gazelinde 2 ikinci gün bir buzul çağı cehennemi yakıcı soğukluklar donduran sıcaklar geldi Azrail dibinde sevda kokulu sırlar sadrında gür pınarlar avuçlarında sandukalar hazan mazlumlar generali zalimlere muhteşem müjdeleyici son nefesini kusarken kibirlenenlerin sonunu görecektiniz bacaklar birbirine dolandığı zaman yalancıların akıbetini görseydiniz boğazın ağzına dayandığında can yetimleri yutanların halini görmeliydiniz öyle bir kente vardık ki ölümün sıddık meleğiyle katkısız sebzeler kendini yetiştiriyordu ömrünü değil hissiz fabrikalarda sımsıcak doğada özgürce geçiren mutlu canlılardan rızıklanıyordu ahali ne robot kozmonotlar ne uzaylı mumyalar burada insanlar sahiden yaşıyordu aşkları hep gerçek yaraları doğallık en güzel parfümleri kasılmanın kölesi değildi gövdeler dokunsan ağlayacaktı ruhlar insan kurnazken bir hiç siz hep onu dirlik alan bildiniz oysa uyandırandı Azrail uykunuzdan öyle şefkatliydi ki Rahmân evliyasına en sevdiğinin verdiği vazife ona mesleklerin en sevimlisi Hüthüt gölgesinde Ashab-ı Kehf kıtmîri ardında Şuayb kuzularıyla Salih devesi kudret deryasında kanatlı yunuslar yüce dallarıyla bir sancak ki helak olmuş beldelerin imrendiği arzda örülüp sanki arşa eriştirilen şehir prizmalar sağdım ses kemiklerinden isli bir bilek gibi sallandı yürek uçtuk gittik kentin labirentinden 3 tapılan putların dile gelip Rabbini birlediği devirlerden geçtik anahtar deliklerinden sızan bıçakça ağır bir yel gibi ben ve Mikail hortumlarla yıldızların heybetli Kahhar korkusundan sağa sola kaçıştığı fay hatlarından haşyetten düşen kayaların parçalanırken ki toz bulutundan yepyeni bir coğrafyadan geçtik görkemli yapılar içtik ne çalkandık gökdelen piramitlerden ne küçümsedik kerpiç salaşları marifet nerede bildik hep bildikçe bilendik kara bulutlar altında toplanan helak edilmiş kavmin tuzunda şimdi ne dersen de her doku mahrepli sımsıcak çörek kokusu siste hayalet yel değirmenleri döner Sübhan diye diye ah bulutları doğurur İnşirah dağı dönüşür can kubbeler gezegenlere çalkalanır görsen köpükler gibi uzayın deniz yıldızları melek ordusunun kumandanı Mikail yağmurlarla rüzgarlardır zor sırdaşın ne bahtlıdır sana dost olan ne talihsiz düşman kesilen unutabilir mi hiç Bedir ve Uhud saati Hakk’ın yüce dostu aşkına savurduğun abidevi endamı ey koca elçinin göksel veziri ey Tahiyyât ile şereflenen kişi ummanlarca dalgalanan bir sancak şimdi yürek onu dikmeliydim aşka tıpkı kamere bayrak diken uzaylıların cezbesinde hayır çok fazla daha ötesi Mikail depderin iğne deliklerinden geçirdi göklere sığmayan sır ipleri tuttuğu kadarını tanıyabildi aklımın fikirden elleri 4 sıvının sıvısı gaz ve gazın katısı sıvı saf topraktandı Adem kaburgalardan Havva Hüsûf ve Küsûf ve Hârut ve Mârut meleklerle namazlar kokteyli dördüncü gün efsun kokan demlerdi koku ve tat ve his körlüğü pelte kursaklarda kimsesiz ahtapotlar öyle bir şehir ki dördüncü gün bereket sırtını dönmüş başaklara araflı alınların yüzeyinde Yakaza kaşmer yürek yaramaz çocuklar sanki toprağın göğsünde ilham olmak isteyince soytarılara imparator argın padişah tıpkı ölü deniz bakınca boşluğun içindeki boşluğa dalgalar kum fırtınası sisten tarlalarda efsun rayihaları kartal kanatlı dinozorlar taraçalarda fil hortumlu ejderhalarla savaşlarda devriliyor gökdelen putları yanıyor ceplerin kağıttan sanemleri betonlar bahçeye dönüşüyor buzullardan fışkırıyor volkanlar çöllerde amazon ormanları berzah alemini haykırıyor hayatlar mecazlar uzayında semboller ziyafeti çığlık atan sessizlikler koleksiyonu ezgilerden örülen fosilimsi tuğlarda meleklerden büyüler öğrenen şımarıklar terörlerin emzirdiği kancı töreler sonra gelip çatacaktır kutsal pimanlık günü zalimlerin cehennemi mazlumların cennetiydi umutma diyor yollar yolculara hey asla çıkmaz raylarından dikey adalet treyleri 5 henüz kesilmemiş saf sütten emekleyen o gezegenlerden önümde bir Samanyolu şöleni işte beşinci gün ve Cibrîl saati balinada Yunus geometri ötesi sütunlar saçan filizkıranlardı dizginlerimizde mermer Burak bindik bir fırtınaya uçurumlar çiğnedik İdris ve İlyas ve Elyesa denklemi Zülküf dağında Zülkarneyn atlası evliya duyuları sağır eden zamanın Bedir kuyuları hüzün yazgı yazıtlarında engerek hazanları Musa ve Harun ve Kudüs fatihi Yuşa fışkırır ruhlar şehrinde aşkın on nehri öptüm ibibikleri kanatlarından Cebrail cübbesinden arşa serildim dua kılan adamlar silüeti taçlı hatun gölgeleri mescitlerde kabuslardan örülen tapınaklar berkiten senin aziz suların benim yar saatlerim selaların yankılanırken ki yetimliği kazınsın antik alfabeler gibi vicdanların şu hantal atmosferine yağmurlu mezarlıklar kadar buruk sağanaklar sağdık Cibrîl dostluğunda yarılan kayadan çıkan mucize selam Salih peygamber devesine ihtişamlı Süleyman kuşları kursağımız şerefli cennet komşuları birlik müslüman cin kardeşler her yöremiz yüzüyor göklerde bakır akrepler yürüyor çayda çeyizlerle hacimler Bermuda Şeytan Üçgeninde devasa dalgalarla boğuştun durdun Eyyub sabrıyla sağlam sütunlar diktin dilsiz Davudi seslere karışan Lokman hikmetler Ashab-ı Kehf duvarlarında yankılanan ruhlar bir Üzeyir kılıcıyla doğranacak Gargatlar kutsal cihad günü gelecek dile dağlar taşlar irfanlar saçacak alim İdrisler aşk yeniden kınına sığmayacak 6 ince evraklarda kuş tüylerinden damlayan şifrelerin burcuları ve altıncı gün İsrafil mevsimi aniden çatıp gelen Sûr saniyesi orada boşluğun göğsünde mimar çizgileri burada dilim dilim yeşeren devrim şurada mürekkep çiçekleri baygın kırıldı kadeh 1440 yerinden kırk yerinden çatladığı güne hasretle Ad ve Semud ve Uhdûd ve Nemrud Firavun ve Karun ve Haman ve Ebrehe Sodom ve Sebe ve Eyke ve Karye bir ses bir yağmur bir tufan yeter elbette batılı anında yeryüzünden silmeye denizlere fısıldıyor iyi adamlar körfezlere kitaplar okuyor iyi hatunlar anneler çocuklarını lifliyor sobaların yanında ve naylon leğenlerde güneşte ısınmış su bidonlarından bakır tasta sevgi dolu zemzem sularıyla ve koca Dicle kıyılarında bölüşülemeyen tarla sularıyla bilge Nil civarında uğruna kan davaları bereketler ki paylaşılmadıkça hafifleyen tenha heybelerde dargın boşluklar Mesih mevsimi, Mehdi saati İsrafil ile Sûr ki ney ile semah evliya ruhların aşktan Kâbesine çocuğun rüyasına şeref verdi Geylânî mübarek kadırganın üstünde levent bir endam şelaleler timsali bembeyaz cübbe sarıldı sapasağlam iç içe geçti kemikler Hakk dostu meleklerin pak solukları doldurdu tabiat odamızı selam sana Gazâlî yürekli asırlarca beklenen hayırlı postnişin üfle Ahit burculu asalara yeni bir anlam kat İsalara öyle bir dönsün ki zemheri ilkbahara Alemler Gülünün esansı duyulsun uydulardan TRUVALI HELİN yüzün gökkuşağı / kader yağmuru yüzün olgun aynalar sert duvarlarda birikir mezarlar sarp doruklarda saçlarında çocuklar saklambaç oynar içerin nasıl da şarapnel çukuru kalbin ayçiçeği / kök gürültüsü kalbin harap mızraplar bağlamalarda gülerdin Helin derdi dağlar taşlar gülerdin / çöller göllere dönerdi bir tenha küheylandı burağın arzda kanadın kesilirdi altındayken uçarcası gezerdiniz buzulda gördü mü yerinde hiç duramayan yetim yüreğim gibi uçuşurdunuz Helin derdim / içini göğe kazırdım Helîn derdim kışlarkuşlar kokardı bakışların kızıl Mars tutulması kanlara bulamışçasına hilali kelebekler kükrer / palmiyeler üşür tıslar tavşanlara çıngıraklılar Truvalım bir ışığı çoğaltır durur ellerinde masumluğun fil dişi ellerinin kınasında çağlayanlar ellerin nur ellerin nar ellerin uzardın / kısalırdı zor mesafeler uzardın gittikçe yeşeren Sırat sanki kıldan ince kılıçtan keskin nefesin can toprağında göz yağmurlarıyla serpilen öyle bir lale ki kıdemli sevda sultan zambağına çevirir sonunda için / çığlık çığlığa erdenlik filizleri için masumiyet günleri zamanda gözlerin merhametin melikesiydi Helin diyor poyrazlar kasırgalar Helîn diyor deryada susuzluklar göklerden serpilen karlar yanıyor bağır kafesi yüreğe dar geliyor gelseydin gitmeseydi bitmeseydik tutuşsaydık ağarsaydık açsaydık dağlardan püsküren lavlar üşüyor özlem gayrı bekleyişe sığmıyor SUSTALI USTURA vahşi güzellik yurt edindiği o sabıkasız yüzde kök salarak püskürttü kalbi leylak şehvetine bulutsular çağlayan kör gecenin oysa bendim taraçalardan süzülen duvak bendim köpükten uçurtmalar çocukluklara bendimi yendim çiğnedim etlerimi güneşe serdim bilendim dönüşene dek sululuklar susuzluklara bereledim tartakladım çitiledim dinmedim katrilyon kameranın işte tam ortasında insan insanı görmüyor artık Leydim hızla giden arabalardan hırsla uzayan lenduha betonlardan derin korkularda kentin insanı izdihamın olanca kaosunda devamlı dualarda bilinçaltı uğramamak için hazla çoğalan azgın kaza çeşitlerine çağın en tımarhanelik yaşında kurtlu dünya soycular kadar soysuzunu görmedim tırmandım, tırmalandım, tütsülendim yaldızlı göklerin gölgeliğinde kösnüyen bendim Meteor Yağmurunda Perseid’in göğsüme gömülecek bir yer beğendim göğsüm ki tıknaz kabuslardan arda kalmış donanma göğsüm ki şahına kadar başkaldırı zağlı yoldaşlar zarplı boykotlar arasında en felaket devrimdir inanan yüreklerin aniden öpüşmesi roket sağanağında oysa usturalar dilsiz cellatlardı gözlerin gözlerimdeyken birden susması bütün yaprakların başlayınca türbendeki hışırtı büyür döşümdeki sustalı HÜCREME HÜRRİYETSİN taşlı dar bulvarların geniş gülüşlü saf yavrularına düşünü çizmek senin saçların lal gözlerin lal yüreğin oysa vakit namlu vakit tenhaya gebe insan severken nasıl namuslu ve ne çok dürzü ürkek bir maralı paramparça edip ardına bakmazken cevherine en fazla cevherine duru, argın, ceylansı vurgundur oy kaşmer yürek öğütlere uyacak hal değildir ekmeğim, emeğim, tuzum geçmez hıçkırırken kursağımdan haşin celladından namert gurbetin sızlanacak gün değil vuruşacak zamandır vuruşmak dürüstçe vuruşmak şereflice dik alınlarla korkak çoğa karşı cesur tek vurulduğunu bile bile mazlumlar aşkına siper almak kitapsız vicdansıza imansız yılanlara indirmeden mertliğin façasını budur onurluca yaşamak budur bakışlarında dağılmamın sebebi bin yıllık su değirmeni yiğitlerin kıraç damarlarında tozan kadim candaşlık Hızır duasıdır ninelerin ninnileri öyle rahat sönmez sevda kandili delikanlı topraklarda çatmadan ecel nefesi gevherine en çok da gevherine yumurcak serçeler dolayayım avluda dut tandırda buğday kokusu koynun sen hücreme hürriyet ölsem ölmem bizi KURŞUN TADINDA göğsümden kopmak isteyen düğmelerimin başı dumanlı kavrulmuş kaynata ciğeri kavrulmuş bebeler yokluktan mermiler namlulara sürülmüş merhem gibi haydutlarpusulara tünemiş sırtlancası aldırmaz Rubjerg Feneri yılların erozyonuna hep mecalsiz denizcilere ümit işte seni öyle sustum asırlarca tamtakır kalmanın pahasına kumdan kaleye dönüştü içerim tütünü sıvazlayıp koklarcasına belalı bir puhunun alnını okşarcasına hovarda fidanları öpüp sararcasına ağrım filinta yorgunu bağrım nasıl da rıhtım beklemekten habersiz yüreğini karakteri tebdil kıyafet bukalemun kurnazlar çağındayız sürûrun, kızıl ve asi sürûrun sapına kadar riyasız nasıl söylesem korkunç güzelliği uçurumların bakışın çakır bakışın çakmak çakmak bir damlası yeter görklü yangına mahrem gözlerinin magmasında divane firari genzim karadelik gibi derin mahcup gözlerinin kubbesinde köz köz izmarit izleri yorgun Deve Hamamı mazinin hayalet pusuna gebe kasnaklar üzerinde canım sekiz köşeli suyu devadır yüreğin gibisi desteklerin gayrı dizleri tutmuyor köşelerde uzaktan seven çocuklarcası Fırat ile Dicleyi kendinde kavuşturan dile gelsin Basra körfezi gelsin ki şahid yazılsın alın yazgımıza Anadolu FOSFOR YAĞMURU ölümler kokan Dicle yorgun onca öç onca savaş onca acıdan sonra çözülür Ararat dağılır Munzur coşmadıysan taşmadıysan aşmadıysan bürünür sislere Turcel düğün günü vurulan körpe gelinler gibi gayrı figanlar bile kocadıysa şimdi söylenecek en güzel türkü barıştır şimdi yazılacak en civan gazel kardeşlik kendini parçalar Mezopotamya matemler düşmek ister yakamızdan iki avuç arasında çaresiz çömelmiş tüten yüreklere vurgundur kahır çetin imtihanların ağarmış toprakları feryatların kültüre dönüştüğü coğrafya bir yazgıdır ayrılık buralarda bağdaş kurmuş divanlara kadim garibanlık işte böyle bir umman içinde nefesinin izini sürmek asırlarca mahsur kalmış susuzlar timsali çekiç çekiç çağlar küheylan Fırat süzülür nazenin Nil kaburgamın mücevher kemiği sızlar çatlar durur bir hasret bağrın çakmak taşında sevdanın yollarında ezilen emekçiler birleşir ahraz boykotlarda aldırmaz Leylâlara karşı vadilere oyulmuş yetingen evlerde Nebî hazretleriyle Aişe anamızın kördüğüm vefaları düşü delikanlımın eflatunlar maviydi ebabil göğümüzde hele damlasın sesin ve sessizlikler bile goncaya durur pekmezli karlara yumulur ocaksızlar yeşerir kor çakılar haydarın bağında durulmaz Karacadağ kesilmez Van Denizi evleri sahra basar dinmez gönül kanseri SATIRLARIN SADRINDA ceylanın ırmağa uzanışıydın başbaşa kalışıydık kuğuların nereye gidersek gidelim hep başka bir yerlede çok daha güzel ömrümüzün olma ihtimalinin verdiği çılgıncası o hicret hissi göğsünde yelkovan sesleri perili şatolar mezarlıklarda fayanslarda beliren korkunç yüzler tavanlarda kuzgun kahkahaları şimşekli gecelerin cadılar kurultayı iskelet kadehlerde baygın kan şarapları budur ayrılığın attığı düğüm içerde gurbetimin ruleti kalbin kendine sorduğu cevaplardın bakışların dalarken uzaklara dalarken; ummanda yunuslar sanki ulu ruhlar nasıl da dalgıç Kudretullah deryasında sütunlar ki çile tuzundan mermer mermerler ki tatlı sularda bronz içlerin göklerinde Kamançe figanları suyun susayışıydın susuzlara boraların dağılışıydın alabroslarda güzeyler törpülerdin suçsuz aşklar işlerdin çağalara var olan O’nunla var yok olan O’nunla yok Allahsız ne varlık var Allahsız ne yokluk yok ölür gibi yaşar gibi bilirdin yakîn tek bağımsız Sübhân her şey bağlıdır kutsal iradesine olmayacak olan olmayacak olmayan kadim sakinleriyiz kün bahrinin içimizde kasatura sessizliği jilet yağmurlarında yüreğin yumruk gibi sıkılışıydın bir düştük uçtuk gittik KIŞ DALGASI boş kovanların başı dumanlı boş kovanların yayılır namlulardan ağır tütsü tütün tarlası ateşe verilmiş bıçak sırtında denge aynı tende iki can alnımın çatında mermini taşırcasına tutukluk yapmaz yürek kralına değin vurgunsa sedef bulutlar niyaza durur uzaktır türkümüze uzaktır bir başına neşemize pistonlu müsteşarlar banknotun baronları kıvraktır Cânâ omzumuzda ötüşen ebabiller filinta tetikler ki el pençe divan önümüzde aygındır bazilikan camilere dönüşen tapınaklar baygındır gülüşünde yalın ayak sabiler koştursun ensemizde fukara sevdam kıbleye dönsün öpüşür fişekler göğün göğsünde fişek yatakları yetim ve çakırkeyif güllerin dansı başlar seni karanfil dağında nazenin bağımda seni sarıldın mı hakkını verirdin cengaver sevmelerin aynı tende iki can erimek mısralarca can küskün can hükümlü can zemheri nereye göçersen göç hep aynı fezayı soluyacaktık buz tutar dalgalanan visalimiz dişlerin Albatros seni deniz beni kan tutar VATAN MARŞI bir vatan özlüyorum yere düşen ekmekler öpülsün başa konsun çocuklar akşamları sokağa çıkabilsin bebek gülüşleriyle gecemiz de şenlensin bir vatan diliyorum şairlerin emeği zinhar boşa gitmesin kentlerden köylere göç yoğunluğu yaşansın ağaçlar, hayvanlar, insanlar katledilmesin bir vatan istiyorum kimse aç, susuz, evsiz ayazlarda kalmasın yetimhanede yetim canlar unutulmasın kimsesiz ihtiyarlar aranılsın, sorulsun bir vatan susuyorum fırsatçılar el-Mâlik mülkün stoklamasın ahbab ahbabı aldatmaya kafa yormasın en güzel uyanıklık; masumluktur, bilinsin bir vatan arıyorum tüketim değil üretim yaşam tarzı olsun herkes helalinden evine ekmek götürsün insan insanın namusuna göz dikemesin bir vatan seviyorum faizden, kerhaneden, hırsızlıktan kaçılsın kumarın kurumları vakıflara dönüşsün kimsenin kızkardeşi mal diye harcanmasın bir vatan ağlıyorum devlet kapılarında analar ağlamasın kan davaları bitsin; yiğit zalim olmasın şeytanlara kölelik devri sürgit son bulsun bir vatan soluyorum dürüstlüğün, doğruluğun rüzgarları essin iyiliğin, güzelliğin ayçiçekleri yeşersin bencilliğin, kötülüğün hep nesli tükensin bir vatan kazıyorum kalplerin kalplerine çakısıyla hikmetin kardeş kardeşe namlu değil kucak uzatsın sıvasız hanelerin bağrına matem düşmesin HİJYEN NÖBETİ ejderha kanatlı dinozorlar dev yarasalar gök denizinde haykırmak isteyip de hakıramayan feryat çatlatır duyuları gümbür sessizliğiyle ruhlarda parazitler savaşta akyuvarlarla vuruşur kuzey ışıkları obur karaltıyla çarpışır sürüngenler toprağın döşeğinde lavdan kıskaçlarıyla cehennem akrepleri cennet yengeçleriyle göğüs göğüse keskin zakkumlar ihtiyatlı duyargaçlarda dekor seyelânında hipnotizma notaları okyanus evreninde uzaylı ahtapotlar dans eder terörden fener balıklarıyla Hevsel cennetinde süzülen şahinler öpüşsün seher rüzgarıyla nefesi ciğer kokan çocukluklar uçuşsun yokuşlarda bir ben ki bendedir bende benliksiz bir sen ki sende sendelemez sensiz rengarenk denizatlarına biner düşlerinde çaylak yarışmacılar pamuk şekerlidir bulutlar suçsuz güzbatımında rahipler manastırda hep ortaçağ ruhban kült tüccarları gibi ortadoğumun savulun pasaklılar, hijyen sırasıdır Meryem gülüşlü kızların Muvahhid Devrimi yakındır tenyalardan arınmış doğallık zamanıdır sadece Saadet Asrı tütecek olan bakterilere ölüm antikorlara doğum TOPKAPI SAATİ Payitaht Güllerine ithafen… I. Avlu yağlı kementler zağlı Cellat Çeşmesi şifreli usturayla kazınmış suçlu kelle Saltanat Kapısında adaletin sergisi bazen semiz günahın işte Saray-ı Cedid bir cin mezarı gibi ürkünç Aya İrini çevresinde nazenin saray atölyeleri Bâbüsselâma durur iki büklüm cevherim Fâtih’in yadigarı günler yâdıma gelir yalnız Hünkar yontları sığar bu mert kapıya arşivlerdeki kadar civan heybetin vücut buluşuydu Bâb-ı Hümâyun yüreği açıktır zulme uğrayan herkese mazinin fettan günün pişman mazlumu olsa bile II. Avlu işte Divan Meydanı ulûfeler yağdırtan kadim cömertlik galebe divanlarında başlar zarafet gazâsı parıldardı avluda Sadrazam kavukları Adalet Kulesi tavlı Divanhane yoluna konmuş öter selam taşları lâyihalar sunulu arz odalarında sallanır adaletin kılıcı Adalet Kasrından mahcup boyunlara salınır zülüflü baltacılar koğuşunda saray mutfaklarında Akike kokuları Sancak-ı Şerifler serdarlara yeni teslimleri bekleşmekte Saadet Kapısında III. Avlu dört burmalı sütunlar Baldaken tahtlar aşkına Enderun avlusunda Has Oda nağmeleri Mukaddes Emanetler sığmayacak kadar görklü engin yapılara işte hazine köşkleri kale içinde kale gönül dibinde gönül Arz Odası önünde lezzetli şırıltılar fenerli tercümanlar üstünde çevik Saltanat Tahtı sedeften, fildişinden işte Enderun kütüphanesi nakış nakış külliyatlar dizili masum dolaşır Fatih Köşkünde cesur yankılar terütazedir henüz Yavuz Sultan Selim mührü firuze mücevherler mücevherden vitrinler gürül gürül şamdanlar hazine koğuşunda Harem-i Şerif puşideleri aydınlık bir karanlığa boğar ipekleri şadırvanlı sofalarnasıl da bebek yüzlü ey kapalı kapılar açan bize hayırlı kapılar aç Kuşhâneler ambale aynalı tonozlar ihtiyar şimdi hükümdar sediriyse dipdiri Sultan Murad’ın gümüşler üzerine altın yaldızlı Kilerli koğuşunun iç çeken kaşlarında emek kokan çehreler belirir durur padişah portreleri hazan payitahtın özüne kıvrılmagünüdür toprağın sözünden çıkmayan gülün toprağın sözünden çıkma günüdür duyabilen ruhlara haykırıyor Peygamber kılınçları çöken yıldızları çeken kara deliklerin gama ışınlarında tarihi bükme vaktidir IV. Avlu çift sıra sütunların engin revaklara dizildiği antik bahçe dile gelir Mermer Sofa güzü güzideliği güzelliğiyle Erivan bergüzarı Revan köşkünde tinler yâr sekizgen köşeli salınır Bağdat köşkü aşkın topraklarında çinilerin döşünde nabzı atar tevhidin eyvanlardan pencereler fırlatır ateşten oklarını narin sevgililerin masum bakışlarınca nişler elpençe durur ceylan derisinde ince nakışlar ve aniden uçacak gibi kuş figürleri tombak kafesli top askı gümüş yürekli mangal İftariye Kameriyesinde hazin besmeleydin için dört mevsim mahzun mehtaplık bense Sofa köşkünde Osmanlı rokokosu mücadele yıllarının hüzünlü payitaht sokaklarını birdenbire hatırlatan Mecidiye Kasrında tütünler sardım tüttürdüm ufuklara bakıp maziye daldıkça tüttüm kuruyup çöle dönen bir göl gibi kalbim nasıl da Aral nasıl da hasret güne omzumda damgalı neslin aşı izleri ruhum sığmaz ruhuna Haremi canhıraş bir gazelseli basar aralanır Cümle Kapısı matemli nefesler yüzer Veliaht odalarında pencereler içinde nezih çeşmeler oluk oluk kan kusar HÜMA MEVSİMİ mermilerden bir tesbih çeker yorgun yüreğin alınteri karışmış fağfurlarda atar ecdadın nabzı bizi böyle derbeder bırakıp gitme Hüma bizi uçurumlarda böyle sarkıtılmalık sen ki zayıf kuşları yutan yırtıcıların korkulu rüyasıydın kadim amazonlarda tiranozorlar gezer antik kayıplığında bizi böyle fersude bırakıp bitme Hüma sen ki cennetin kuşu kuşların melikesi berrak kanatlarında ehvenlerin ahseni boya gökkuşağına uçuştuğun gökleri körelmesin rengarenk ıssız umularımız vaktin ihtiyarında yetim ve garibanız vaha içinde sahra içinde vaha içre kısraklar bünyemizde koşturur yarım kalmış şanlı tarih timsali bizi böyle umarsız bırakıp ötme Hüma tozu dumana katan yıldırım toynaklarla kalkan gibi bilekler kopan tekbir sesleri vadilerden akın akın çağlayıp da coşan muvahhid nefesleri tevhid türküleriyle dalgalanan depremler akışan fırtınalar tamudan kanyonlarda gidişin kıyametim bizi böyle kabristan bırakıp gitme Hüma ÜÇ VAV içten içe çürüyen hınçlar karaya vuran deniz kabukları evini can yoldaşı edinen yoldaşlarına göre şekillenen vefalı keşiş yengeçleri kalbin içim nasıl da kazaziye üç vav gibi birbirine kenetli bir gezegen olsaydık seninle aksaydık kendi yörüngemizde sevdamızın meyvesiyle daireler aynalar birbirine yuvarlaktaki kadim sır semahların cezbedeki esrarı vurur rıhtımlar denizlere dönüşler geçer durur kendinden tekrar da bir varıştır bilenlere duruşlar da gidiştir bil gidişler de duruştur bu dergahta akışlar da yüzüştür gökte yüzüşler de akıştır suda susuşlar da susayıştır çeşmede susayışlar da susuş çöl gölünde kenetleniş ne büyük yolculuk benlerin eriyişi adeta biz labirentinin karanlığında bir karanlık ki baştan ayağa nur aklın şimdi dönen bir topaç çıldırışların arenasında şimdi en emin liman vicdanındır ve sığın dur sığmayana bir an saati durur şimdilerin toplanır çemberlerin sofrası SİYER MEVSİMİ asıl şimdi ıssız Tihâme çölleri âlemi bağrı yanık bırakıp gittiğinden beri sadıklara şahid Akabe körfezi şahid peygamberlere Usfân vadisi acı Tifle kuyusu tattığından beri mübarek yudumu yüzyıllardır nasıl da tatlı bir de göklerden bak Mescid-i Haram nasıl da atan beyaz bir yürek kalbim Şuayb mağaraları fışkırır içimde on iki pınar çağıldar sesinde mazlum on iki imam ham taşlardan bir Musa mahareti vadideki sunak dağlara yontulmuş heybetli evler şimdi bir mezar gibi miras ibret-i aleme kurudu tapılan Eyke ağacı kahroldu yedi fal okları yerinde yeller esiyor putların şimdi bir mezartaşı Petra yeşil demirli cami pencereleri zıvanadan çıkarmaz aşk kendini Busra serinliğinde hacılardan gelen esans kokuları çağın erdemliler sözleşmesi saraylar sarayı Nur Dağı tahtların tahtı Hira bizim kahramanlarımız pelerinli değil sarıklıydı zırhlı değil cübbeli sonuna kadar Rabbine güvenen Ahbeşeyn Dağının Ninova Cinleri alır Resulullah duası Mirac kokar rüzgar vadiler, koylar, semalar sırlar sırrının beşiğinde aşkın son sedirinde gönül gördüğünü yalanlamadı gönül gördüğünü yalanlamadı gönül gördüğünü yalanlamadı Biat Mescidindeki kadim tablet kadar yetim şimdi yorgun yüreğim girdiği evi mabed kılan adamlarca yükselen çadırlar aşkına çalkalanır Kudeyd vadisi sevilmekler boy atar böylece kazandılar alemlere rahmet güle dost akşamlayanlar selam Uhud dağına selam Fuad Dağına selam Bedir kuyularına yetim bir hüzündür Ebvâ serilmiş soframızın göğünde dokunaklı Ayneyn tepesi umudun yorganına sarılan yüreklerde Takva Mescidinin sarsılmaz ilkliği yetimlerin en güzeli satın almış arsayı iki yetimden Mescid-i Nebi için Hakk hükümranlığına ne muhteşem bir bürhan Kıbleteyn Mescidi gazveler ve keşif seriyyeleri sadakatin başkenti gazâ meydanlarıydı aşkın kâbesi komutanlar komutanı Resulullah toprağa düşen bir kozalaktan kocaman bir âlem yaradan Allah tarifleri aciz bırakacak kadar sonsuz büyüktür akın akın melek ordularının indiği görklü zirve dile gelsin de sarsılsın göğümüz Rabbini zikreden rüzgar sesleri görsel bir ziyafet kum taneleri Arafat kokan Üveys hırkası şahlandırır gurbetlerde hasreti abdullahların kökten doğruluşu haccac-ı zalimlerin elim sonu kadim bir sancaktır Ariş Mescidi vakarlı minareleriyle hatırlatır mübarek şehadet parmağını heybetli hünkarımızın Uhud dağı sever bizi biz de Uhud dağını insan bir dağla kardeş olur mu hiç kardeş dağlarımız var bizim kardeş ırmaklarımız kardeş yıldızlarımız göklerde dosttur cümle âlemler daim Hakk dostlarına haykırıyor çağın abdullahları okçular tepesini terk etmeyin kanmayın o deccal saatine işte aslanlar gibi Hamza Mescidi üfler durur sırlar sırrını hurmalıklarda şehadet kokusu kırılır Fadîh beytinde bütün şarap testileri düşer Marid kalesi Ahzab gazvelerinde bir yokuştur yaşamak hendeklerde akan cennet rüzgarı korkudan ağza gelmiş kalpler düşmanın kalbine kazınmış panik Safrâ ile Bettâr en önde bir anıt gibi yükselir Hudeybiye mazinin mübarek sesleri uğuldar sımsıcak atmosferinde selam olsun biat sıddıklarına Necaşi ve Haris ve Münzir Umman krallarına boyun eğen hükümdarlara selam ve başkaldıran firavunlara lanet efendimin rahmet mektuplarında oysa felah reçetesi cihanın mübarek mancınıklar ne sanatsal deşmişti siyonist Hayber surlarını bir nefhada sevinen hurma bahçeleri göklere yükselen sancak yankılanır Mûte zaferi Zeyd ve Cafer ve Revaha rahmet eylesin Rahman ve işte Seyfullah orada ellerinde dokuz kılınç kırılan hüzünlü Uhud gününde hakikatin safında olmak ister gibi vuruyor hakkın hasmına Diyarbekir’in Süleyman mabedinde yüzyıllardır akan bereketli sular Halid’in şehadete olan cezbedar sevdası sanki dönüp dönüp vuruşanlara tozu dumana katanlara selam hak için durmayanlara Kureyşliler sana verdikleri sözde durmadılar seninle yaptıkları sağlam anlaşmadan caydılar kınından sıyrılmış dolunay gibi şakıyan zağlı kılınçlar uzaya uzanan bir sancak sanki mübarek fetihle Mekke serden geçmiş beş birlik beş koldan akıyor cihad nehri mükerrem sokaklarında işte aşkın asâsı işte devrilen yüzlerce sanem çünkü bir kez geldi mi hak bâtıllar yokluğa mahkum daima cahiliye adetleri şerli kan davaları saptıran cümle bidatler şimdi kutlu ayağın altında şimdi aşka her yatsı Kadir Gecesi bir çığlıktır Huneyn vadisi civarında bir avuç ashab kalmışken bineğini gavurun üstüne süren Resulullah O ki alemlerin en cesur Abdullahı bir ay mesafedeki düşmana korku salan kalbini tam kaplamış Allah sevdası aşkın evine dönmüş cihad meydanı mübarek avucunda gülleye dönüşen çakıl taşları yağarken üzerine düşmanların savaşın seyrini değiştiren mucize aşıklarını yalnız bırakmaz Hakk iniyor görülmemiş melek orduları zaferler zaferleri kovaladı kınından sıyrıldı Huneyn Günü ne güzel bir şahid Hüda Yolu ne şanlı bir fetih Taif Fethi cesaretin nişanesi Tebûk Gazvesi esaretin hengamesi bitmekteydi putları patlatma seriyyeleri bir öğüttür şu çağdan bu çağlara bir peygamber bir sıddık ve üç şehid Salih’in kentlerinden geçer iken konuştu Rabbini en çok seven Yürek hazretleri “nefsine zulmedenlerin yurduna ancak ağlayarak girin ki onlara isabet eden musibet sizlere isabet etmesin” kaybedecek neyin var zincirlerinden başka ey çağın müslümanı işte Saadet Asrı işte zekat memurları işte adil yasaların yargıçları kılınçların gölgesinde gör orjinali gör olman gerekeni Sevr mağarasında örülen ankebut ağlarının üstünden henüz on yıl geçmemişken kadim İslamiyeti koca Arab yarımadasına hakim kılanı tesbih et Sevgililer Sevgilisi ki unutma vefat vaktini maziden son anlarına değin damarlarında dolaşan zehri yine bir yahudi etlere zerk etmişti suya dalan mübarek eller kademli vechine sürülen ölümün sekeratı vardır ölümün mukaddes yolculuk nereye Er-refîki’l-a’lâ! kim Rahmân’a tapıyorsa bilsin ki Rahîm ölümsüzdür evet Hû gitti ama sünnetiyle yanında gibi hicrî 1440 yerinden Hakikat Medeniyetinin emin yiğitlerinin ölmeden ölmeyenler dirilmeden dirilemezler BEHRAMPAŞA muhteşem Selimiye benzeri mimari Mimar Sinan üstadın ustalık eseri sekiz sütun gövdesine taşlardan birer kördüğüm atılmıştır sanki kimsesiz Suriçi’nin dilsiz sokaklarını bir şölen yerine dönüştüren incelik eksik olmaz rahmetli avlusundan çocuklar, kediler, kuşlar, böcekler gelin bir de buradan izleyin gelin haşmetli İslam medeniyetimizi karnaslarda Süleymaniye ihtişamı kitabelerinden belli Sahabe şehri minberinin külahı çiniyle kaplı kapısında bir şaheser su mermeri satranç kufiyle yazılmış dört koldan semah eden Habib-i Kibriya isimleri kuvarsı cezbede kendinden geçmiş İznik çinileriyle kaplı kadim duvarlar mihraplarında saflığın ülküleri kara bazalt taşlarından bir şiir sanki saçı örgülü yıldızlar iç mukarnaslarda döşü geniş kubbesiyle muntazam estetik metafizik gerilimler tozan ışıklarında vakardan metaforlar dimdik sütunlarında sekizgen yapısıyla; hazin yalnızlığıyla âlî devletimizin bir türbesi gibi şimdi diktörtgen boşluklara dolan yaşamak azmi ecdadın ervahını hissettiren külliye geçmişle geleceği buluşturan bir meclis Mimar Sinan’ı Şeyh Galib kılan taş üstünde kalbi Dicle diye çarpan bahtın rüzgarında bir çizgiydi bulutlardan Behrampaşa Cami ÜLKÜMÜZ DEVRİM genzimde bir sergüzeşt koynumun merkezine kadar kıvrılan kanırtan hınzır hevesleri sisleri tırmalayan haylaz açelyalar sensizliğin biz kokan kıyametiyle aşka hadım edilmiştir içimde açılmayan mühürlenmiş mektuplar yağar tırmalarcası sandukamın kürküne gençtim kısrakların toprağa hazla saplanan toynakları kadar gençlikten burağanlar biriktirdim yatağanlarla doğrarcası kara kutusuna kadar ciğerlerimin vurulmak neymiş bildim mahralarda sahralar uzanıyor dünya kıyameti sonuna kadar hak ediyor çırılçıplak armakçılar kirletirken oğuzluğun hisse senetlerini dosyalar artık yırtılmak içindir yargılarından habersiz yargıçlar şimdi haksızlığın ayetleri akıyor budunlar sokaklarında evrenin kurganlar artık çöküşlere mahkumdur kutaylar kervanlarda yeni bir cihanın rüyasını çığırmakta bilge taşralardan çaylak şehirlere ihtar orada bengi yaşamaklar burada tadımlık yalnızca çocuk sevinçlerinin koşturduğu evlerde ölümlerin o yetişkin ağır kulak zarlarını sağır eden şimdi suskun çığlıkları dolaşıyor öyleyse acısını dindirmeli vahşetin bir yağız hünkar korkusuzca herkes beklenenlerin peşinde aynalara bakamadan imgeler alışıktır kırılmaya farlarda pusumda aşiret bozkırları güneşin yerini tutar kozmosunda fantasmalar bir gökçe hicret kadar mevzi tutar sarıklara havlıyor kanişler yağlı köy sabunu kokmuyor yaşayan leşler kentlerde ceset nehirleri yıkılan köprülerden örülen duvarlara üzülme sakın körpe labirent olur buldurur birbirimizi kavganın gümrah memelerinden yaralar emzirdik hep yoldaşlarla kaslarımızı gırtlağına değin sıkıyor kol muskası pazıbentler can evlerinde tamudan yuvalar kuran aşk palazlanıyor çıngarın kanla sulanmış tarlalarında ülkümüz devrim insanlığı hunharlığa neşter kılan huylanan döl döşekleri doğumun görklü kuzey ışıkları altında yepyeni bir doğruluşa gebeydi çapa yapan kadınlarıngölgesinde ter bezinde kundaklar benim yerim ülkümde devrim yıldızlı geceye dönüşür sevgilim ipiltiler esintilerin kanına karışıyor ıpıslak ıslıklarda tezgahlarda işveli ciddiyetler ne denli serpilebilirse som kapanlarda o raddeye kadar kuşmar dağılan nazenin saçların tellerinde yürüyen cambazlar cudam betondan putlara tapan çinko patronlarla haşrolan pazen entariler yağar militan ruhlara dindirmek için hoyrat hırslarını cevherin işte küstah yürekler mutantan recimlerini kör emperyalizmin boğazlamaklar için birikiyor ülkümüz devrime kıvrılıyor devrimlerimiz ülkülere türkülere birleşen düşlerimiz lügatlerde sevmekler yeniden tanımlanıyor durun ve hayatla yüzleştirin çehrenizi oysa haylamaz dibine açan hiçbir domur huysuz langustlar pavkırışlara boğuyor yeröteyi tıpırtılar tıkırtılarla sevişiyor tenha kaldırımların damsız yalpılarında fısıltılar boranlarla can kırıkları karıştırıyor damarlara kalın bıçaklar kesemiyor ince tülleri karıncalanıyor ergen yerlerin yaşlanmayan gözlere küflenmek yasak işte hipnoz edilmiş metropol köleleri tiryaki egzoz dumanlarına özenti vitrinlerde hep janti sömürgeler bir fiyasko gibi geçenlerdir sokaklardan caddelerden bulvarlardan onlar asıl kazananlardı panjurların satır arasında oksitten mısraları sökebilen şairler besteleyecek tutunamayan galipleri kapitalist yaşayıp komünist küfredenler rezaletsel rüsvaylığa mahkumsu sustum susulacak ne kadar kağnı varsa mecnunlar yüreğini tükürüyor sahraya düşlüyorsun eriyene dek beynin kaynayan bir kazana dönüyor kelle tası ışığa yumruklar attıran sendin zarfında güzbatımı fırtınası taraçadan süzülen matruş papatya dansı kardan çocuğa döner cıvıldayan nefesin aynaları sırlayan cıva gözlerin kokar çakılır vidalar derisine şehvetin gün gelir ülkün de devrilir türkü çığırmaya başlar devrimin değişmez sandıklarından doğar ilk değişim alaturkalar alafrangalaştıkça dumura uğrayacaktır çağdaşça şen olası raconlar gereğidir kan damlaları birikiyor kum saatinde tütüyor fişek tarzı miğferler dünya kıyameti sonuna dek hak ediyor bileniyor delişmen pençeler PALAMAR en tatlı yerinden başlıyoruz acıyla uzun bir dostluk için tanış doğmaya tüneller geçiyor ufkumuzun suyu alevcil raylarından avucumuzda elmastan cellat baltaları kafatasları akıyor damarlarından kendine bile hayrı olmayan şıllık şehrin gül kokuyor çekiç sallayan yumruklarımız madrabaz bir duvarı yıkmak isterken ruganlar ve urganlar dans ederdi babam mermere vurur ıslak takunyaları saçlarında abdest sağanakları bakır yapraklar dövüşürken rüzgar anneyle habbeler bostanına serpilirdi şehvetle kovalıyor hırslarını sırtlanlar ceylan derisi koltuklarında işte inanan imansızlar birleşmemek için birbiriyle yarışıyor yaralar fışkırıyor yerküreden yanar lavlar püskürüyor insan dağlarından ergenlerin ezdiği öksüz bir kızancası kızgın mızraklar girip çıkar kaba etin sinirlerine sivri ve ince sonrası yongalı çelenk taçları vapurlar kaçamıyor çünkü palamar kıyısız pektirendazlıkla ayrılmak istemiyor artık hiçbir kıyıdan hiçbir iskeleden hiçbir limandan hiçbir şarjörler şarj edilemiyor şırıldayan damarlarımdan iğneler söken kendim kendinden geçemiyor oysa banklar bankalar banknotlar yakarak fırlatıp boyun bağlarını denize gömleğin ilmeklerini koparırcasına devasa bir gökle içten sevişmek isterdim iliklerime kadar tefekkürler kokturan semalarla aramda semahtan bir palamar feleklerdir benim uçurtmam kendisi uçmayıp içimi kökten uçurtan sonrası ardınsıra Roda MEZARLAR MEZARI her gün yeni bir başlangıç eski günahlar ödevine bir ödev düşün ki verilmeden alınan ısrarla ve hevesle ve hiç usanmadan işte öldüğünün farkında beynin farkındalık sergileyen sinir uçları kasları kasılıyor solgun cesetlerin tabutlar, fetüsler doğuruyor sıkışan gazlar ses tellerini okşuyor dinle kalbim, ölüler bağırıyor toprağın bağrında organlar çürüyor iskeletler, dağılmaya başlıyor üzerinde kemirgen bakteriler seni sana senle sende hatırlatıyor her dem yeni bir başlangıç olabilir istersen gerçek başlayışlara ruhunu gümlet yaşamak istercesine cesedin patlamadan tek bir fırsatın var eni boyu tek iki gün bitti ve elde var bir anla kalbim, son gün, iyi değerlendir dünya ki, aşkını kanıtlama arenası kuzu postlu kurtlar mağdur sürülerde kellelerden kuleler dikmeni bekliyor kabirlerin gömüldüğü kabirde aşklar, nasıl da kendinden geçiyor kemiklerden sıyrılan iliklerin canında çarpışan kudret mührü Hakim’in şahdamarını yepyeniye çağırıyor dalgaların yerinde duramıyor YENİLGİYE MERSİYEDİR YENGİMİZ şimdi kimsesizliğin anıtı Gököz irkintileri Şehzade Mustafa türbesinde asırlar deviren yas yüzyıllardır ağlaşan Ulu Cami şadırvanında hüznün gözyaşlarıyla alınan mahzun abdestler külahtan kevsere inen cayır cayır katreler her taşlığı başka bir matem şölenine dönüştüren şimdi ne desen gecikmiş bir Muradiye saati fildişi kaftanları aşkına hassasiyet müzelerinin sıyrıklar hatrına; börklerden kubbelerin iliklediği ve toylarda oylanan güneş yüzlü hükümler tuğrul ruhlu, akın yürekli hünkarlar hayratına öyle bir hû çek ki bağırdan; dem-i devranı deprem vura zülfikar imanlı yeniçeri gülleri yeniden soylana boylana “baş üryan, sîne püryan”gayrı kılınç kınına ziyan! oysa tam burada; çınarlara, çimçeklere karışmış çiniler buçuk kalmış rüyanın uykusuzlarını çağırmakta ısrarla mükellefiyetler, muvaffakiyetler, mazhariyetler berhudarlar, alemdarlar, mihmandarlar mahareti aleyhtar çoğunluğa yeter güzelliğin azınlığı mümtazlar akıncı canlar bilge hakanlarını bekler fetih meydanında o vakit gün sizin gündüzünüzdür ey Müstahzar gayrı geç ey Muhafız, bahadır ruhlar ordusunun başına serden geçer gibi geç kaçınılmaz kader eyerine yan bakmayasın; ne sağa ne sola işte düşman Gargat ehli karşında vur pençeni Kahhar aşkına, şenlensin çelik bilekler vur mazlumlar hatrına vur, dile gelsin dilsiz gökler yamalı sandukalar, ihtiyar revaklar hep seni hevesi kursağında döşlerin burnunda tüter nezih kalbin dallarında kandillerle duada Emir Sultan hazîresi ve Geylani hazretlerinin sevdası muska bağrında bir mezarı bile olmayan medreselerin buruk hayaleti karabasan celladı olup çökerken sılamızın boynuna gürbüz gürzler, mahşerî marşlar devri gelmiştir şahid İznik surları, şahid Bursa kalesi ikbalin aynasıdır Osmangazi nahiyesi derviş nehirleri ummanlara delta kılan esrarı vefanın coşsun da taşsın Oylat şelalesi gibi hararetler üstüne fetretin bitiş mührü Yeşil Külliye muştulasın müstakbel meşalemizi RÜZGARIN KALBİ kışta açan çiçekler gibiydin Dilbâ kasımpatılardan doğma entarinle çalı kuşları konardı dallarına anadolu buğdayı kokardın sevdayla bağlamalar dar gelir gönül teline saldın mı saçlarını poyraza Dilbâ kuzgunlar dönüşür üveyiklere yağmurun çocuğu Pokut yaylasında bulutlardan bir deniz önündeyiz uçurumda uçurtma rüzgar yüreklim ruhunu sal eyleyip uçacak sanki avcısını bekleyen hazine gibi ezilir bakışıyla kursak çimleri yeşerir kuru kütüklerde filizler evrendin özündeki canlılara kuşatır damarların dünyaları günde yüzbinlerce kez atan kalbin nasırlı ellerinden belli azmin gönül ışımakta gönlünü Dilbâ harab kentte bağrı dökük bina âşık cerrahlarda bulunmaz reçetesi kurnalar, kandiller, dağ yılanları fırtına nehrinde kağıt gemiler derin ormanlarda ay kuyuları adamın gönlünü göğsünden söker kurnalar, kandiller, gece suları bu dermana bir dert yok mu Dilbâ bakışların deliyor değdiği yeri kuzgunlar dönüşür üveyiklere saldın mı saçlarını poyraza Dilbâ bağlamalar dar gelir gönül teline anadolu buğdayı kokardın sevdayla çalı kuşları konardı dallarına kasımpatılardan doğma entarinle kışta açan çiçekler gibiydin Dilbâ İSTİKBAL GAZELİ doğrul, çığ gibi çökse de cümle gökler tepene cehennem olup kudursa zemîn, zinhâr düşürme mübarek sancağı çek, Allah için çek göndere kulak ver, şühedâ kefeni dipdiri toprağı dinle irkil, köklerine dön, dallarını sal ğarîblere sal, huzurla yatsın ecdâd, sal en tekin sipere habîb için sal; vatan, bilsin ki emîn ellerde durma; nerde bir yara görsen merhem ol fevkine dikil; senden de olsa dikil, zulmün üstüne üstüne yurduna sahib çıkmayana sahib çıkacak yoktur işte İslâm kıtası, kahrına taşlar, ne çoktur yürü, yol yürüyenin, kuşan, pusat giyenindir kısrak binenin, söz diyenin, erlik erenindir sen çakıldıkça makber mazine dar gelecektir diril, Allah için diril, mazlumlar mahşerindir toplayacak cüzleri, hilâlden bir sûra, üfle dönsün özüne vücûd; uzuvlar, gelsin dile yapının tuğlaları kaynaşsın tâ temelinden vaktidir, yetîm ümmet, taşmalı beytinden yüreklere; mabetler îmar et ki, yürekten azmini hiçbir pusu çevirmesin emelinden ey şehîdoğlu şehîtlere her gün şâhid kesilen yetmez şehîdoğlu künyen; savul zincirlerinden sen ki üç derya üzre bir seccade; Anadolum çınlasın zerrâtında -sâde Rahmân’a kulum- durumdan değil safından sorulacaksın, etme boğazla güdümleri, müslimsen haykır merdâne nisyandır tercih zulmeti şerîat kamerine eğil, ancak rükûda, cân ver, cânânı verme kıyâmete dek yurdun; çiğnensen de çiğnetme ey Millet-i Muhammed; dön Hakk’ın devletine dön, Allah için dön, çehreni dînin hükûmetine silkin; silkinmeyenler seyre pek müstehaktır davran, değil mâtemler sana rövanşlar yaraşır ARASÂT DEMLERİ 1 ellerinle yıkanırdı sebiller buyrulduğun günden beri torpağa dinmez cihanın şükür salâtı semavat ruhunun yolunu gözler müstakîm ayinelerin sürmenelerinden süzülen mutmain Rabbinden razı yetimler gözlerin martılar kahkaha koparır mücrimlere kaldırımlarda kibrin ayak izleri kasvâlarda bir çöküş nasıl da belli yerin pahadan müşterisi bulunmayan çalımlı binaların içindeki boşluk içim tarifi meslek sırrı Edebullâhtan nazârın oysa düğün derneğiydi göklerin yoksa kıyâmet evrenin sensizlikten çıldırması mı geri dönmen için 2 ölene kadar değil, öldükten sonra da 14 burç, Kâbe’de putlar, bin yıllık nâr kurudu Sâve gibi leyli fecreyledi Nur kayıplara karışan Semâve vadi ve buruk ülkerlerin güzleştiği feza bir nefeste toz duman ayyûkun muhbirleri ey kamerlerden asil yarılan sadır yürüyen yağmur duası çocukluğun nerdesin, neredesin, nerelerdesin âkisi bilinen, sormadan edilmeyen bir sayhalar katarı yokluğun sireni sade dâhilden duyulan altından damarlar akan bilekler iştiyaktan pehlivan gözleriyle konuşan mustazafları gözleriyle dinleyen Edîbullâha selam 3 sonsuz parmağında sonsuz marifet Kudretullâhın, Haşmetullâhın, Yedullâhın kalbet, kavlet, hıfzet, celbet, refet! yaşlandıkça evren, gençleşiyor Furkan ey varlığı zâtından varlıktan, yokluktan evvel bulunan inayet, şehamet, selamet lutfet yaradılmaz Yaradan yaradamaz yaradılan vah ey! aralıklar çık aramızdan bizdedir geçiş hakkı ben | sen geçmez bu sırattan 4 kaybolunca sis; geriye görüntüler kaybolunca görünen; görünmeyenler ne kalır kaybolursa görünmeyenler! caizdir perçemi pençeme küffârın! umman yanar, volkan üşür, eser sahra beyaz duvaklarıyla salınan güverteler yaslanıp Hayy zikrüne yığılan dalgateynler tilavetlerin bam telinde açan Firdevsler karışır birbirine Ayasofya saatinde 5 bir beytullâh olarak dönünce fıtratına parlatınca leyâli devletlû lem’alarla balkırı şeriatin mecelleyi boğunca gerekmez yeni bir Boğaz teşrifine gülüşünle kandilleri dağlaman için derdim yâ! Ayasofya! tik! tak! tın! şühedâ makberine sığmaz artıkın! açıl Fâtihlerin mirası açıl geber ayna ayna söyle banalar altı bucak ve dört dal ve beş zaviye martılardan bir deniz içerisinde ney kıvrımlarında mukaddes kavsının Erîs gamzesinde elbet bir gün yeniden biter hilâfet mührün HAYY Bil, ölmeden ölmeyenler Dirilmeden dirilmezler Serilmeden derlenenler Serpileni göremezler Aşkı vurur yere, göğe Can kıvrılır içten içe Dipler düşer şu en dibe Çökmeyenler bilemezler Mahcupluktur son zirvesi Dile değil sevda demi Tadılmakla bilinmez ki Duyularla içemezler Aciz gönül, var öteye Soyun da gir bu çeşmeye Biz ıraktır ben diyene Donmayanlar yanamazlar Dal kırılır, içer özün En duyulmazlardır sözün Nereye bakarsam yüzün Görmeyenler eremezler VAHİD Bir içre bir içre hep bir Birlik, birlik içindedir Birler, bire vabestedir Bir çarpı bir çarpı hep bir Birler sırrına er bir bir Sır, birlerin birinedir Bir hiçtir birliksiz birler Birler birlikte tekbirdir Birle, birlik ol, birleştir Biri birlik paklar, bildir Birden, biredir birbirler Birsiz bireyler değil bir Bire var, biri gör, yar pir Biri dinlet, biri sevdir Birden ayrılan bir hep kir Bir kutlu soy biz kavmidir NUR Can cana canan içinde Canan cana can içinde Canlar cansızdır canansız İç içe, içler içinde Bir içtene vurgunum ki Kamerdir baştan ayağa Hatırlatır hep Sahibi Aşk; temrin, cümle aşığa Çember, çember içindedir Dönüş, dönüş yolundadır İz de, izci izindedir Özü, közü, tözü birdir Hakikat, tekrarı sever Canı bir an cana değer Anlar, canlar içinde şen Sonlar, sonsuzlar içinde Bir içim ki, hiçten hiçe Sonu heplik menziline İçten içe, geçten geçe Yoklar, varlar kucağında NURİ PAKDİL Bir Cuma günü göçtün sen, Yüreğinde Kudüs’ü saklayarak, Bir Cuma günü yürekten, Kanatlandın semaya ağlayarak... Kapandı secdeye ruhun, Sesinde çocukça sevinçler vardı, Karıştı nuruna nurun, İşte karşında sultanlar sultanı... Tuttu elinden, aşk açtı. Kudüs’ü hissettin serin nabzında, Hürriyet koktu her yanı, Mescid-i Aksa yeşerdi bağrında... Bir Cuma günü göçtün sen, Yüreğinde Kudüs’ü saklayarak, Bir Cuma günü yürekten, Kanatlandın semaya ağlayarak... AŞKIN ŞEHRENGİZİ ne canlar yakmış İç Kale sararmış resimlerce mahzun Viran Tepe bereli havuşlarda tükendi nesli dinçliğin bir küf tutmuş muskalar bir keder karası bazaltlar bilir nerden nereye solmuş yetim Diyarbekir’im nerde kimi ölmüş Yedi Kardeş burcu sesin birden düşersin akla başım gözüm ısınır Eski Cezaevinde yel ıslıkları küsülü Aslanlı Çeşme şimdi kıraçlıkla kınalı kenti çoktan terk etti Hamravat Selsebili bir kuyu kendine düşer canımın tenhasında eyvanlar serden geçip durur ciğer saatinde bir sensizliktir gider bin sessizliktir gelir açılır çakı gibi Fetih Kapısı yeni baştan çevik Fatihine tel örgüler kuş olup uçuşanda belki değeriz yine On Gözlü köprüsünde bakır düşlerin yangınlar gömülü Süleyman mertliğinde bir zaman abdestsiz çarıklarla doluşmaya utanılan Sur şimdi hangi hakirliğin mahzeni abdal damlarımızdan mağrur çatılara taşların boşluğunda zemheri cehennem lokması kursağında avlularda tükenmiş dut çiğdeleri bağrın boynu bükük nergizlerin saksılarda vurulmuş haremlik dökülmüş selamlık kalmış Deliller Hanı cinnete bir soluk kırılmış mezarlarda buruk kuş lokları hanayda kumruların su kadehi burulmuş kararmış bahtı fildişi kalkerin namusun narin beli bükülmüş durgundur Mesudiye argındır Ulu Cami yorgundur Dicle Kapı fıtratına dönme günü Kırklar dağımın bir şehir ki töresidir nice kıtaların hey selsellerin uğultusu serdaplarda tulumbalar hasretinle taşmaktadır Şeyhandede şelalesi hazan olup yağanda ahşab nar çiçekleri sülüs hatları mevsim nakşetsin sevdamızı Gelincik dağı yüreğine hadisler mıhlı Nebi cami Asur kalesinde kral mezarı bağrın gözlerin gözlerimde dilsiz Malabadi ve paygamber kabrinde öksüz yara salardık gırtlaktan revakların karanfil sokağında umudun umudusun çeyizlen Diyarbekir DİLŞA poyraz yanar, kandiller üşür Nupelda suna boynun yaslar dağ eteğine yıldızların kaydırağı var bu gece dokunsan ağlayacak ceylanlar tavşan, yavrular aşkına cesur arslan, yavrular aşkına ürkek ve bakışlar çığlık çığlığa kuşlar yokluğun, boğazda kement bakışın, nasıl da çatal değdiği kalbin etini delen acemi, rafine boyunca usul bağırda dalgalar kayalığa vuranda diyar gözlü bekir yürekli filinta baharlar birikir yeldama gurbetin, hançeremde kelepçe ranzamda, kahırdan darmaduman ağarmış anlıklar, gurbetin maral titrekliğinde, soluk soluğa bir cezbeden yadigar bahadır, külhani yakalardan ve mahzun namus burcu niyetli, meçhul denen ferdalara umutma Evîn gevherin kışlatma avlularda serpilen gonceler hatrına kenar mahlesinde dar bulvarların gül hevesler kurutmuş başı hep ustura tıraşlı oğullar etmez hayınlık yokluğun ebubekir dostluğuna çünkü yaşamak bu küllüklerde dakik bir vaiz kuzulara ve sıtmalar ardın sıra kan ter ardın sıra tutuklu, kısık iner gibi sürgüler hücre odaya görüş günleri ıssız volta demleri öksüz, dımdızlak cehennem kesiği gerdanlar namına hiç değilse düşlerim, boran savur çeltik yaylana pamuk ovana savur da kıyılsın inceldiği kuşeden aşiret bozkırları çocukluğum divane dağın doruğundan tütsün vakarlı can umular körpe yarınlarımız AMEDYA ranzalarda Anzele serinliği Arbedaş Kapısı yüreğin dolar Nasuh Camisinde Ömeroğlu Nasıriye Kalenin Halidoğlu bize Amedyalı derler hey cano mazluma safdil namerde sarraf şimdi ne Küpeli ne Dıngılava Diyarbekir bir ceset aramızda akar akar Hamravat çehremizin kederinde taşar yüzlerin emekçi coğrafyasından masum, maralsı Kürdistan gülleri ürkek avlu mırnavları ceylansı hafız kızlar kadim Zinciriye kokar çocukluğum Benusen burcunda sesin girer düşlerimin rüyasına hatıralar deşer hatır yarasını Hançepek türküsü yakar babasının ciğeri filintalar öksüz içerin Zembilfroş dumanı sürgüler çekilir durur hücremde tütsüler doğurur yetim Bircuşah kaynatsın ahımızı dadaş Haburman sağsın zor hüznümüzü aygın Malabadi kurşunlanmış can Kurşunlu Dört Ayaklı minarem dört ayağından vurulmuş öyle bir zelzele ki çetin gidişin Mesudiye sütunları oy gayrı yerinde durmaz Parlı Safa Minaresi gibi dimdik ömür kavgasını verir hep kalanlar dam loğu, et taşı bulgur değirmeni bir destandır burada yaşamak saati Fiskaya Şelalesi hazan olup yananda gör nasıl yeniden yağarım dişimle tırnağımla loy loy bir daha bulunmaz böylesi gazel ölen bizi, bizim gibisi ROZERYA yüreğin Hilar mağarası gibi serin yüreğin dağlarcası gariban, ıssız söyle sen hangi boranın meltemisin yanar dudağında karanfil tütün yanar da verir sırtını Kırklar suruna ellerin kelepçe ellerin zozan gözlerin zor kafesler gözlerin zilan içerin Kralkızı içerin mahzun alıngan, kuğumsu hançerem hançerli suskum sahipkıran bir masum pusuda tahtırevan söyle ben nereye gideyim Rozerya gel de gör içim dışım Amedya yaşmaklara yaşamaklar doladın Rabbinden razı sesin papatya devrimi sesin ardınsıra zılgıtlar körpe nazenin daha kaç mendil sarsın yangın kederini daha kaç ahraza bürünecek cıvıltısı sabilerin gel de izle Rozerya aşklar şimdi bir mumya omuzlarda tepişirken fevkinde şımarık firavunlar aziz bir şehir yıkılıyor altında hal böyleyken hasmına kılınç olsan da duramazsın içinde dimdik çökersin soylu sevdiklerin aşkına biz şimdi sensiz boyuna çöküş biz şimdi gözlerinsiz antik tohumduk bak da yeşert Rozerya Diyarbekir hayat ister bağında yeniden nefes almak biz ki yorgunluklar halkı gürleşirdi alnımızın teriyle ceddimizi saklayan aziz toprak çocuklar eker filintalar yeşertirdik yılmadan usturalar kayarken ensemizden bükülmezdik usulca ata yadigarıydı mesleğimiz yüreğimiz haykırır gözlerimizde canımız o parola yakıl ama yıkılma söyle susma söyle Rozerya yitik insanlık hangi dağın ardında RÜMEYSAH sen, çocukluğumdun, masumiyetim sen Bereket Han duvarları mazim toz çuvallar üstünde dinginliğim rüyam, göğüm, çölüm, denizimdin raks eder, göllerin ıssız akışı her nakışı, hüsrana yar bakışı özlem tüten demden gönül kayışı hem canım hem cananım, cevherimdin ayrılık da aşka dahil, Rümeysa bir hayatlık canı var ölümlerin bülbüle uzaklar yakın Rümeysa bir nefeste yayılır gül dediğin Rümeysa, zarftan kuşlar fezamda gurbetimin teli kopmuş sazımda deli taylar uçar durur bağrımda seven ruhta fren tutmaz Rümeysa konmaz öyle her dala sev devrimi sütü zift, balı zehir semahında uzar, uzar, uzar, şeyhin gözleri can kınına sığamıyor Rümeysa bahar gamzelerin Fındık burcudur müridi, mürşid kılar tek bakışta dergahında cerenler kuruludur aşka dizgin vurulmuyor Rümeysa GÜVERCİNLER ÇARŞISI şükran toylarımızın sesi gelir aşiret çadırlarından obamız hayran otağımız kurban kıl çadırda yer sofrası kalbin serilmiş razı serilmiş padişahına kadar Nur burcunda ciğerim ağarır külahına dek kufi ebebulguru saçlarında nesih yazıtlar döşlerin kesme bazalt döşeli mukarnas bezemeli yazmalarca beklenen yankılarda kurşunlu kubbelerin Halilviran köprüsünde hey canım düşlerin hıçkırır sazlar kavrulur yanar sazlıklar Nevruz neşesi saran köşelerinden bir firak hüznü tüttürür dağlar kavun rayihasına karışır karpuz burcuları ağır çörtenlerden bin rahmet damlar demirciler çarşısı orkestra sadrı tonozla örtülü ceylanlar salınır filintalar ormanında Kazancılar Hanı mürd suskun kaya mezarlar Sultan Şuca çeşmesinde bağrın bağlanıp budaklansın yeter ki kapılma çeper çağın ağına can akar yolunu bulur yeter ki solmaya yaşamak sevincin iki gözümün goncesi BERFİNELLA ve nazenin ruhunuz nasıl da kendine bakan bir ayna suyun uzanışı gibi dere yatağına en tenha lambalar bile çattı mı kavuşmalar çakmağı dayanamaz geceye, yakar bendini işte seni öyle sevmemiştim kalması bile gitmelere benzeyen bir vefalıyı nasıl ikna ederdin ki can kıyamıyor çıkmaya çakılar yeşeriyor etinde uzuyor, uzuyor, uzuyor gözlerin gökleşiyor yağdıkça düşlerin denizlerle göklerin kavuştuğu çizgiye şimdi aşkın baktığı her yöre Berfinella dal en çok tutunduğu çınara kırılırdı bazı şeyler konuşmayarak dinlemeyerek öğrenilirdi çağa iki vicdanlı, iki yürekli gerek öyle dağ gibi durduğuma bakma dal gibi kırılırdım doğru yerden sarınca badem çiçekleri açan ağaçlar gibiydi bazılarının kalbi mevsiminde anlaşılır şimdi nereye gitsek Berfinella gözün gözü görmediği aydınlıkta masum bir karanlık yakmaktı vacip olan gidersin, bir yarım çeyrek kalır oysa hüzün mutluluk Berfinella acılar bahçesinin çilekeş güllerine Çayönü, Körtiktepe neolotik mahzun cehennem teninde taşar can nehrinden körpe Hasuni alnında mağara serinliği yüreğin gönülden Hira kokar kadim şehrim toprağa sığmıyor Berfinella surların gözyaşları eritir sırların kalesini hıçkırır aşkın burçları Berfinella dolar ciğerleri kentin mazgalların karasında yankılanır geçmişin çığlıkları Asur hüznü sarılır bağın bağrına aniden bastıran yağmurlu bazalt kokusu tahtını sallar kral çocukluğumun aşk kağıda sığmıyor Berfinella gönül sadra sığmıyor Berfinella hepsi geçer, kancık kibirler tamponu şişkin şımarıklar binbir yüzlüler, alayı geçer her zifir gömülür, üzülme Diyarbekir kıyamete dek kalır işte bunu bilmek aşkımıza yeter Berfinella MEVSİM ZOZAN serin Anzele pınarı karışır Arbedaş sularına içerin Zerzevan kalesi yüreğinse yorgun Hevsel kuşlukları baharda kengeri yazın dutu, eriği gözleyen katıksız halkı kendi kalbinden başka yenemez kimse öğrenecekler Zozan hey nava dılê mın dört yanım hozan yanık çarşıda türkün duyulur cıvıl cıvıl öter buğday pazarı dar sokaklarda yangın rüzgarın alnıma yokluğunu savurur üstüm başım kelepçe aklım fikrim Zozan viran bağ köşküyüz şimdi esamemiz okunmaz Fiskaya şelalesi yağanda bir uçurtmalık canı kalır filinta uçurumların gözlerinle gözlerimi bırakma Zozan donarak can vermesin bakışlarımız susmasın erbaneler susmasın çığlık çığlığa sessizlikler konuşsun Zozan çığırsın dilsizler GÖZLERİN DİYARBEKİR yeşil pulat pencere yeşil sis yeşil tütsü yeşil ziya acılar denizinde yananları hüzünler yangınında donanlar anlar dinle atmosferin bekaretini şehid sahabelerin mahzun külliyesinde her çeşme bir şelale vecdin feyzinde kuşların ve taşların zikirleri erir birbirinde kadim cezbeyle el pençe divan gölgeler dizilmiş kandillerde tutuşan esrar yankılanır duvarların teninde sanki yer göktür, göklerse zemin bağrında ashabıyla firdevs kokan camide diyesin ey ulu belde şimdi hutbe sırası sende kelamsız, burgusuz duyabilen canlara kepenkleri indirilmiş özlerin marşı eser etinde damağında cevherin öbekleri ervahın şöleni çarpar durur göğsünde asude şafakların nasıl da gür sancağının fecrinde suskulardan örülme mahşer sanki kıyamet kıyamet yeşeren diriliş şahdamardır atar genzinde ve lale nehridir akar akar da taşar kaburgalardan kadınlar kaynatır buğdayını damlara, avlulara serilen güneşte kurutulan çığlıklara dönüşür dargın bergüzar gülünce gözleri kuşlara dönen haminneler tırpanı her vuruşta Allah diyen kadim rençberler çeliğe çifte su veren evliya demirciler Rahman’ını ameliyle sevenler can sevdanı haykırır kızıl gökte sarı hilal gözlerin kendini dağlara vurur serilir öksüzlüğe keçe yolluklar kırılır fanusları sevdamızın yorgun Diyarbekir lorîninde yeniden doğar şimdi nereye gidersen git hicret yanar köşklerin yanar Hamravat kavrulur Seman şimdi her can biraz sensizliktir her aşk biraz hicraniye gitme diyor semaver bitme diyor dağlar, taşlar, kavaklar can kınına sığamıyor Dilaram açar dokunduğun bütün koğuşlarda narin nûbihar AŞK ŞİMDİ ZERYA ebaneler hasretini haykırır hasretini, mahzun, hazalsı serden geçer serdil avaşin nazarın nazarıma karışır durur delal gözlerin sırılsıklam cehennem gözlerin zelal dilzarımda hivbanular yeşerir dilaverlere dilvanlar yaraşır rotindalar rolêdalara bir rojdalık ömrü var suçsuz kelebeklerin bir jiyanlık nasibi ıssız sevenin gönül hekimidir gülüşün hep baharda kırağı ve cehennemin dibi gamzelerin hemdemiz, nefes nefese bağdaşız şahına kadar bağdaş ve haldaş, sevdiğim yardaş, Allah’ın aşkına gecekondu masumiyeti yoksulluk berraklığıdır mahcup yüzlerden okunan bozlak tozlu tülbentlerinde nenelerin cennet kokularından bir şelale sorma nasıl, bilirim fakirhanelerin evliya saflığına yetişemez softa burjuva yetişemez nazenin başı ustura tıraşlı hovarda peştamal çocukları kenar mahlesinde zor ızdırabın antik bir hevesi büyütür acılar havuzunda boy verir hüznü boylar havuşlar caddelerde boy gösterir yürüyen mezarlıklar saçaklara ayrılıklar konar oysa kalbin, tetik kadar dinç namlu kadar filinta mermilerin şarjörlere dönmeyişi kadar yaşlıydı döşünde döşün ki, nerdeyse çatlayacak şehvetin vahşetinden döşün ki alayına yetecek kısrak emzirirken ruhları hey ciğeri kınalı, güneş yanığı baştan ayağa Diyar tepeden tırnağa Bekir yüreği bronz kentim sevmek şimdi zerya konuş ki, dilsiz iblise dönüşmesin susmaya alışanlar konuş ki mertlik bulaşsın korkudan geberen asalaklara susma ki delikanlı şehrim hayın başbuğların mabadını yalayan kıraç itlerin puşt devri vaktidir, hitama ersin BERİVAN sen, boyuna bahar, asil ve asi sen sadece gönülde yeşeren gül Diyarbekir dağlarında türküydün Diyarbekir bağlarında zılgıtlar sen boyuna sürur ve hep özü gür ruhun göğsüne sığmıyor Berivan nereye gidersen git hep yüreğim yok maşuka aşıktan başka vatan gidişin hep koşmaktır kaçtığına boranlar da üşür, gitme Berivan gülüşün vejîna, gülüşün sarya gülüşündü; ırmaklar ormanlarda gülüşünle güneşler açar şevler gülüşünde kanatlanır zaroklar gülüşün rojarya, gülüşün zerya sen boyuna sürur ve hep özü gür Diyarbekir bağlarında zılgıtlar Diyarbekir dağlarında türküydün sen sadece gönülde yeşeren gül sen, boyuna bahar, asil ve asi YÜREĞİN AMİDA kalbin, savaş sonrası et kokusu damarlardan fışkıran kan çorbası kuzgunlar aynalarda yolun gözler Amida Selahaddin Eyyubi Cami keder kuyusu vefatından beridir yoldaş Mezopotamya öyle cansız, böyle lal kesiği hey aman, durmaz yerinde içerim paramparça hücremin kerpiçten çiçekleri fersiz yar çeşmesi susuz ranzalar cehennem çukuru Mervani yiğitler gerek şu puştluk çağına hey aman, can tutuklu devir zor, devir cambaz, devir namussuz zalimin mazlumluk tasladığı zamandır münafıklar yüzünden haktan dönen gafiller merhametli davetine muhtaçtır hey aman, erlik vaktidir parıldar, parıldar nazarında hırçın Silvan Kalesi cildin buz cehennemi kalk ayağa ey şehir Nasır-ı Hüsrev olsun yeniden şahid düştüğün yerden doğrul dikil de süpür ey namert çelmeleri GİYAN MEVSİMİ gönül göğsün gülüydü gülün göğsünde bahçe tarihin mezarlığı höyükler anlatsın çilekeş destanımızı gözü, değdiği yeri derinden deşen erler vursun bağrın teline vursun döşüne döşüne öksüz Diyarbekir’in Dicle’nin yuttuğu çocuklar hey yavrum hey de ne hey aç, avaz, üryan yetimleri ısıtmaz hiçbir yorgan yaşamadan bildim ki yaşamayan bilemez gel gör ne ateşler ne buzullarla ölüm dansında leylim içerimde, dışarıyı hapseden sevdan, kıyama durur sevdan ki Amedî sevdan ki dinmez Cemilpaşa konağında çığlıklar dolaşır çığlıklar ki etten bir duvar azimli antenine hoyrat gevherin kuşların uçuşurken ki toplu kanat sesleri giyan der durur bahçende giyan; der, durur BARIŞIN KEVOKLARI Karacadağ’da eriyen karın şelalesi duyulur Çınar’da Cahit Sıtkı’nın serçeleri Ahmed Arif’in yuvalarında Sezai Karakoç mısraları gezer durur, hevesli kadim Suriçi sokaklarında gözlerin ki gitmez bitkin gözlerimden gözlerin ki kafesime can gözlerin ki bitmek bilmez bir çift menfez aynalarda hücremde neşen sözümde yüzün güzümde közün, özümde tözün severim zulamdan içeri toylar, efkara döner kabir böcekleri dolar gariban, yaralı kederlere Kürdistan çiçekleri sarar Kürd çocuklarının kardeşlik türküleri haykıran safderun yüzlerini bu savaş ölmeli, bu savaş ölmeli durun siz candaşsınız bu savaş ölmeli bu savaşı, bu barış öldürmeli düşün, ne güzel cinayet ne civan katliam SERHİLDAN ıslıklar, çığlıklara karışır kan kusar Zilan Deresi kafataslarında beyinler erir patlar yürekler kafeslerinde hasret tüter Tendürek zulüm taşar süngüler iblisin demir kartları biçer masumları, deşer rahimleri beşikte bebeleri, kimsesiz pirleri gırtlağına kadar ceset ah dolar Zilan Deresi şimdi nereye gitsen ağrı şimdi nereyi görsen acı hıçkırır mitralyözler namlusunu mazlumlara çeviren şeytancıklar yüzünden ölü çocuklara tecavüz eden ırkçı zabitlerden alçağını görmedi kederli anadolu faşist teröristlerin ihaneti kalleşçe yaktı kardeşliği onarmak erlere düşer sabırla, umutla, sevgiyle budur soylu metanet budur kahpeliğe beşkardeş gel sen de katıl bize indir putların kör çehresine adil, vakur bir sille SEBAT ZAMANIDIR Dersim’in gözyaşları Enfal’in bakışlarında çağlar Roboski’nin alnından akan Halepçe’nin kanlı ahıdır Kerkük tüter Erbil’in burnunda düğümlenir boğazı Amed’in Kürdistan dağlarından hogir bir uyanış doğar sabret ey ümmetin yetimi sakın benzeme barbar ırkçıya bin kerre namert zulüm görsen de zalim olmaman mahşerde senin şerefindir sabret ey ümmetin yetimi karanfiller açana dek Halep’te kötü günler mevte mahkumdu sabret ey ümmetin yetimi surların sırlaşana sırların surlaşana dek havar, yar yangın yeri gönülde can pazarı, havar kan kesik, kan tutuklu, kan kelepçe sabır senden vazgeçse sen sabırdan vazgeçme sabrın taşına dönüş milyonlar şehidiyle Kürd Milleti ancak imanla ilelebed felaha kavuşacaktır sabret, sabrın selamet ZERZEVAN KALESİ sabanlarda aşkın rüzgarı serilmiş kepenekler omuzlara işte çoban kalkanları kavallar, yüreklerde borazan gözlerin, dalgalı, boran gözlerin, inatçı, durmadan gözlerin alayına rezzan gözlerin, gözlerindir Zerzevan aniden bastıran dargın baran surlarım, sırlarım, can kalesi yüreğin, metal ejderhalar ülkesi betondan dinozorlar devrinde çarpışan iki yıldızdık atom tarlalarında antik sevmek Urartular yazsın argın sevdanı İyonlular gözlerinden anlasın acılar içinde nasıl doğulur ehil, dilaver mimari filinta canlar ki, erbab, namuslu parayı bulmadan önceki Lidyalı hey gidi arslan ciğerim içerin Sus kentinin devrik kralı yar, avazım gelir küçelerden lâl, avare, şahmeran hançeri bin yılların sılasında yoğrulur doğrulacak erlerin hasretiyle taşlar erir, yürek dağa dönüşür ümidin kadim düşleri ırmaklar döşeği ellerindedir NAMUS SEVDASI ey oğul, bilesin milattan önceki Hammurabi yasaları bile daha adildir, daha yiğittir katili, sapığı, hırsız, yolsuzu besleyip kollayan ülkemin hukuk çöplüğünden oysa Diyarbekir töresi affetmez ölümcül ihanetleri bilir, ihanete merhamet merhamete ihanettir ey oğul, diyesin düzen değil, düzenek en kahpesinden sistem değil, sis perdesi gafletin yargısında adalet dediğin oysa Amed’in kanunları kayırmaz namussuzu hak aşkına zindanlar göze alan delikanlılar kaynar Hançepek, Saraykapı, Alipaşa halel getirmezler adamlığa ey oğul, susmayasın susmak kusmaktır içinde iyi olan ne varsaları Kürdistan güçsüzü affeder Kürdistan dilsizini affetmez sakın, unutmayasın ey oğul durmayasın HOZAN söndü zerdüşt ateşi, şaman alevi söndü grejuva geberdi batıl en şekilinden bitti zivistan konuştu gerçek apaydın canımıza güneşten sofralar serildi bandırmalar lal mevsimi filikalar dargın aşka dağ içini döker göğe lav kederiyle çay tarlalarında çarpar yüreğin kulağını toprağa ver, dinle kendini üstümüzde sis denizi yürürdün Ninova çemlere dönerdi hazan leylinde yürürdün usul kuğu boynun nasıl utangaç yağarken hücremin ranzasına yürürdün Benusen kendinden geçer ay ışığında yeşerir sakin yeşerir onurlu yeşerir şahına kadar leylim, yollar nefesin ciğerimin közüne kışlalarda düğünler ilkyaz olanda kodesin kodesime ekilir mahzun yar çıldırmışam seni hey cevherim hey yine kan kusar can Fuadoğlu göçer taze ozanlar gelir MİSAK-I MİLLİ Türkistan nezakettir incelik, güzellik, cesarettir Kürdistan cömertliktir iyilik , dürüstlük, yiğitliktir ferasettir, basirettir şehadet, selamettir zülfikarın zağlı pençelerinin beraber savurması deccalin kansız köpeklerini Kürdistan nezakettir incelik, güzellik, cesarettir Türkistan cömertliktir iyilik , dürüstlük, yiğitliktir Türkistan Kürdistandır Kürdistan Türkistandır Türkistan Kürdistansız Kürdistan Türkistansız harabe, viranedir fersude, beyhudedir öyleyse daya sırtını omzuma, dağ olalım patlayalım küfrün yüzüne mekan biz, zaman bizim beklenen poyraz bizim emanettir mazlumun ahı soylu öfkemize kardeşim öyleyse daya kalbini sadrıma, can bulalım fesadın kellesine cellad-ı canan olalım KÜRDİSTAN MARŞI IKBY için bir hatıra… çifte su verilmiş yürek çeliğinden örülme Kürdistan kılıcı sıyrılmıştır kınından mertçe ey şehidoğlu, ey muhacire ensar Peşmerge Güneşten Bir Hilal nakşet sancağına şefkatle mütedeyyinleri arkasında olan vatanın... kıyamete dek batmaz istiklali, güven öze Kürd’ü köle zanneden haysiyetsiz râfızîler -Kürd bize ihanet etti- diye nefsini kandırsın anlamaz, hakikat haini gafil müstekbirler hakikat sadıklarını / kendini yormayasın savaş hasma benzeyince kaybedilir, unutma dişsizi dişliden sakın; merhametten ayrılma ürüsün dursun dinci maskeli münafık itler ardından hırlanmayan arslana arslan denilmez itten türediğini sanan fitneci kahpeler uğraşma boşa; kardaşlık nedir bilmez, bilemez hakiki mü’minler ancak kardaşımızdır bizim onlara açıktır kapımız, ocağımız bizim… sadrımız kalkanımız; kırk milyon Kürd Milletiyiz yurdumuza sığınmış / barbar sabîlerine bile gerçek müslümanlığı yine bizler öğreteceğiz bizi öldürmeye gelen, bizde dirilecek de… ey Kürdistan gençleri, hazırlanın gitmiyoruz zulme asla susmayız, kırmağ ile bitmiyoruz devir, Salâhaddînlerin doğruluş çağlarıdır kapanmaz gözkapakları, Uyanış zamanıdır ne diyor Rasûlullâh; “vatan sevgisi imandandır” sev yurdunu hep imanla, Rabbin doğrularladır Kürdistan, Kürdistan’dan büyüktür; unutma sakın evlatlar çoğalacak ve taşacak, akın akın… ŞİMDİ HERKES DİLOVAN türkçülere karşı Kürd’üm kürtçülere karşı Türk’üm farsçılara karşı Arab arapçıya karşı Fars’ım zalim azgınlara karşı daima ezilen halkların yanındayım budur imanımın gereği gözlerinde erimemin sebebi budur onurluca yaşamak bendimi çiğneyip taşarak yezitlerin önünde hep Hüseyin aşkımızın kadim bedeli Diyarbekir denizinde tutuşmak izinde göğüs germek boranlara her ciğerin harcı değil çekinmeyiz namlunun ardına saklananlardan yalnız senden korkarız Kahhar paylaşmayı severiz denk adaletin gölgesinde serinleriz Amed sofra olur bağrımıza diz çöker, omuz bağlar kardeşlik türküleri tüttürürüz gel ey can, sana da yer var kurtul kibir tasmalarından gel beraber sevinelim razı aynı tastan yar içelim Dicle aksın alnımızın üstünde ensemizde masumiyet gülleri sesimizde dilovanlar delikanlı yeşersin MAZİ İÇERDE ALBÜM eser asi bakışlarında hoyrat Fırtına Deresi çakışır durur dikey yıldırımlarca nehirlerde taş köprüler yüreğin ormanlarda su ceylanları şirin bir kıyımız vardı bulutlar denizine sıfır nehrin önü penceremiz balıklar yarışırdı tutulmak için nazenin oltamıza yeşilin maviyle dansı gibi yar sevmişem seni saçlarında çay burcusu ellerin yumuşacık, kınalı nefesin bahar gülüşün cehennem ve anlatılmaz, yaşanır hilesiz kucağın Karester Yaylasında bir ahu dilber loy loy nasıl da söker adamın yüreğini var mı böyle civan kırım cinayetler içinde oy sevmişem seni dindiremez Palovit Şelalesi bu güneyli hasreti bir kere yakmıştIr kuzeyin kızı aşkın kadim meşalesini gidişin bile hayat sevgili isimsiz mezarına yuva kuran marandalardan belli DEVRAN FEYEZAN yaşamak, yaramıza alışmak gidemeyiz kendimizden Neval kaynaşmak zorundaydı insanlar öz gerçekleriyle bense gözlerinde hala saklambaç yokluğunda körebe, feci sessizliğin, yalnızlığımın başkenti gidişin anadili ağır yorgunluğumun yağmur yemiş paltolar birikmiş de altında kalmış içerim sanki serinliğin şimdi hangi gölgeyle yürğim yüreğini bağırıyor Neval can tenine gayrı sığmıyor oy Kürdistan Dağları kokardı tılsımlı, sıcacık nefesin cönklerde antik harflerdi adın şarkın, eski vadilerden miras tüter yalçın geceler hücremde ellerim ranzada, duvarda masada, kafatasımda ellerim hicran ki ne dar bir mezar bilmem ne zaman uyanırdık hasretinde uykular yaktığımız kardeşliğin can bahçesine yasların değil, düğünlerin iktidara geldiği şenlik demleri bilmem ne zaman yeniden gelinliğinle yanımda sen kurtulacaktın kefeninden AŞK ŞİMDİ PARYA ay ışığı çehren kokar sırrın kırk kilitle kilitli sadrımı yumruklayan sandukamda şimdi sen bende tabut bense sende kabristan ve işte aşk kursağımızda parya ne olur bitme Rotinda şimdi karanlıktır yuvamız çırılçıplak kaldırımlarda sırtımda karakol kuşunları kim vurduya çıkmış adım öyle sensiz öyle öksüzüm ki yar şimdi solmaklar yeşermek acının rahmine gömülen cana sor da anlatsın Turcel söylesin Hıdır Tepesi aşk bize hiç gülmedi Rotinda aşka gül dererken yılmadan varsın tütün saran çocuklar gül kokusu nedir bilmesin bilmişken zararsızlığı değil mi ki iyilik onların hakkı varsın bekletsin talih sabretmek de güzel leylim ay ışığı şelale olup yağınca güzel yavruların düşlerine seni hep bekleyeceğim Rotinda çocukluğumuzun gariban keresteden penceresinde DİCLE HAZAN bizim köyümüzde gonca bahçeleri yoktu yer sarı, gök kızıl anızlar, başaklar, buğdaylar içre kavruluş serinlikti kara köy bebelerine çeşme başları mutluluk nedeni saflık, sadra nakışlı hamaklar, divanlar saman lifinden sevdalar utangaç, namuslu oysa bizim köyümüz upuzun geceleriyle meşhurdu eşkiyalar, haydutlar çocukların hayaleti pirlerin kabusuydu ve kahraman değildi jandarma derin devletliler kahpe rütbeliler esrar ticaretiyle meşguldü büyü çocuk, büyü de kapat şu haysiyetsiz cenaze çağı büyü de büyüt narin puştların kör ensesine adil zülfikar o demdir, ölse gam yemez bîkes Diyarbekir dargın tigrisim argın haznedar GELÎYÊ GODERNÊ Taşköprü Köyünde adın nakış nakış tütün kokar Hazro türkünü çığırır sanki arştan akar sular seni ırmaklarca sevmişem lo seni nazlı ceylanlarca delilolar, govendler ve fıkırdak şuşaneler hey zalımın kızı, bir gülsen göverse bağlar ile bahçalar şemsin fırtınasıyla çöken devran dolunayın kasırgasıyla filizlense sen denizaltı şehrim ben rüyalar alemin HAZAN BAĞBAN Sustu kalbin, susku câna, cânânsız tâk eyledi. Aşk ateş, âşık ateş, mâşuk ateş, çâk eyledi. Hergiz aşklar, toprağa su, sadra berzâh-ı sahrâ... Bildin işte, donmadan aşk, pîşemez sır kabında. Gözün yaşın dökmeden, ağlayanlar, dergâmız. Gülmeden neşe duyan, çağlayanlar, meclîsimiz. Koptu tufan, kırdı hasret, bostanlar şimdi talan... Dindi deryâ, bitti ırmak, çöller şen, bahar nâlân... KARA KONÇERTO Çal Ludovico, çalınan yarınları çal; Körpe düşlerimizi, hiç söylenemeyenleri. Çal, dinsin bu gece de şu acı yara! Şu derin şu çok katlı şu paramparçalayan! Çal Ludovico, kendisinin hırsızı için çal, Kırışık pişmanlıklar için çal paslı aynalarda. Hayallerin, hayatların çalındığı yerde, Sen masum günahkarlar için çal Ludovico, Belki hala bir ışık vardır karanlık için! Umudun çağlayanı çağıldasın, Sandukası akustik hazandan… Çal Ludovico, savaşın yetimleri aşkına çal, Var mı yaşamdan öte hazin orkestra? Varsın batsın gemi, çalmaya devam. NESLİCAN Sen şimdi o tertemiz gülüşünle, Bahçedeki çiçekleri sulamaya göçtün. Eteğine takıldılar, müşrik ilan ettiler, Giderken bile gün yüzü göstermediler, Ne çok çekti Türkiye din tacirlerinden, Ham yobazlardan, kaba softalardan... Sen şimdi o taptaze içten gülüşünle, Kuşları yürekten koklamaya göçtün. Üstünde belki bırakma rahatlığı ardında; Sapıklarla, katillerle dolu zifir çağını… Hoşçakal leydim; iyi, güzel, mutlu kadın. Güllere selam söyle, huzur rüzgarlarına, Masum cerenlere, aşkın semalarına… Rahman sarsın yaranı kevser suyunda, Esirgesin kalbini bütün ağrılarından. İMAN KAHRAMANI Bizim kahramanlarımız pelerinli değildi Sarıkları vardı uğruna baş koydukları Cübbelerinde binbir yama binbir gurbet Heybelerinde insanlığa fedakar hizmet Alınlarında vefa, enselerinde tevazu Önlerinde Üstad gibi bir aziz müceddid Dergahlarından eksik olmaz kırmızı şems Azığında tefekkür, duruşlarında heybet İçlerinde dinmez bir derya merhamet Bizim kahramanlarımızın habersizdi Sol elleri sağ ellerinden kadim leyalde Canlarında dolaşır ulu ervahtan izler Çocuklar eker, dinç gençler yeşertirlerdi Suffagahlarında nur burcu dalga dalga Ruhlarında kasırgalar, keşifler, sisler Her biri bir deniz feneriydi tayfunlara İşte Üstad’ın kutup yıldızları silsilesi Karışlarlar dünyayı iman fütuhatıyla Kalplerinde külliyat, zamanın dervişleri Çağırır insanlığı doğruluğun doğusuna Serden geçer gibi geçerlerdi nefisten İnsanlığın selametini beklerler ufukta O iman kahramanının çizdiği aydın yolda Yürürler aşkın meşalesiyle fütursuz Yürürler, feyezan fışkırır civarında BEDİÜZZAMAN Yaşadın, yaşatma ülküsüyle insanlığı, Maneviyat asayişi kalbinden sorulurdu. Dinç kalemler sivrilttin hakikat aşkına. Yoktu müridin, vardı milyonlar fidanların... Rabbini ihlasla İbrahim misali sevdin. Cefakar ömrünce -ben batanları sevmem- Ezgisi yükseldi durdu inleyen ruhundan... Ebed ebed diye ağladı hep çağladı yüreğin... Ne sırlar bildin tevazudan ödün vermeden, Tüttün durdun Habibullah’ın gül izinde. Ah bu daha ne ki, öyle nesiller gelecek ki, İnşallah külliyatınla ey muazzez Evliya! Kadim ümmete nurlu şarkılar söyletecek, Sevdanın sofrasına diz çöktüreceklerdi. GEVHER Hakikat şerbetiyle kendinden geçmek Kendine gelmek, özüne dönmektir bize Hakk dostlarından cesur yiğit mi var alemde Sırra kadem basışları izdir, ufkumuza Mülk, şöhret, evlat, içtikçe susatan derya Gerekmez, aşkın nehrinde arınan toklara Ancak harabeler bilir asıl hazineyi Yalnız zeki canlar anlar sonsuz saltanattan Bilinmezler diyarında bilen öz bilgiye Zirve göklerde değil köklerde, derindedir Ey cevher, daha kaç can verecek nefsin Ne zaman cesaret edeceksin terk etmeye Hikmet kaftanı terk etmeden giyilmez bu hiçlik ateşinde üşümeden pişilmez Kök sağlamsa derinde, boy atarsın zirveye Şu mânâ göğünde çınar olmadan uçulmaz İslam ruhuyla canlanan şah soylular ki Mesihtir birbirine, yürümeden bilinmez TÖZ Aşkla birbirine sarılmış yapraklardır, gül Sırtsırta vermiş devrimci dallardır, çınar Ey padişahları köle kılan can rüzgarı Dalgalan bağrın dağlarında, dağlansın hasret Gayrı iplik usanmış çuvaldız oyuklarından Sırdaşlar sırlanmak ister sırrın vatanında İçim dışım hicran, üstüm başım hicret Ruhun kan şarabı; esrar kadehinde şems Gecenin siyah aydınlığında gölge bakışlar Sımsıcak bir deniz feneri köhne döşlere Ey gurbetleri kurbet kılan efsanevi vahdet Karıştır kalbi, kızışan köpük dalgalarına Serinlik kavrulmaktır kutsal çile ehline Gök canlı umman, şahaplar akça yakamoz Karadelikler, simsiyah güneşleri feleğin Zikirler çığırarak gezen kuyruklu yıldızlar Tüzel inzivalar üstüne yağan ümidin kalbi Her şey hazır her şey tam bir sen yitik hey Erenler, yarenler, dervişler canı yetim GÖZLERİN AMED ay ışığı vurur çehrene sahranda güller yeşerir Zînê Diyarbekir Kalesinde AŞK filizlenir can ikizim ah mevsimi ay ışığı vurur hücrene surlarına sırların sarılır sesinde faili meçhul seneler çisil çisil yağar gurbet vah mevsimi kara kollar tutuklu pencereler sessizlik yürekler paramparça sevdalar suskulu ÖKSÜZLÜĞÜN TÜRKÜSÜ Ne ışık, ne hatıra, ne de bir seda, Gittikçe küllenen bir ıslık ufukta… Rıhtımlarda, derin tenhalar meltemi, Göğün yüzüne boyar yattığın yeri. Bu suskun, bu dargın, bu can fırtınası; Argın durgun sarar yorgun bahçeleri. İçinde bitmeyen; cümle yokuşları… Bağlar da köprü kılar, kırar kederi. Kalbin, mazide saklı o mahur beste, Şimdi çok uzaklardan geçen bir yıldız. Gecenin ruhunda akseden her seste; O muhayyel gerçek, birlikte yalnızız... SONSUZ SONE Irmaklar, ırmaklar paklar ancak şimdi şehri, Tasını, taştan taşa vurup çığıran sular... Pür ormanlardan nazlı bir ceylan geçer gibi, Irmaklar, hüznümüze yeni bir çağ bağışlar. Giderdin, gelip kurulurcası otağıma, Dağın bağından belli, neşen gariban, içli. Öperdin, kadim anılardan yağarcasına, Yaralı kısrakların buruk yelelerini… Irmaklar, ırmaklar paklar ancak şimdi bizi, Yıkadıkça kirlenen mücrim ellerimizi… Bir Züleyha sunarcası en derin kuyular, Irmaklar, çölümüzü yağmurlarla kucaklar. ZERDEÇAL MEVSİMİ Zencefil burcuları eteğinde, hazalım... Salınır sevmek dolu, bahar salıncağında. Ve yan yana değilsek güzellikler hep yarım, İyilikler hep bizsiz, yaşamın hayatında... Bir mevsim daha sensiz, sessiz bir asır daha, Ah kollarım sarar da, ısıtamaz bağrımı... Üşümek gözlerinsiz, üşümek yangınlarda; Teselli eder deniz hıçkıran poyrazları... Güneşin gölgesinde kavrulan emekçiler, Gariban küfeciler kokar çilekeş bozkır... Ve can cana değilsek, kimsesizdir işçiler, Diktatör, patronlara bir ülkeyi paylaşır. EVHAMA VEDA Samuraylar güller derer senin bahçende. Kılınçların sevişten, okların beyzade... Bir okşamak gelir gider öz pencerende, Bir sığınmak, sahra olur yağar göklere. Kavaklar vals eder masmavi yüreğinde, Hüzünden, fezaya dönüşür merhametin. Acılar çekersin, herkeslerin yerine… İsterdin, sadece sevinç şarkı söylesin. Ölümler, ölümler geçmiş iç içe, müthiş! Hassas, serçe kalbinde cesetler birikmiş, Yaslı denizlere dök kahrı, sal derdini. Elbet bir gün doğar, mertlerin de hayali… GÖNÜL BORCU Şükür ki ölüm var Rabbim, ne güzel nimettir, İnsana, sonsuzluğun kıymetini öğretir. Kavuşmak Sahibine, kavuşmak sadıklara, Kavuşmak; anne, baba, kardeş, eş, dost, evlada. Ne ebedi ziyafet, kutsal suda buluşmak, Onca aradan sonra, nihayet nefes almak… Yeniden masum olmak ne muazzez bir cennet, Kurur kin, boğulur hınç, kökten gömülür cinnet. Duyulur, anlatılmaz, o sakin esen uzak, Gurbetlere anılar dökülür yaprak yaprak, Sen, çocukluğu saran vicdanlı aziz kucak, Şad ol yattığın yerde ve o gün düğüne kalk… MAKBER GÜNLÜĞÜ Yavrucak gözlerini açtığın şu dünyaya, İhtiyar gözlerini bir gün kapatacaksın. Kim bilir, nerede, nasıl, kaçıncı yudumda? Dünyanı bir gül gibi dilsiz solduracaksın... Sığınılan limanlar bile sığınmış Hakk’a. Akışlar ve nakışlar; kardeşlik halayında, Seslerin suskularla kesiştiği noktada, Bir yelken açacaksın, umutlu uzaklara... Ruhundan hatıralar bırakır rüzgarlara, Mezarında kibarca yeşeren çiçeklerin. Rüzgarlarsa taşır, sevenlerin saçlarına, Küçük mutluluklarla huzurludur devletin... ÇIĞLIKLAR ÇIĞI Cüsseden hücrenizin kemikten kafesinde, Bir bülbül inler durur ormanın en dibinde. Yandın da dayandın da dayandın da dayandın, Tül ve kül gibi bir gülün esrarına kandın... Hey gidi hey gidi hey, derya içinde derya, Yoğaltır, kavurur da; çarpar aşkın sadrına. Yandın da dayandın da dayandın da dayandın, Vahalara amade şu sahrada uyandın... Kalbinizin kabrinde, kabrinin kalbi atar, Nabzın idam mahşeri, yadında saf anılar, Yandın da dayandın da dayandın da dayandın, İncinmiş bir matem gibi deryana kapandın... YALNIZLIĞIN DAĞINDA Teneşirler tebeşir, vefatın ahşabında, Sensizlik kalesinde bir uçurumcuk ağlar. Geceden nehirlerin kandilleri yağar da, Kızışır, ıssız kışın volkanında yalnızlar. Cüzlerini okurken tümü unutma kalbim, Karanlık denizlerde hıçkırır falyanoslar. Her talazda bir dehliz, her biçemde bir biçim, Hacimlerde ritimler, hazlarda hüzünler var. Yaz bahçemizde kaldı rengarenk zamanımız, Şimdi derin yalnızlık gibi çöker akşamlar. Feryadın cennetinde tonların dansıylayız, Vurur sahilimize; merhum, mahrem rüyalar. KIRIK DÖKÜK Gülerken sütunlarda çocukça efsaneler, Oynaşır hayaletler baygın günbatımında... Ejderha yüreklerin yankısıydı çiniler, Duyulur nakışlardan; şafak, soluk soluğa. Şu ziya, şu mefkure, şu kırgın muhayyile, Çağırır vadilerden ürkmüş serçelerini... Yağmur ki küremizin o mukaddes abdesti, Korkulu ümitleri bahşeder çehremize... Hıçkırır soframızda en hülyalı efkarlar, Canımız üşüyüşün kadehinden yudumlar, Haykırmak isteyip de haykıramayan leyli. Hoşgeldin, içimizi tırmalayan, tufeyli... YAS SEZONU Mermerlerde köpüren şimdi kızıl yüzündür. Şimdi yangın gözlerin, bayılttıkça ayıltan... Yakışın yanışımla ah ne gazel bütündür, Ah ne mukaddes temas, içirdikçe susatan... Birbirimize nazır aynalardık nefessiz; Aşkın iç içe geçmiş halleri sadrımızda... Sazlıklar, sularında sevişirken sabâyla, Püsküren mağmalardan duyulur düetimiz... Şimdi kış bahçesidir, boynu bükük makberin, Çökmüşüm taşına, koca bir yaşamak çökmüş. Mazinin gül tufanı anılar, saf demlerin, Şimdi güzün hazin yüzü gibi hep çürüyüş... MAYHOŞ MAHZENLER Mahmur ıhlamurlar altında serin nağmeler, Tarar perçemlerini alevli tutkuların... Ve sükut bahçemizde çağlayan gür esinler; Serper pür heveslere, narin, derin bir yangın... Belki hala bir ışık vardır karanlık için; Belki henüz donmamıştır ateşin yüreği... Belki çok geç değildi, belki de çokça geçti. Malumun uykusunda; rüyası bilinmezin... Çarpar durur bir cevher hısımsı tılsımlarca, Esrarlı hisarında zümrütten bülbüllerin... Efsunlu gecesinde şu bembeyaz hislerin; Hıçkırır kahkahalar, zamanın sayacında... ZAMANIN AVLUSUNDA Mercan devranlar eserdi huzur bahçesinde, Yürürdün mücevher gölünde doğal doğanın... Parlardı yankılarda umutlu yarınların, Vurulurdu pınarlar, arşın kelepçesine... Şimdi kuğuların dans ettiği o yerdeyiz, Ve ışıktan bir taç kurulmuştur saçlarına, Dudaklarında bahar, bakışlarında deniz, Argınlıklar yeşermiş buruk dallarımızda... Yosunlu havuzlarda belirir hatıralar, Yaşlı dağlardan dönen körpe çığlıklar gibi, Esenliğin renginde kanatlanır çatılar, Yayılır rüyaların, rayihalar denizi... DALGIN ŞAKIYIŞLAR Altın kulelerden şaha kalklar o kıratlı, Kuğularca, kanatlı... Bin yıllık kardeşliği şakımakta semalar, Sedalar, ki senalar... Ey hüdhüd-i şeyda söyle o ne cefa öyle? Arşım neden hengame... Mizanındaki mahşer; dağıtır dengemizi, Soldurur genzimizi... Ahengine olmaz mütenakız, kimin haddi! Serabaydı serhaddi... Gülbankına bülbüller serilir, yeşerir hep, Kül-i efkara sebep... ATEŞ UÇUŞLARI Sisli camında yağmur izleriydik hayatın, Ruhumuzda erguvan, yadımızda son sözler. Sarar her yanımızı sabah kızılı bahtın, Tahtında eser kalbin, uçuşur zarafetler. Karışır renklerimiz, içerimde içerin, Girift bir efsaneyi fısıldar boynumuza, Usul usul dolanır, yüreğime yüreğin, Sislerde hisler sesler, parlar sularımızda. Ruhun ruhumda ışık, tenin tenimde cemre, Pınarın pınarımda; ummanları anlatır. Ve masallar sevinçten simler saçar çehrene, Savrulur çamurcalar; köz közle kanatlanır. ZAMANIN TAKVİMİNDE Dirilir yeniden öz; töz, cevherle sevişir, Bacaklar bacaklara dolaşır mazmunlarda. Yasalar yasaklarla bir devranı üleşir, Kırışır zamanımız, mekanın kucağında. Beton ormanlarında metalden dinozorlar, Boğunca yıldızların tütsülü şavklarını, Kararır kalbi leylin, şehir gülleri solar, Solar tefekkür kuşu, kurutur ilhamları. Bu böyledir; ya doğum ya ölüm ya uçurum, Cemiyetin değeri, tercihinde belirir. Ey deniz feneri ruh, dön geri sönmeden mum, Karanlıklar nurların gölgesinde güzeldir. KARANLIK YILDIZLAR Nahhatlar ve hattatlar, kaleminden damlarsın, Kafesinde simetrik, estetik yaralarla... Ve varlığın göz göze gelir yokla her lahza, Başın eşiğe değer, bağrında kış, anlarsın... Kara delikler saysın destansı sislerini, Deşerken bakışların fezanın yüreğini, Bir ahu iner nehre, kanatlanır gözleri, Nabzında binbir güneş, dizler çöker, ahlarsın. Savaşların söndüğü barışın cennetinde, Uyumamacasına; uyanmak istesen de, Bir yanın hep dünyada kalan sevdiklerinle, İçin; gök içinde gök, dalında dağ, ağlarsın... YORGUN ÜRPERTİ Sararmış duvarlarda kırgın yüzlerdi mazi, Bakışlarda tozlu hayaleti ilk aşkların... Durur seslerin dansı, çarpmaz renklerin kalbi, Susar hislerin çığı, ağarınca baharın... Bir sırma hazandır ki, ruhun ankebut şimdi, Nefes nefes örülen bu kor senin ağların... Görünmez bir el olur, tutar da nefesini, Başlar güneş ötesi içsel yolculukların... AŞKIN BEYTİ Gaza meydanlarıydı aşkın düğün evleri. Değil miskin dervişler! En yakın Hakk dostları; Cevheri, Allah deyu çarpan yüreklilerdi. Bir düşün, fatihler fatihi, Habibullah’ı... Amellerdi sevdanın en güzel mısraları, Gayretlerdi dergahı, hakikat şeyhimizin... Gerçek aşk kadehinin çalışmaktı şarabı, Cemiyete yararın olmadan, eremezsin... KALBİN KABESİNDE Körfezlerde gittikçe uzaklaşan gemiler, Bir başka seyredilir düşer gibi boşluğa, Göçe susarcasına uçuşurdu yelkenler, Dağılırdı saçların rüzgarın mezarında. Semahın kıblegahı ruhunun fezasında; Bir başkaydı her zaman, düşlerken bir başkaydın, Çehrenin bahçesine gülüşler yayılır da, Bağrının kabesinde, sayhanı sayıklardın. SESSİZ SAYHA Altın sonbahar, sokak fenerleri, Duygun çardaklarda su perileri... Ürkek parkelerde cesur kediler, Kuşların sadrını deler de geçer. Adın, hançeremde hüznün hançeri, Gönlümün yaşına bakmadan deşer. Gülüşün, ruhuma neden kasd eyler, Niçindir ciğeri söndüren düğüm? Nazarında yeşeren sır serçeler, Toprağım, denizim, yelim, göğümdün. Saflığın, cürmümü ezer de geçer, Çakılarla çözülmez bu kordüğüm... Nefesin; ateşten sıcak, yumuşak, Kuş tüyünden hafif, alımlı sesin. Ruha körpe sevişmekler katarak, Sabahlara yüklü bir ceylan leylin. Nezaketin göğsünden çağlayarak, Taşıp kavururdu, zarif gözlerin... Sendin adı şehla, şanı züleyha, Kanı leyla, gülü leyla, rüveyda... Bakmaklara hep görmekler ekerdin, Ansızın çakışırdı şimşek yüreğin. Can sayha, ten vaha, umular sahra... Yüreğin, içimde soluk soluğa. Resimlerin bile ahrazdı şimdi, Hatırlamaz oldum nazlı sedanı... Unutmak lime lime ah cemreni, Ne bitmez kahırdı, ne kadim acı... Bilmem üşür müsün orda sevgili, Bekle bizi, çoğu gitti azı kaldı... KARANLIĞIN MEZARLIĞI Put denizi şehirlerde, Lanetli sularıyla arzu, Şehvet serper siperlere, Ter içinde ve kuğumsu. Kıvrımların isyanından, Baygın düşmüş kıvılcımlar, Sürtünüşten nasır tutan, Tenler sarhoş, ölü ruhlar... Sedirlerde huysuz gözler, Zihinlerde loş kabuslar, Dizilmiş arsız imgeler, Derilmiş kör metaforlar. Yaymış yine o koyuluk, Zulmü örten dalgaları. O renk ki dipsiz korkuluk, Sarar şemsin her yanını... Görünmez boğuşmalarla, Çullanır huzur burcuna, Pençeler umut dağını, Uzar her yerden kolları. Bir ejderha ki karanlık, Yakar çocuk renklerini. Kaçar tonlar, solar ışık, Mahvettiği bahçelerden... ÇERAĞIN KUNDAĞINDA Döşlerdeki kandillerin, Uhrevi balkırıydı aşk... Bir semavi veçhe mızrak, Anahtarı merhametin... Serpilirdin cevherinden, Metanetler yeşertirken... Dehşetli geceler dahi, Bastıramaz cevherini... Işıkların somyasında, Karanlıklardı suların, Hışırtılar yaprakların, Suskun bakır ufuklarda... FLAMİNGO SAATİ Hücrelerde zemheri, kutuplarda yangınlar, Bakışlar, aynalarda ağlayan bir sonbahar. Çağlayan deryalarda; sahraların vahası, Serabın, semalardan haykırır meramını. Altın bülbüllerdi o şakıyan yalnızlıklar, Issızlıklar köşkünün çilekeş divanında. Divanlar ki nümayan, sonsuz okyanuslarda, Testin kadar ihata, tasın kadar ırmaklar. İnce sütun bacaklar şimdi ateş dansında, Şimdi baygın gözlerde çarpar arzunun kalbi. Nabızlarda cezbeler; nazik haz vakitleri, Zarifçe okşanışlar sırların surlarında... İKTİHAM Sevişmek isterdik hep göklerde uçuşarak, Manevi fezamızın mefhumdan sularında. Metaforlar dokuyup nakşederek semaya, Taze ruhlar düşlerdik, aşka kanatlanarak... Bakırlar balkırlara karşırdı buğunda, Efsununda tütsüler, ferdaların fersude. Sinelerin; dinmeyen şelalesi zamanın, Pürüzsüz tutuşmaklar bahşeder bahçemize. Gözlerin gökyüzüydü yaralı kuşlar için; Masum falyanoslara şefkatli okyanuslar... Anne gülüşlerinden içli bir sesin vardı, Sesin, her yüzde sesin, her solukta nefesin. Sen eskimolara yaz, kutuplara bahardın, Etrafına yıpranmayan şarkılar saçardın… VESSELAM Aydınlık gözlerinde; ışıltılar çarpışır, Renkler, tonlar, ahenkler, mihenklerle katışır. Vurulur yüreğinden suya inen bir ceylan, Tutar yasını kuşlar, kurulur tahtırevan. Biz, toplu yalnızlığın müritsiz mürşitleri, Aç ruhlarımız ancak o Sonsuz Sevgili’nin... Rızası, cemaliyle, muhhabbetiyle doyar, Yalnız hissedeceğiz; o mümtaz güne kadar. |