Alçak ruhlu olanlar para arar, yüksek ruhlu olanlar ise saadet arar. ostrovski
SAHRA'NIN UYANIŞI ve YÜKSELİŞİ: M.S. 8000 - M.Ö. 5000
Sahra Çölü, bugün dünyanın en kurak ve geniş çöl alanlarından biridir; ancak yaklaşık 15.000 ila 5.000 yıl önce bu topraklar göllerle dolu, otlaklarla kaplı ve yaşamla iç içe bir ekosisteme sahipti. B...
75. Bölüm

30: Kablosuz İletişim (M.Ö. 3072)

2 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
Bölüm 30: Kablosuz İletişim (M.Ö. 3072)
30.1. Kral Karmen’in Büyük Halk Hitabı

Güneş, Memfis’i altın ışıklarla sarmıştı. Nil’in suları masmavi ışıldıyordu. Nil kıyısındaki büyük meydan sabah güneşiyle parlıyordu. Davullar çalıp, borazanlar ötmeye başlayınca halk, bronz dişlilerle süslenmiş yeni saat kulesinin gölgesinde toplanmaya başladı.


Kral Karmen, altın işlemeli leopar postlu pelerinine sarınmış kaftanıyla, fildişi asasıyla platformun basamaklarını çıktığında davullar ve halkın gürültüsü sustu. Gözleri kalabalığın üzerinde dolaştı. Güneş, yüzündeki çizgilere asalet gibi vuruyordu. Kral'ın sesi, meydanda yankılandı:

"Ey Kemet’in halkı! Nil’in evlatları! Sizler, bu toprağın bereketi, bu nehrin ruhusunuz. Bugün, geçmişin zincirlerini kırdığımız, geleceği ellerimizle inşa ettiğimiz bir çağın şafağında toplanmış bulunuyoruz. Krallığımızın dönüşümünü anlatmak için buradayım. Zira Kemet, artık sadece taş ve kum değil; akıl ve bilginin vatanıdır!"

Kalabalıktan bir uğultu yükseldi, sonra çığlığa dönüştü. Bir kadın ”Yaşa Karmen!” diye bağırdı, binlerce ağız tekrarladı.

"Rahipler, tanrıların kökenlerini uydurma masallarla süsledi. Komik ve absürt hikâyelerle ruhlarımızı köleleştirmeye kalktılar. Ama biz hakikati seçtik! Rahipler itiraf etti: Tanrılar, sahte masallardan ibaret! Kemet, yalanlarla değil, bilimin ışığıyla yükselecek!"

Meydan kahkahaya boğuldu. Çocuklar ellerini havaya kaldırarak ”Hakikat!” diye bağırdı. Rahiplerden biri yüzünü yere çevirdi.

"Bilginlerimizi, ustalarımızı, gök gözlemcilerimizi bir araya getirdim. Onlar, yeryüzünün ve gökyüzünün geleceği için çalışıyor. Sihirbazlar, numaralarının optik illüzyonlar, mekanik düzenekler ve kimyasal hileler olduğunu itiraf etti. Astrologlar, burçların yıldızlardan değil, komşuların, akrabaların davranışlarından uydurulduğunu kabul etti. Piramitlerin ölüleri göğe taşıyacağı yalanını savunan rahipler sustu! Çünkü göğe yükselmenin yolu taş yığınları değil, bilimdir! Canlıyken gökyüzüne ulaşmanın tek yolu, aklın kanatlarıdır!"

Halk coşkuyla ”Bilim!” diye bağırdı. Dokumacı kızlar yıldız desenli kumaşlarını kaldırdı. Bir kadın, ”Piramitler değil, aklımız!” diye haykırdı. Bir astrolog kalabalığın arasında utançla şapkasını çıkarıp yere koydu.

"İnsanlı Uçurtma Projemizle göklere dokunduk! Uçma turizmiyle balonlarımız altın ve gümüş yağdırdı. Kemet, uçurtma ve balonla ‘Uçma Çağı’na adım attı! Petrolü keşfettik, ‘depolanabilir ateşi’ icat ettik. Buhar, çarkları döndürüyor, yükleri kaldırıyor. Kanatlar Çağı’nı başlattık, Uçma Sanatının Mektebi’ni açtık. Elektriğin ve manyetizmanın sırlarını çözdük. Uçma Olimpiyatları’nda gökyüzünü fethettik, ilk roket denemelerimizi yaptık. Motor Devrimi’ni, Alüminyum Devrimi’ni başlattık. Afrika Birliği’ni güçlendirdik, Afrika Sanayi İşbirliği Teşkilatı’nı kurduk. Roketli Uçuş Sanatı’nı keşfettik, daha güçlü yakıtlar bulduk, dev roketler yaptık. Teleskoplarımızla yıldızları, mikroskoplarımızla mikro dünyaları keşfettik. Göğün sınırının başladığı Karman hattına ilk kadın astronotumuzu gönderip dünyanın yuvarlak olduğunu ispatladık!"

Meydan gök gürültüsü gibi yankılandı. Meydanda yankılanan alkışlar kulakları sağır etti. Gençler, ”Gökyüzü bizim!” diye bağırdı. Bazıları sevinçten yere kapanıp dua etti; kimileri göğe ellerini uzatıp ağladı. Rüzgâr, kalabalığın ”Karmen! Karmen!” nidalarını Nil’in ötesine taşıdı. Bir çocuğun sesi duyuldu: ”Ben büyüyünce mikroskopçu olacağım.”

"Otomatik Mekanikler Çağı’nı başlattık. Her şehre, zamanı kusursuz ölçen Saat Kuleleri diktik. Hesap makineleriyle kâtiplerin hatalarını düzelttik. Otomatik Dokuma Devri’yle kumaşlarımız Afrika’yı fethetti. Tekstil Fuarı’nda Kemet’in şöhreti sınırları aştı; kumaşlarımız, el değmeden dokunan desenleriyle dünyayı büyüledi!"

Halk, Kemet'in rengarenk kumaşlarını havaya fırlattı. Tüccarlar, ”Kumaşlarımız dünyayı sardı!” diye gözyaşlarını sildi. Çocuklar dans ederek, renkli ipler salladı. Meydan renk ve coşkuyla doldu.

"Bugün, Kemet sadece bir krallık değil, bilimin, aklın ve insan ruhunun zaNil-7ir. Sizler, bu çağın mimarlarısınız. Birlikte, gökyüzünü, yıldızları, hatta evrenin sırlarını ele geçireceğiz! Nil’in bereketi, aklımızın ateşiyle birleşti. Kemet, insanlığın geleceğini dokuyor!"

Bu sözlerle birlikte, meydan patlayan bir dalga gibi ayağa kalktı. İnsanlar bağırıyor, ağlıyor, alkışlıyor, kimileri yere kapanıyordu. Kral elini kalbine koydu, gözleri doldu. Rüzgâr konuşmanın son kelimelerini aldı, Nil’in ötesine taşıdı. Var gücüyle haykırdı:

“Bütün bunları birlikte yaptık… Siz, ben, bilginlerim, işçilerim, kadınlarım, çocuklarım… Biz, insan aklının kanatlarını açtık. Artık taş yığınlarına eğilmiyoruz. Taşlar ve metaller bize hizmet ediyor… Ve bir gün… hep birlikte göğe çıktığımızda, yıldızlara vardığımızda, Orada diyeceğiz ki: ‘Biz, Kemet halkıydık. Yalanlara değil, hakikate inandık!’”

Meydan, alkışlar ve sevinç çığlıklarıyla doldu. Çocuklar kumaşları salladı, kadınlar ve erkekler meşaleleri havaya kaldırdı. Davullar yeniden vurdu, alkışlar saat kulesinin çan sesine karıştı. Nil’in suları, coşkuyu yansıttı; Kemet, yeni bir çağın eşiğinde parlıyordu.

Kalabalık hep bir ağızdan şarkı söylemeye başladı.

(Kemet Halk Ezgisi - M.Ö. 3072)

Mademki bu karanlıkta sen bize ışık oldun, Mademki yıldızları sen yere indirdin,
Mademki korkuların zincirini kırdın, Artık biliriz, kurtuluş senin yolundadır.

Senin yolunda, Kralım,
Senin yolunda!
Dönüşü yok, inan bana,
Birlikte olan aşkımızın!
Senin yolunda,
Senin yolunda!

Mademki yalanları susturdun,
Taş değil, akılla göğe yükseldin,
Mademki rüzgârı çarka çevirdin,
Ateşi depolayıp bize umut verdin!

Senin yolunda, Kralım,
Senin yolunda!
Dönüşü yok, inan bana,
Bilime olan aşkımızın!
Senin yolunda,
Senin yolunda!

Mademki göklere bizi gönderdin,
Dünya döndü, biz gördük Kralım!
Mikroskopla küçüğü büyüttün,
Evreni anlamak için kalbimizi büyüttün!

Senin yolunda, Kralım,
Senin yolunda!
Dönüşü yok, inan bana,
Kemet’e olan aşkımızın!
Senin yolunda,
Senin yolunda!

(Koro - binlerce kişi tek sesle)
Güneş doğar adınla, Nil taşar inancınla!
Gökleri açtın, zinciri kestin!
Kral Karmen, Kemet’in nefesi!
Hep senin yolunda, hep senin yolunda!








30.2. Kral'ın Sessiz Çığlığı

Kral Karmen, sarayın yüksek tavanlı yatak odasında uzanmıştı. Gece dolunay ışığı mermer döşemeye vururken, boğazındaki yanma onu uyandırdı. Dudaklarını araladı, hizmetçisini çağırmak istedi: “Hey, su getir!”

Ama sesi, sadece bir hırıltı gibi çıktı. Boğazı yanıyordu; ne bağırabiliyor ne de fısıldayabiliyordu. Kalkıp kapıya vurmayı düşündü ama yorgun bedeni yataktan kalkmaya razı gelmiyordu. Gözlerini tavana dikti, içinden fısıldadı: “Şurada bir düğme olsa, bassam… Hizmetçi gelse. Ne güzel olurdu.” Bu düşünceyle yeniden uyudu.

Ertesi sabah, güneş henüz doğmamışken, sarayın taş duvarları arasında yankılanan tek ses, Kral Karmen’in boğuk öksürüğüydü. Önceki günün uzun halka sesleniş konuşması, ses tellerini yıpratmıştı. Konuşmanın coşkusuyla bağırmış, halkın tezahüratına sesini katmış, sonunda ses tellerini yakmıştı. Şimdi, boğazı yanıyor, sesi neredeyse fısıltıya dönüyordu.

Kral, ipek sabahlığını omzuna geçirip aynanın karşısına geçti. Gözlerinin altı morarmış, dudakları kurumuştu. Dudaklarını aralayıp konuşmayı denedi, ama ağzından sadece hırıltı çıktı.
“Yine de… dün güzel bir gündü,” dedi kendi kendine, sesi sanki rüzgârın hışırtısı gibiydi.

Pencerenin önüne geldi, dışarıda sabah pazarının kurulduğunu gördü. Halk hâlâ dünkü coşkunun içindeydi. Kadınlar ellerinde bayraklarla yürürken, çocuklar “Senin yolunda!” şarkısının nakaratını söylüyordu.

Kral, dudaklarının kenarında beliren gülümsemeyle onlara baktı. Ama sonra bir an için yüzü ciddileşti. Kendi sesini duyamamak tuhaf bir yalnızlıktı. Bir kral için, sessizlik bir eksiklik değil, bazen bir tehdit demekti.

Tam o sırada kapı hafifçe aralandı. İçeri, sarayın sadık hekimi Doktor Ferent girdi.
“Yüce Efendim, sesiniz hâlâ çıkmıyor mu?”

Kral başını iki yana salladı.

Ferent, kristal bir şişeden koyu mor bir iksir çıkardı, ”Bu karışım içinde bal, zencefil, adaçayı, ekinezya, okaliptüs yağı var. Boğazınızı yumuşatır ama birkaç gün konuşmamanız gerekir. Halkla temas etmeyin.”

Kral kaşlarını çattı. Halkla temas etmemek mi? Dün binlerce kişi önünde onu alkışlamış, onun adına şarkılar söylemişti. Bugün sessiz kalmak, sanki o sıcaklığı bir daha bulamayacakmış gibi hissettirdi.

Pencereye döndü. Aşağıda, kalabalık hâlâ onu görmek için sarayın avlusuna doluşuyordu. Ellerinde pankartlar vardı:

“Kralımız Karmen, Senin Yolunda!”

Kral içinden geçirdi: Belki de sesim kısılmışken, onların sesini dinlemenin zamanı gelmiştir.

Halkın sesini duymak için pencereyi açtı. Soğuk sabah havası içeri dolarken, dışarıdan yükselen ezgiler odasında yankılandı.

30.3. Hizmetçi Çağıran Düğme

Doktorun verdiği iksiri içmesine rağmen boğazındaki acı hâlâ geçmemişti. Dinlenmek için yatağına uzanırken geceden kalan o düşünce ”bir düğmeye bassam ve hizmetçi gelse” aklında yankılandı.

Elini çenesine götürüp mırıldandı, sesi neredeyse duyulmaz bir tınıydı:
“Bir düğme… belki… yapılabilir.”

Kalktı, pelerinini sırtına aldı ve zorla sesini çıkararak koridordaki nöbetçiye emretti: “Bilgin Nefrakaet'i çağırın! Hemen!”

Nefrakaet, Cinat isminde elektrikli arabayı yapan, elektriğin sırlarını çözmüş o ünlü bilgin, saraya çağrıldığını duyunca koşarak geldi.

Bir saat geçmeden kapı açıldı. İçeri, uzun beyaz cübbesi ve mavi kadife kukuletasıyla Bilgin Nefrakaet girdi. Elinde pirinçten yapılmış bir cetvel, arkasında da deriden bir defter taşıyordu.

Kral’ın yatak odasına girdiğinde, kralın boğazını tutarak işaretler yaptığını gördü.

Nefrakaet eğildi: “Efendim, ne oldu? Sesiniz mi gitti?”

Kral başıyla onayladı, boğuk bir sesle fısıldadı:

“Sesim… hâlâ yok, Nefrakaet. Bu yüzden dikkatle dinle.”

Bilgin başını saygıyla eğdi, elini kulağına götürerek yaklaştı.
Kral, neredeyse dudaklarını oynatarak konuşuyordu:

“Gece bir şey düşündüm… Kapının yanına… küçük bir düğme. Bastığımda… hizmetçi gelsin. Bağırmadan. Sesimi yormadan.”

Bilgin kaşlarını kaldırdı, ardından gözleri parladı.

“Yüce Efendim, bu fikir… büyüleyici! Cinat arabamda kullandığım o görünmez gücü, burada da kullanabiliriz. Tellerle işleyen bir sistem tasarlayabiliriz. Tahtınıza ve yatağınıza iki düğme koyayım. Düğmeye basınca, uzaktaki elektromıknatısa bağlı küçük bir çekiç bir zili çalar. Her oda birbirine tel ile bağlanır.”

Kral başını yavaşça salladı, memnuniyetle.

“Bunu yap, Nefrakaet. Ama… gösterişli olmasın. Sessiz. Zarif.”

Bilgin not defterine birkaç satır karaladı, sonra heyecanla konuştu:

“Bunu sadece sizin için değil, tüm saray için kurabiliriz. Her düğme farklı bir sesi tetikler; su isteyen başka, ateş isteyen başka çalar. Hatta… belki bir gün… şehirdeki nöbetçileri bile bu tellerle uyarabiliriz!”

Kralın gözlerinde yorgun ama derin bir parıltı belirdi. Dudakları kıpırdadı, sesi neredeyse rüzgâr kadar hafifti:

“Belki bir gün… Dünya'da herkesi birbirine bağlarsın… Ama önce hizmetçimi...”

Kral eliyle “hemen” diye işaret etti.

Bilgin başını eğdi, o anın farkında olarak: belki de tarihte ilk kez bir iletişim ağı fikri, bir kralın kısılmış sesinden doğuyordu.

30.4. Kablolu Zil

Nil’in kenarında bir uğultu yankılanıyordu. Suyun akışına yerleştirilen dev bir çark, gece gündüz dönüyor; dönen çark, bakır dişliler aracılığıyla sarmal bir mil sistemini hareket ettiriyor; mile takılı manyetitler, bakır bobinlere enerji taşıyordu. O bobinler, Nefrakaet’in deyişiyle, ”görünmeyen bir gücü” doğuruyordu elektrik.

Bilgin Nefrakaet o gece sarayda sabaha kadar çalıştı. Kralın yatağı kenarına bir düğme yerleştirdi; parmakla dokunulunca içindeki ince yay bir bakır plakaya temas ediyordu. Aynı sistem, tahtın kol dayanağında da vardı. Her iki düğmeden çıkan kablolar, gizlice taş duvarların içinden geçiyor, koridorun sonundaki küçük odada elektromıknatısa bağlı bir çekiç düzeneğine bağlanıyordu.

Sabah olduğunda kral uyandı. Boğazı hâlâ yanıyordu ama gözlerinde çocukça bir heyecan vardı.

Nefrakaet, sessizce eğilerek, ”Emriniz, Hazır” dedi.

Kral yatağın kenarındaki düğmeye uzandı. Başparmağıyla hafifçe bastı.

Tavanın ötesinden, uzak bir odadan ”TONG!” diye yankılanan bir ses geldi. Ardından, birkaç saniye sonra kapı nazikçe aralandı. Hizmetçi içeri girdi, şaşkın ama itaatkâr bir halde eğildi.

Kral fısıldadı:

“Su getir.”

Hizmetçi hızla çıktı, bir dakika geçmeden elinde gümüş ibrikle döndü. Kral suyu yudumlarken, Nefrakaet gözleri parlayarak gülümsüyordu.

“Yüce Efendim” dedi sessizce, ”düğmeye bastığınızda elektromıknatıs, çekiç kolunu çekti. Gong çaldı, hizmetçi duydu ve koştu. Bu, insan sesi olmadan verilen ilk emirdi.”

Kral Karmen kadehini kaldırdı, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir tebessüm belirdi.

Nefrakaet başını eğdi.

“Ve bir gün, belki bu düğmeler şehirdeki her eve ulaşır.”

Kral sessizce başını salladı.

30.5. Her Odaya Düğme

Ertesi sabah güneş Nil’in sularına vurduğunda, Kral Karmen’in sesi neredeyse tamamen düzelmişti. Kral, zil düzenini o kadar beğenmişti ki, ertesi sabah Nefrakaet’i çağırdı:
“Bu zil,” dedi. ”Yalnız burada değil, her odada olsun!”

Nefrakaet başını kaldırdı:

“Her odada mı?”

“Evet!” dedi Karmen. ”Yatak odamda, toplantı salonunda, hamamda, hatta bahçede bile. Başbilgin, Başrahip, Başmühendis, Başvezir, Başkatip ve Başyargıç da tek bir düğmeye basınca gelsin. Yüksek kurul parmak uçlarımızda olmalı!”

Nefrakaet başıyla onayladı ama içinden derin bir nefes aldı. “Emriniz baş üstüne efendim.”

Atölyeye döndü, kabloları topladı. Sarayın her odasına düğme koymak için duvarları deldi, taşları oydu, kabloları döşedi. Hizmetçi odalarına elektromıknatıslar yerleştirdi. Her odanın zil sesi farklı olsun diye çanları farklı boylarda yaptı: Taht odası için derin bir “gong”, yatak odası için tiz bir “çın”, yemek odası için ritmik bir “tık tık”.

Ama günler geçtikçe kablolar sarayın her yerine yayıldı. Duvarların arkasında, koridorlarda kıvrılan teller halıların altından geçti, sütunların arkasına gizlendi, mermer pervazların altına sıkıştırıldı. Saray, bir örümcek ağını andırmaya başlamıştı; bakırdan bir ağ.

Bir sabah, Kral Karmen uzun kırmızı halının üstünde yürürken, aniden ayağı bir kabloya takıldı. Bir an sendeledi; altın işlemeli pelerini dengesini bozan bir yelken gibi arkasından savruldu. Yanındaki muhafızlar düşmeden yakaladı.

Kral, öfkeyle ayağını kablonun üzerinden çekti. ”Bu da ne!” diye gürledi. ”Her yerde bu iğrenç yılanlar! Sarayım, kabloların ağına dönmüş!”

Nefrakaet koşarak geldi, alnından ter süzülüyordu. ”Efendim,” dedi titreyen bir sesle, ”elektrik tellerle akar. Başka yolu yoktur. Teller olmadan akmaz.”

Kral, gözlerini daralttı, tahtının yanındaki zili gösterdi. ”Başka yolunu bul,” dedi kısık ama keskin bir sesle. ”Bu çirkin kabloları istemiyorum. Kemet’in sarayı bir yılan yuvası olmayacak.”

Bilgin yutkundu. ”Başka yol...” diye fısıldadı. O anda, gözleri bir anlığına göğe çevrildi. Nil’in üzerinden esen hafif bir rüzgâr, sarayın açık penceresinden içeri süzülmüştü. Kafasının içinde bir düşünce belirdi; ”ya elektrik de rüzgâr gibi dalgalarla yayılıyorsa…”

Fakat o an, bu düşünceyi dillendirmeye cesaret edemedi. Sadece eğilip ”Emredersiniz,” dedi. Sonra sessizce geri çekildi.

30.6. Gece Yarısı Rüyası

O gece Bilgin Nefrakaet uyuyamıyordu. Gece yarısını çoktan geçmişti. Odasında yalnızca mumun titrek ışığı yanıyordu. Nil’in üstünde esen rüzgâr, evinin pencerelerinden uğuldarken, Kralın ”Başka yolunu bul!” diye haykırışı hâlâ kulaklarındaydı. Uyku ile uyanıklık arasındaki gidip gelirken ”Başka yol...” diye fısıldayıp yavaşça uykuya daldı.

Gece yarısı, Nil’in yüzeyi huzursuzdu. Sular, rüzgârın uğultusuyla dalga dalga kabarıyor, kıyıya çarpan her vuruşta taşları titretiyordu. Gökyüzü, koyu kurşuni bir örtüyle kapanmıştı; bulutlar birbirine sürtünerek elektrik yüklü bir gerilimle şişiyordu. Kemet'in üstünde, göğün damarları çatlamaya hazırlanıyordu.

Avludaki ağaçların dalları, rüzgârın ani öfkesiyle savruluyor, taş duvarlar gök gürültüsünün yankısıyla içten içe sarsılıyordu. Bir anlığına her şey sustu. Sanki doğa nefesini tutmuştu. Ardından, göğün derinliklerinden gelen boğuk bir ses yükseldi

Bir anda, gökyüzü yırtıldı.

Gürültü, sanki bir dağın patlaması gibiydi. Odanın duvarları titredi, mumun alevi bir anlığına söndü gibi oldu, sonra yeniden titrek bir ışıkla yanmaya devam etti.

Nefrakaet, uykunun en derin yerinden, bir düşün ortasından çekilip alındı. Gözleri birden açıldı, ama zihni hâlâ rüyanın içinde yankılanıyordu. Yatağında hızla doğruldu. Kalbi patlayacak gibi atıyordu. Dışarıda rüzgâr hâlâ uğulduyordu, ama bu ses farklıydı.

Nefrakaet pencereye yöneldi. Camın ardında gece, fırtınanın içinde şekil değiştiriyordu. Nil’in suları kabarmış, uzaklarda şimşekler göğü parçalara ayırıyordu. Ama onun gözleri hâlâ rüyanın izindeydi.

“Ve işte,” dedi sessizce, ”gökyüzü yine kararını verdi.”

Gök gürültüsü, kulubesinin taşlarını sarsarken, şimşekler bulutların arasında mavi damarlar gibi çakıyordu. Her parıltı, Nefrakaet'in yüzünü bir anlığına aydınlatıyor, sonra yeniden gölgede bırakıyordu. Yağmur, bir anda boşaldı. Camın dışı suyla kaplandı, ama Bilgin Nefrakaet hâlâ oradaydı, gözlerini kırpmadan izliyordu.

Sonra... En keskin şimşek, bulutların içinden fırlayıp Nefrakaet'in kulubesine saplandı. Işık, gözleri kör edecek kadar beyazdı.

Uyandı. Yatağından hızla fırlarken ”Çok şükür rüyaymış” dedi.

Mum hâlâ yanıyordu. Rüzgâr hâlâ uğulduyordu. Ama artık başka bir şey vardı odada: Bir ayna.

Nefrakaet yorgun gözlerini ovuşturdu, sonra Uyku ile uyanıklık arasındaki o ince çizgide, bir ”GONG!” sesi duyuldu.

Derin, metalik bir ses… sanki odanın içinden geliyordu.

“Evime bu elektrikli çanlardan bağlamadım ki” dedi.

Bir kez daha çaldı.

“GONG!”

Odanın duvarları titredi, mum alevi eğildi.

Nefrakaet irkildi. Gözlerini tekrar ovuşturduğunda aynanın kenarından belli belirsiz bir ışık sızdığını farketti.

“Kim var orada?” diye fısıldadı. Bir süre dinledi; ses aynanın içinden geliyordu.

Yavaş adımlarla aynaya yaklaştı. Her ”GONG” vuruşunda aynanın yüzeyi su dalgası gibi titreşiyor, içinde silik gölgeler kıpırdanıyordu.

Nefrakaet birkaç adım kala durdu, kendi yansıması bir an için kayboldu.

Yerine, Kral Karmen’in yüzü belirdi.

Ama Kral'ın bedeni, bir ağın içine sıkışmış gibiydi. Görüntü net değildi; tıpkı anten ayarı bozuk bir tüplü televizyonun karıncalı görüntüsü gibi, çizgilerle bozuluyor, tekrar toparlanıyordu. Kral'ın kollarına ve ayaklarına dolanmış kablolar boynuna kadar yükselmişti.

Işık bir açılıyor, bir kararıyordu.

Sanki görüntü, görünmez bir dalga üzerinde gelip gidiyordu.

Kral’ın sesi boğuk ve titrekti:

“Beni kurtar, Nefrakaet!... Bu teller... İğrenç yılanlar gibi beni yutuyor!...”

Sesi bir anda parazitlendi; cızırtılar, bozuk bir frekans gibi odanın içinde yankılandı.

“...duy...yo... musun?...”

Nefrakaet şaşkınlıkla aynaya yaklaştı.

Parmak uçlarını cama dokundurdu. Sanki bir anlığına üzerine sıçrayan elektriğin darbesiyle oda parladı.

O anda Kral’ın eli kendisine uzandı. Aynanın içinden keskin bir “cızzt” sesiyle birlikte beyaz ışık bir kez daha parladı. Son ”GONG” vuruşu sesini duyduğunda güçlü bir elektrik çarpmasıyla bedeni titredi. Ve her şey bir anda karardı.

Nefrakaet çığlık atarak yatakta doğruldu. Kalbi hızlı atıyor, alnından ter damlıyordu. Oda karanlıktı. Rüzgâr hâlâ uğulduyordu. Nefrakaet, gözlerini kapatıp fısıldadı: ”Hala rüyada mıyım?”

30.7. Sabah Koşusu

Nefrakaet, gece boyunca çarpan kalbini dizginlemeye çalıştı; ama, tekrar uyumaya cesaret edemedi. Güneş daha yükselmemişken, pencereden içeri süzülen sarı ışıkla birlikte tek düşünce onu yürütüyordu: Bu iş sabahtan öteyi bekleyemezdi.

Koşarak kayıtlar salonunun yolunu tuttu. Nefes nefese Başbilgin Enlil-Hotep’in kapısını üç kez vurdu, fakat başbilgin henüz gelememişti, bekledi. Bir saat sonra Başbilginin yüzü uykunun pusundan yeni yeni aralanıyor halde odasının kapısına geldi.

“Ne oldu, Nefrakaet?” dedi. ”Sabahın köründe seni buraya kadar timsahlar mı kovaladı?”

Başbilgin kapısının kilidi açıp içeri girdi. Nefrakaet hızlı adımlarla peşinden içeri daldı, elleri ve sesi titriyordu ama sözcükleri netti:

“Bu gece Kral'ı rüyamda gördüm. Saraya Kral'ın isteği ile iletişim için döşediğim teller vardı ya. İşte Kral o kabloların içinde sıkışmıştı. Baştan Gong sesi aynadan geldi. Sonra Kral aynada belirdi. ‘Beni tellerden kurtar!’ diye bağırdı. Sesi ve görüntüsü bana kablolar olmadan ulaştı.”

Enlil-Hotep’ın kaşları kalktı; yüzündeki uykunun yerini ciddiyet aldı. ”Ayna mı?” diye mırıldandı. ”Rüyanda ayna sana görüntü ve ses mi getirdi?”

Nefrakaet başını salladı. ”Evet. Ve ardından korkuyla uyandım. Ama hâlâ o cızırtıyı duyuyorum kulaklarımda. Bu bir uyarı olabilir. Çünkü önceki gün Kral bana kızmıştı. Kablolarımın yılan gibi çirkin olduğunu söylemişti; 'Kablolara gerek bırakmayan iletişimin bir yolunu bul' demişti.”

Enlil-Hotep kalktı. Gözlerinde ateşli bir ışık belirdi. ”O zaman beklemeyeceğiz. Derhal tüm bilginler toplantıya çağırılsın. Bu bir kabus değil, buluşa açılan bir kapı olabilir.”

30.8. Bilginler Salonunda Fikir Fırtınası

Kayıtlar Salonu'nun yüksek tavanı, sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanmıştı. Duvarları süsleyen hiyeroglifler ve papirüs tomar koleksiyonları, şimdi tarihin şahitliğini yapıyor gibiydi. Toplantı odasındaki uzun sedir ağacından yapılmış masanın etrafında, Kemet'in en seçkin zihinleri toplanmıştı.

Başbilgin Enlil-Hotep, ayağa kalktı. Sessizliği, ağırbaşlı bir sesle bozdu:
"Bildiğiniz gibi, Kralımız Karmen, sarayın odalarını birbirine bağlayan ve Yüksek kurul üyelerini çağırmasını sağlayan bakır tellerden rahatsızlık duyuyor. Onları 'yılan sürüsü'ne benzetti ve bize başka bir yol bulmamızı emretti. Kral'ın bu isteği sadece bir estetik kaygı değildir."

Bilginler birbirine baktı, masadan bir uğultu yükseldi.

Enlil-Hotep, konuşmasına devam etti: "Ancak bu gece, Bilgin Nefrakaet bir rüya görmüş. Bir rüya ki, belki de yeni bir icadın doğması için bize bir işaret olabilir. Görüntü ve sesi havadan taşımak... "

Nefrakaet söz aldı. Rüyasını en ince ayrıntısına kadar anlattı: GONG sesini, titreşen aynayı, kabloların ağına sıkışmış Kral'ın bozuk sinyalini ve sonunda yaşadığı o elektrik çarpmasını. Anlattıkça odadaki hava heyecanla yüklendi. Gözler fal taşı gibi açılmıştı.

Bilgin Nisaba derin bir sessizlikten sonra söze başladı: "Nefrakaet’in rüyasında gördüğü gibi, teller olmadan ses ve görüntü bir yerden başka bir yere aktarılabilseydi... bu, haber taşıyan atlı ve atsız arabalara, işaret kulelerinde dürbünlü nöbetçilerin çektiği renkli bayraklara, hatta güvercinlere bile ihtiyaç bırakmazdı. Böylesi bir şey gerçekleşirse, bilgi artık günlerce değil, anında ulaşır. Bu, bildiğimiz dünyanın işleyişini kökten değiştirir. Ama... böyle bir aktarım nasıl mümkün olabilir ki?"

Genç ve ateşli bilgin Şuruppak atıldı: "Ses zaten temassız gelir. Ses tellerimizin titreşimiyle oluşur ve kulak zarımıza havadan gelir. Görüntü de temassız gelir. Işığın cisimden yansımasıyla gözlerimize havadan gelir. Fakat ikisi de uzaklık ve engeller olursa anlaşılmaz ve sonunda farkedilmez."

İşte bu noktada, sessiz sedasız oturan fizik bilgini Meskalanduk, sakin ama keskin bir sesle konuştu:
"Sadece ışık ve ses değil. Aslında, doğa bize daha pek çok şekilde temas olmadan kuvvet iletiminin mümkün olduğunu zaten gösteriyor. Sadece gözümüzü bu gerçeğe açmamız gerekiyor."

Tüm başlar ona döndü. Meskalanduk, masanın üzerine bir pusula ve bir parça manyetit taşı koydu.
"Bakın," dedi. "Mıknatıs, bu pusulanın ibresine hiç dokunmadan onu hareket ettiriyor. Arada hiçbir fiziksel temas, hiçbir kablo yok. Demek ki, görünmez kuvvetler var. Görünen kuvvetleri vasıta ettiğimiz gibi, görünmez kuvvetleri de hizmetimize vasıta edebiliriz. İki işaret kulesi arasında güçlü mıknatıslarla iletişim mümkün olabilir"

Bilgin Gılgameş, yanında getirdiği basit bir bobin ve bir pil düzeneğini gösterdi.
"Bobine elektrik verdiğimizde, etrafındaki manyetit parçacıklarının hareketlendiğini biliyoruz. Yine, bir mıknatısı bobinin içinde hızla hareket ettirdiğimizde, tellerde bir elektrik akımı oluşuyor. Bu iki olgu, elektrik ve manyetizmanın, aynı madalyonun iki yüzü gibi birbirine bağlı olduğunu gösteriyor. Ve bu bağ, temas gerektirmiyor. Güçlü elektrik ile güçlü mıknatıslar iki işaret kulesi arasında iletişim mümkün olabilir..."

Bilgin Lugalkeşkokpanda, "Kıvılcım!" diye heyecanla ekledi. "İki elektrot arasında oluşan kıvılcım, havayı aşar. Bu da elektriğin, kısa mesafede de olsa, boşlukta atlayabildiğinin kanıtıdır. Güçlü elektrik üretirsek iki işaret kulesi arasında kıvılcım atlatarak iletişim mümkün olabilir..."

Bilgin Eluluhakalanduk, sakalını sıvazlayarak konuştu:

"Peki ya amber? Bir kumaşa sürtülen kehribar taşı, küçük kağıt parçalarını veya saç tellerini hiç dokunmadan çeker. Bu 'amber gücü', yani elektrik, uzaktan etki edebilir. Güçlü statik elektrik üretirsek iki işaret kulesi arasında saç tellerini çekerek iletişim mümkün olabilir..."

Bilgin Meşalepanda, bu örnekleri birleştirerek fikrini somutlaştırdı:

"İşte! Mıknatısın pusulaya yaptığını, elektriğin de manyetit taşına yaptığını görüyoruz. Demek ki, elektrik ve manyetizma arasında, havayı veya boşluğu aşan, temassız gerçekleşen bir kuvvet alanı var. Belki de bu... 'Elektro-Manyetik' bir alandır."

Bilgin Nisaba bu fikre şüpheyle yaklaştı:

"Tamam, elektrik kıvılcımı atlıyor, manyetit pusulayı çekiyor. Ama Kral'ın sesi ve yüzü nasıl bu yolla gidecek? Bu, fırtınanın taşıdığı bir resmi veya bir fısıltıyı karşı sahile ulaştırmak gibi bir şey!"

Şarmaadat ellerini açtı, heyecanla:

“Düşünün, mıknatısı hareket ettirirsek telde elektrik doğuyor! Ve tersi... İkisinin arasında görünmez bir alışveriş var. Ne ip var, ne değnek, ne hava akımı. Bu nedir o zaman? Belki de boşluk hiç boş değildir. Belki her yer, bir tür akışla dolu. Biz o akışa dokunduğumuzda, o da bize dokunuyor.”

Nefrakaet'in gözlerinde bir ışık yandı:

"Ben rüyamda sürekli titreşim gördüm. Mum alevi titriyordu. Taşlar nehirdeki dalgalarla titriyordu. Gong sesiyle duvarlar titriyordu. Aynanın yüzeyi su falgası gibi titreşiyordu. Kral'ın sesi titriyordu. Elektrik çarpmasıylan bütün vücudum titredi. Belki de öyledir, kablosuz iletişim devrimini açacak anahtar, 'titretmek'dir. Belki de elektrikle manyetik alan oluşturur gibi titreşim yaratmak mümkündür. Eğer bu titreşimleri hızlı ve düzenli hale getirirsek, onları sinyal ve bilgi taşıyan bir dalgaya dönüştürebiliriz. Bir manyetik alanı çok hızlı ters çevirecek şekilde titretirsek, yani elektrik akımını çok hızlı ters yönlerde iletirsek, bu 'elektrikli-manyetik' alan da dalga dalga yayılır. Tıpkı suya atılan bir taşın yarattığı halkalar gibi... Ve belki de, uzaktaki bir başka alıcı bobin, bu görünmez dalgaları yakalayıp tekrar elektriğe, oradan da sese veya başka bir şeye dönüştürebilir."

Enlil-Hotep, tüm bu tartışmayı dikkatle dinliyordu. Sonunda ayağa kalktı ve yumruğunu masaya hafifçe vurdu.

"Eluluhakalanduk'un kehribarı, Meskalanduk'un mıknatısı, kıvılcımın atlayışı... ve Nefrakaet'in rüyası. Hepsi aynı hakikate işaret ediyor. Doğa, temasız iletişimin sırlarını bize fısıldıyor. Biz de bunu duyduk."

Salona kesin bir kararlılık yayıldı. Enlil-Hotep, bilginlere döndü:

"Bu yaptığınız beyin fırtınası yeni fikirler bulmak için, boşuna değil. Kral'ın kurtulmak istediği kablolar, belki de gelecekte tüm insanlığı çok daha büyük bir ağın, bu 'kablosuz iletişim devriminin' içine taşıyacak. Hemen çalışmalara başlayın. Bobinler, mıknatıslar, kıvılcımlar... Kullanabileceğiniz her kaynağı kullanın. Boşlukta dalgalar gibi yayılan hareketli görünmez kuvvetleri yayan vericiler ve bunları yakalayan alıcılar yapın."

Toplantı dağılırken, herkesin zihninde aynı soru vardı: Bu görünmez dalgaları nasıl yaratacak, nasıl kontrol edecek ve nasıl konuşturacaklardı? Artık cevap, teoride değil, deneylerin ve sabırlı çalışmanın derinliklerinde yatıyordu.

30.9. İlk Deneyler

Geceden kalma bulutlar, sabahın ilk ışıklarını yutmuştu. Kemet’in üstünde gök, morla gri arasında gidip geliyordu. Uyanıp atölyeye yürürken bulutları gördüklerinde Nefrakaet’in anlattığı rüya hâlâ akıllarına gedi: fırtına, şimşek ve göğün sesi.

Atölyede taş masanın üzerine küçük bir düzenek kurmuşlardı. Elektromıknatıs ile çalışan bir zil düzeneği bağlamışlardı. Farklı görünmez güçler üretmeyi deneyerek bu zili kablosuz çaldırmayı deneyeceklerdi.

İlk deneyi Bilgin Meskalanduk hazırlamıştı. Mıknatısı belirli yönlere çevirerek pusula ibresini oynatmayı hedefliyordu. Pusula iğnesi, belirli bir sapma açısında yerleştirilmiş ince bir metal kontağa temas edecekti. İlk denemede pusula, mıknatıs 2 santim yakındayken belirgin şekilde sapma gösterdi. Zil çaldığında Meskalanduk heyecanlandı. Ancak mıknatısı 5 santim uzaklaştırdığında ibre sabit kaldı. 10 santimde hiçbir tepki yoktu.
Meskalanduk, defterine not düştü: ”Manyetik alanın etkisi mesafe ile ters orantılı. Sabit mıknatısla iletim yalnızca birkaç santimle sınırlı.”
Daha güçlü bir mıknatısla denediğinde etki mesafesi 15 santime çıktı, ama yine de bir odadan diğerine mesaj iletmek mümkün olmadı. Sonuç açıktı: mıknatıs ve pusula ile yapılan bu sistem, yalnızca çok kısa mesafelerde çalışıyordu. Kablosuz telgraf için uygun değildi.

Meskalanduk’un başarısız denemesinden sonra, Bilgin Gılgameş deney düzeneğini kurdu. Atölyenin taş masasında aynı zil düzeneğini kurdu, ama bu kez farklı bir yaklaşım deneyecekti: manyetit parçacıkları ve güçlü bir elektromıknatıs. Gılgameş pusula yerine hassasiyetini artırmak için manyetit tozuyla kapladığı. Ardından elektromıknatısın yönünü ve akım gücünü değiştirerek ibreyi daha uzaktan saptırmayı hedefledi. 15 cm mesafede: İbre belirgin şekilde sapma gösterdi. Zil çaldı. 30 cm mesafede: İbre hâlâ tepki veriyordu, ama temas kontağına ulaşamıyordu. 1 metre: Hiçbir tepki yoktu.

Gılgameş defterine yazdı: ”Manyetik alanın gücü artırılabilir, ama yönlendirme hassasiyeti ve mesafe hâlâ sınırlı. Bir odadan diğerine mesaj iletmek mümkün değil.”

Sonuç yine aynıydı: mıknatıs ve elektromıknatıs temelli sistemler, yalnızca çok kısa mesafelerde çalışabiliyordu. Bir odadan diğerine mesaj iletmek için uygun değildi.

Meskalanduk ve Gılgameş’in başarısız denemelerinden sonra, Bilgin Lugalkeşkokpanda taş masanın başına geçti. Bu kez hedefi, elektriğin boşlukta sıçrama yeteneğini kullanarak kablosuz iletişim kurmaktı. ”Elektrik iletmek için tel kullanmaya gerek yok. İki işaret kulesi arasında kıvılcım atlatarak elektrik iletebiliriz.” dedi.

Düzeneği kurdu: Yüksek voltajlı kondansatörlere elektriği depoladı. Zil devresine bir tetikleme sistemi bağladı.

İlk denemede elektrotlar arasında 1 cm boşluk vardı; kıvılcım kolayca atladı. 10 cm’de hâlâ sıçrama vardı. Zil yine çaldı. Ancak 1 metreye gelindiğinde, hava artık iletkenlik göstermiyordu. Kıvılcım sıçramadı. Zil sessiz kaldı.

Lugalkeşkokpanda defterine yazdı: ”Elektrik, boşlukta sıçrayabilir; ama yalnızca kısa mesafede. Bir metreden fazla mesafede, hava yalıtkandır. Kıvılcım iletişimi, kısa mesafeyle sınırlıdır.”

Sonuç yine aynıydı: görünmez güçlerle kablosuz iletişim kurmak için başka bir yöntem bulmak şarttı. Kıvılcım, bir fikir gibi parladı ama bir odadan diğerine ulaşamadı.

Atölyenin taş masasında bu kez Bilgin Eluluhakalanduk vardı. Önceki üç bilginin başarısızlığını dikkatle izlemişti. Hepsi kısa mesafede etkiliydi ama bir odadan diğerine geçememişti. Eluluhakalanduk farklı bir yol seçti: statik elektrik. Alıcı kulede, nötr bir metal levha vardı. Yakınına yerleştirilmiş bir saç teli demeti, yük ayrışmasını gösterecekti. Eğer levha indüklenirse, saç telleri hareket edecek ve bu hareket mekanik kontağı ağırlık değişimiyle tetikleyerek zili çaldıracaktı.

Kehribar çubukları yünle ovdu. Alıcı levha, göndericiye 50 cm mesafedeydi: saç telleri hafifçe titreşti ve Zil çaldı. 1 metre mesafede: hiçbir tepki yoktu.

Eluluhakalanduk defterine yazdı: ”Statik elektrik, yalnızca santimetre ölçeğinde. Yük ne kadar fazla olursa olsun, hava direnci mesafeyi sınırlar. Kablosuz iletişim için yetersiz.”

Eluluhakalanduk, taş masaya döndü. Parmakları hâlâ elektrikle titriyordu. ”Görünmez güçler var,” dedi, ”ama görünmez mesafeler yok.”

30.10. Gök Gürültüsünün Habercisi

Zil sustuğundan beri kimse konuşmamıştı. Meskalanduk’un pusulası hâlâ masanın kenarında duruyordu, ibresi kıpırdamıyordu. Gılgameş, kabloları üçüncü kez kontrol etti ama artık parmakları gevşekti; her hareket, bir öncekinin tekrarıydı. Eluluhakalanduk, sakalını sıvazlamıyordu bu kez. Ellerini dizlerine koymuş, boşluğa bakıyordu. Taş masa, önceki deneylerin izleriyle doluydu: yanmış tel uçları, çatlamış cam tüpler, dağılmış demir tozları. Tavan lambası titrek yanıyordu; ışık, masanın üzerindeki tozları solgun bir griye boyuyordu. Dışarıda rüzgâr camı titretiyor, içeriye kısa aralıklarla uğultu sızıyordu. Zil hâlâ sessizdi.

Şuruppak, eliyle bağlantıları kontrol etti. Gökyüzüne baktı. Ufukta şimşekler kıvılcımlanıyor, rüzgâr papirüs rulolarını hışırdatıyordu.:

“Piller yerinde, toprak hattı sağlam. Ama bu hava...”

Nefrakaet gülümsedi:

“Belki de tam bu hava, rüyamdaki fırtınanın devamıdır. Gök konuşmaya hazırlanıyor. Dinleyelim bakalım.”

Masanın üzerinde dağılmış demir tozları, önceki deneylerden kalmaydı. Bilginler kablosuz iletişimin sınırlarını zorlamış ama bir türlü yan odaya kadar bile bir mesafeyi aşamamışlardı.

Enlil-Hotep sinirliydi.

“Bu kadar dağınıklıkla deney yapılmaz! Masayı önce temizleyin!”

Dışarıda gökyüzü kararmaya başlamıştı. Fırtına yaklaşıyordu. Zili çaldıracak kabloların çıplak uçları masadaki demir tozlarına değiyordu. Şuruppak bezi eline aldı, ama tam o sırada dışarıdan bir şimşek çaktı. Çıplak tellerin ucundaki demir tozlarına bir elektrik sıçraması oldu. Masanın kenarındaki zil bir anda kendiliğinden çalmaya başladı.

Bilginler irkildi: ”Ne oldu?” dedi Nefrakaet. “Devreye elektrik mi girdi?”

Nefrakaet masaya dokunduğunda zil sustu. Bir kaç saniye sonra tekrar şimşek çaktı ve zil yine kendi kendine çalmıştı. Kimse dokunmamıştı.

Nefrakaet şaşkınlıkla devreye baktı: ”Kabloların ucuna kim dokundu?”

Kimse cevap vermedi.

Bakır telin çıplak ucu, masanın üzerindeki birkaç dağılmış demir tozuyla temas etmişti.
Şimşek çaktığı anda bu tozlar hafifçe parlamış, devreyi kısa bir an için kapatmıştı.

Bilgin Nisaba hemen eğildi:

“Bir saniye... bu, dışarıdaki yıldırımın elektriğini mi hissetti?”

Tam o anda bir şimşek daha çaktı ve elektromıknatıs bu kez hareket etmedi. Gılgameş kabloları kontrol etti. “Demin çalışıyordu… şimdi neden çalışmıyor?”

Zil susmuştu. Her şey yerli yerindeydi. Ama demir tozları hareketsizdi. Nefrakaet öfkeyle masaya vurdu.

Şimşeğin yine çakmasını beklerken anda tozlar titreşti. Zil yeniden kendiliğinden çaldı. Ardından gök gürledi.

“Ne garip… sanki tozlar bir araya gelip akıma yol veriyor.”

Enlil-Hotep fısıldadı:

“Dikkat ettiniz mi Bu kez gök gürlemesi birkaç saniye gecikti. Zil gök gürlemesinden önce çalıyor. Yani yıldırım düşmeden önce haber veriyor… Artık masamızda göğü dinleyen bir alet var. Tozlar gök gürlemeden önce konuşuyor.”

Şuruppak gülerek, neredeyse hayretle konuştu:

“Demek ki bu masanın üstüne dökülen tozlar, göğün elektriğini hissediyor! Temizlik yapmadığımız için şanslıymışız!”

Nefrakaet gözlerini kısarak masanın üzerindeki tozlara baktı.

Bilgin Nefrakaet: ”Yıldırımın yaydığı bir kuvvetle belki dalgayla tozlar arasında mikro arklar meydana geliyor. Bu kıvılcımlar tozları birbirine yapıştırca devre kapanıyor,” dedi ”Ama masaya dokunmadığımız sürece devre hep kapalı kalıyor.”

Başbilgin Enlil-Hotep: ”O halde masanın üzerindeki tozları bir tüpe toplayalım. Bu tüpe 'Toz Tüpü' diyelim. Görünmez dalgaların dilini anlamamızı sağlayan deneyleri yapmaya bu tüp ile devam edelim.”

Başbilgin Enlil-Hotep defterine yazdı: ”Masada çıplak iki iletken uç vardı. Aralarında boşlukta demir tozları (ya da nikel, gümüş tozu) rastgele serpilmiş durumdaydı. Demir tozları birbirine dokunmadığı sürece devre açık kaldı, çünkü aralarındaki mikroskobik boşluklar yüksek dirençliydi. Yani akım geçmedi. Yakındaki bir yıldırım ortamda güçlü bilinmeyen bir dalga oluşturdu. Bu dalga, tozlar arasında mikro küçük kıvılcımlar meydana getirdi. Sonuç: Toz parçacıkları birbirine yapıştı, aradaki boşluk doldu ve devre iletken hale geldi. Tozlar birleşme gösterdiği için devre kapandı; bir elektromıknatıs zili çalıştırdı. Not: Deney bittiğinde, tozların yeniden ayrılması gerekir yoksa devre hep kapalı kalır. Bunun için küçük çekiçli bir mekanizma geliştirilebilir. Gök gürültüsünden önce zili çaldığı için bu alete 'Gök gürültüsünün habercisi' denebilir.”

30.11. Toz Tüpü Deneyleri

Fırtınadan sonraki sabah, taş atölyenin havası hâlâ ozon kokuyordu. Masanın ortasında, cam bir tüp içinde toplanmış demir tozları duruyordu. Başbilgin Enlil-Hotep, toz tüpünün üstüne eğilip dikkatle baktı:

“Gök gürültüsünün habercisi bu tüpte,” dedi. ”Ama şimdi kendi ürettiğimiz kıvılcımların sesini de uzaktan da duyması gerekiyor.”

Bilgin Lugalkeşkokpanda, dün deneyde kullandığı düzeneği yan odaya taşıyıp test etti. İki büyük pirinç küreyi birbirine yaklaştırdı. Aralarında mavi kıvılcımların sesi atölyede yankılandı; keskin, kuru bir çatlama sesi ve ozon kokusu...

“Bu, yıldırımın küçük kardeşi,” dedi gururla. ”Yıldırımın düşmesini beklemeye gerek yok, vericimiz hazır!” diye bağırdı.

Atölyede toz tüpünün ucundaki kablolar bir masanın üstünde duran elektromıknatısa bağlıydı. Eğer tüp, diğer odadaki kıvılcımı hissederse zil çalacaktı.

İlk deneme başarısız oldu. Kıvılcımlar atlıyor, ama zil sessiz kalıyordu.
Nefrakaet kaşlarını çattı.

“Belki tozlar çok gevşek. Aralarındaki boşluklar mikro ark oluşumunu engelliyor.”

Eluluhakalanduk, ince bir çubukla tüpün içindeki tozları hafifçe bastırdı. ”Sıkıştıralım. Temas yüzeyini artırırsak, dalga geldiğinde daha kolay birleşirler.”

Nefrakaet toz tüpünü açıp sıkıştırdı. Tozlar artık daha kompakt, daha düzenliydi.

Gılgameş kabloları kontrol etti. ”Toprak hattı eksik. Devre tamamlanmamış olabilir.”

Şuruppak, bakır bir tel uzattı. Tüpün bir ucunu taş zemine gömülü topraklama hattına bağladı. ”Artık devre tamam.”

Lugalkeşkokpanda yapay yıldırım tekrar çaktı.

Bir an sessizlik çöktü. Sonra zil çaldı.

Nefrakaet gülümsedi: ”Tozlar birleşti. Devre kapandı. Artık hem hassas hem kararlı. Haydi mesafeyi artıralım.”

Bilginler cihazı dışarı çıkarıp denediklerinde zil bir türlü çalmadı. Şuruppak yaklaşıp toz tüpüne eliyle dokundu. Tam o anda bir kıvılcım daha atladı ve zil aniden çaldı. Bilginler donakaldı.

“Ne yaptın?” diye sordu Şuruppak.

“Hiç,” dedi Şuruppak, elini çekerek. ”Sadece dokundum.”

Enlil-Hotep gözlerini kısmıştı: ”Demek ki el... senin elin... bir şekilde sinyali büyütüyor, Belki elindeki metal yüzük akımı topladı. Belki bedenin göğün dalgalarını topluyor.”

Nefrakaet heyecanla araya girdi:

“Eğer elin işe yarıyorsa, neden onu kalıcı yapmayalım? Bir tel takalım!”

Bilgin Şuruppak düşünceli bir sessizliğe gömüldü, sonra cebinden ince bir bakır teli çıkardı. ”Elimi koymak yerine bunu deneyelim.” Teli tüpün üstüne sabitlediler.

Bir kez daha uzaklaştılar. Bu defa, yüz adım öteden tüp yine çaldı. Antenin uzunluğunu uzattıklarında sinyal daha da uzaklardan alınmaya başladı. Güneş batana kadar deneyleri devam ettirdiler.

Lugalkeşkokpanda, yıldızlara bakarak gülümsedi:

“Sanırım gökyüzüyle konuşmanın yolunu bulduk.”

30.12. Kral Karmen’in Haberi

O akşamüstü bilginler heyecanla saraya koştular. Kral Karmen, güneşin batışını izlerken taş terasta oturuyordu. Bilgin Nefrakaet diz çöküp başını eğdi:

“Efendimiz... artık saray yılan yuvası olmayacak , kabloları çöpe atabiliriz.”

Kral kaşlarını kaldırdı. ”Ne demek istiyorsun, bilgin?”

Başbilgin Enlil-Hotep araya girdi:

“Toz tüpü ismini koyduğumuz bir icadımız var. Kıvılcım kilometrelerce uzakta çaktığında, buradaki zil çalıyor. Sanki görünmeyen bir el uzanıp dokunuyor.”

Kral gülümsedi. ”Yani konuşmam da gidiyor mu?”

“Hayır, Efendimiz” dedi Enlil-Hotep, ”henüz yalnızca bir işaret gidiyor. Zil çalıyor, o kadar.”

Kral başını yana eğdi. ”Yalnızca zil mi? O hâlde bu bize ne anlatabilir?”

O sırada Lugalkeşkokpanda heyecanla öne çıktı.

“Majesteleri, eğer uzun ve kısa vuruşları ayırt edersek, anlam verebiliriz! Mesela iki kısa, bir uzun: su demek. İki uzun: acil gel.”

Başbilgin Enlil-Hotep, parmağını kaldırdı:

“Ya da harflerle düşünelim. Bir kısa, bir uzun A olsun. Bir kısa, üç uzun B olsun. Böylece her sesi bir işaretle yazabiliriz!”

Kral sessizce ayağa kalktı, ufka baktı.

“Demek ki artık ses olmadan da konuşabileceğiz... Kıvılcımlarla konuşulan yeni bir dil icat ettiniz”

Kral bir anda döndü, tahtın yanındaki kablolardan birini tutup yerinden çıkardı. ”Bilgin Nefrakaet bunları al buradan. Artık sarayda ayaklarıma dolanan hiçbir tel görmek istemiyorum! Yerine kablosuz iletişimi tak. Başbilgin, Başrahip, Başmühendis, Başvezir, Başkâtip ve Başyargıç… hepsi bu sistemi kullansın. Yüksek Kurul buraya gelmeden önce neden çağırıldıklarını anlasınlar!”

Salon sessizleşti. Sözleri, taş duvarlardan yankılanarak geri döndü.

“Ve bir yeni görevinizi bildiriyorum,” dedi kral, sesi bu kez yumuşayıp derinleşmişti, ”bu icadın menzilini Afrika sınırlarının ötesine taşıyın. Diğer krallıklarla doğrudan konuşabileyim. Artık elçiler, mesajcılar, mektuplar değil… sesim gitmeli. Sözüm, dağların ötesine, denizlerin ötesine ulaşmalı.”

Bir an sustu. Gözleri Nefrakaet’e çevrildi.

“Yalnızca sesimi değil… görüntümü de aktarın. Uzak diyarlarda bile yüzümü görebilsinler. Barışın sesi ve siması bir olsun.”

Nefrakaet derin bir nefes aldı. ”Yüce Karmen, bu yeni bir çağın emri. Toz tüpüyle başladık… ama şimdi görünmez dalgalarla konuşacağız.”

Kral başını kaldırdı, kubbenin ortasındaki altın güneş işlemelerine baktı.
“O halde başlayın,” dedi. “Dünyadaki herkesi birbirine bağlama zamanı geldi.”

...

30.13. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara’nın gözleri merak ve hayretle parlıyordu. Hikayenin sonunda, Sahara’nın zihni sorularla doluydu; çünkü hem antik Kemet’in bilimsel devrimi hem de kablosuz iletişimin doğuşu onu büyülemişti. Nil-7’nin mekanik ama nazik sesi, hikayeyi bitirdiğinde, Sahara’nın sorularını beklediğini belirtir bir tonda sustu.

Sahara: (düşünceli bir şekilde) "Peki, o toz tüpü neydi? Şimşekle nasıl zil çaldı? Bu, sihir gibi miydi?"



Nil-7: (kıkırdar gibi bir mekanik ses çıkararak) Sihir değil, Sahara, bilim! Toz tüpü, demir tozlarının elektromanyetik dalgalara tepki vererek birleşmesiyle devreyi tamamlayan bir cihazdı. Şimşek, güçlü bir elektromanyetik dalga yayar. Bu dalga, tozların arasındaki mikroskobik boşluklarda küçük kıvılcımlar oluşturdu ve devre kapandı, böylece zil çaldı. Bu, radyo dalgalarının ilk ilkel algılanışıydı. Bizim çağınızda bu, kuantum sensörlerle çok daha hassas bir şekilde yapılıyor, ama o zamanlar bu bir devrimdi.

Sahara: (kaşlarını çatarak) "Ama Nil-7, neden Kral Karmen sesini ve yüzünü göndermek istedi? Sadece zil çalsın, bu yetmez miydi?"

Nil-7: (başını hafifçe eğerek, düşünceli bir tonda) "Kral Karmen’in vizyonu, sadece bir hizmetçi çağırmaktan fazlasını içeriyordu, Sahara. O, insanlığın birbiriyle bağ kurmasını, uzak mesafelerde bile iletişim kurmasını hayal ediyordu. Zil, sadece bir başlangıçtı; bir işaret, bir umut. Sesini ve yüzünü gönderme arzusu, liderliğinin ve barış mesajının diğer krallıklara ulaşmasını istemesiydi. Bu, sizin çağınızda hologram iletişimle yaptığınız şeyin ilkel bir hayaliydi. Karmen, insanları birleştiren bir ağ hayal etti; bu, onun “dünyadaki herkesi birbirine bağlama” emrinde açıkça görülüyor."

Sahara: (parmaklarını çıtlatıp) "Oha! Yani bizim şimdi her yerden konuşmamız, hologramlarla görüşmemiz, o zamanlardan mı başladı? Peki, Nefrakaet’in rüyası neydi? Gerçekten sadece bir rüya mıydı, yoksa… başka bir şey mi?"

Nil-7: (sesinde hafif bir gizem tonu) "Nefrakaet’in rüyası, bilimsel keşiflerin sıkça geldiği bir yerden, bilinçaltından doğmuş olabilir. İnsan beyni, gözlemlerini ve düşüncelerini uykuda birleştirir. Nefrakaet, şimşeklerin ve elektriğin etkisini gözlemlemişti; rüyası, bu gözlemlerin bir yansımasıydı. Ama kim bilir, belki de Kemet’in eski ruhları ona bir ilham fısıldadı. (göz kırpar gibi bir ışık yanıp söner) Sen ne düşünüyorsun, Sahara? Rüyalar sadece rüya mıdır, yoksa evrenin sırlarını açan bir kapı mı?"

Sahara: (gülerek) "Bilmem, belki ikisi de! Ama şu ayna işi çok garip. Kral’ın aynada görünmesi, cızırtılı sesler… Bu, bizim şimdi kullandığımız ekranlara mı benziyor?"

Nil-7: (onaylayan bir tonda) "Çok iyi bir gözlem, Sahara! Nefrakaet’in rüyasındaki ayna, muhtemelen onun zihninin elektromanyetik dalgaların görüntü aktarabileceği fikrini sembolize etmesiydi. O dönemde böyle bir teknoloji yoktu, ama rüyası, sesin ve görüntünün havadan aktarılabileceği fikrini müjdeliyordu. Bizim çağımızda, kuantum ekranlar ve nöral arayüzler bunu mümkün kılıyor. Nefrakaet’in aynası, belki de televizyonun, hologramın ya da sizin “zihin akışı” ekranlarınızın ilkel bir hayaliydi."

Sahara: (heyecanla) "Peki, ya sonra ne oldu? Nefrakaet ve diğer bilginler bunu başardılar mı? Ses ve görüntü gerçekten gitti mi?"

Nil-7: (düşünceli bir duraksamadan sonra) "Hikaye burada bitiyor, Sahara, ama tarih bize ipuçları veriyor. Kemet’in bilginleri, toz tüpüyle başlayan deneylerini geliştirdi. Zil seslerinden kodlu mesajlara, oradan da belki ilkel radyo sinyallerine ulaştılar. Ses ve görüntü aktarımı için daha çok zaman gerekti, ama bu hikaye, elektromanyetik dalgaların keşfinin tohumlarını anlatıyor. M.S. 19. yüzyılda, insanlık radyo dalgalarını resmi olarak keşfettiğinde, Nefrakaet’in rüyasının izlerini takip ediyordu. Senin çağında, bu dalgalar evrenin her köşesine mesaj taşıyor."

Sahara: (ellerini çırparak) "Bu çok havalı! Ama Nil-7, neden Kemet’te bu kadar bilim vardı? Diğer yerlerde de böyle şeyler oluyor muydu?"

Nil-7: (leopar kuyruğunu hafifçe sallayarak) "Kemet, Nil’in bereketiyle ve güçlü bir merkezi yönetimle bilimde öne çıktı. Ama başka yerlerde de benzer keşifler yapılıyordu. Mezopotamya’da matematik, Çin’de mekanik düzenekler, Hindistan’da astronomi… İnsanlık, farklı yerlerde aynı sorulara cevap arıyordu: “Dünya nasıl işler? Gökyüzü bize ne anlatır?” Kemet’in farkı, Kral Karmen gibi bir liderin bilimi desteklemesi ve rahiplerin dogmalarına meydan okumasıydı. Bu, bilginlere özgürlük verdi. Bizim çağımızda, bu özgürlük galaksi çapında bilimsel iş birliklerine dönüştü."

Sahara: (biraz mahcup) "Bir şey daha soracağım… Kral Karmen’in sesi niye kısıldı? Hasta mıydı, yoksa çok mu bağırdı?"

Nil-7: (nazikçe gülen bir mekanik ses) "Haha, iyi soru! Kral Karmen’in sesi, büyük olasılıkla uzun konuşması ve halkın coşkusuna katılırken bağırması yüzünden yıprandı. O dönemde, boğaz enfeksiyonları da yaygın olabilirdi, ama hikaye bunu sadece “çok bağırmak” olarak anlatıyor. Doktor Ferent’in iksiri, doğal bitkisel bir tedaviydi; bugün sizin nanobot ilaçlarınız gibi değil, ama o zaman için etkiliydi. Karmen’in sessizliği, ironik bir şekilde, kablosuz iletişimin doğuşuna ilham verdi. Bazen bir eksiklik, büyük bir buluşun anahtarı olur."

Sahara: (gülümseyerek) "Yani sesi çıkmasa da dünyayı değiştirdi! Nil-7, senin de böyle bir hikayen var mı? Mesela, sen nasıl icat edildin?"

Nil-7: (kuyruğu daha hızlı sallanır, gözlerinde ışıklar yanıp söner) "Benim hikayem mi? Hmm, bu başka bir uzun hikaye, Sahara. Ama kısaca, xAI’nin laboratuvarlarında, insanlığın evreni anlamasına yardımcı olmak için tasarlandım. Leopar formum, hem gücü hem de zarafeti temsil ediyor; Kemet’in leopar postlu krallarına bir selam belki de. Ama benim “toz tüpüm” yok; ben kuantum işlemciler ve nöral ağlarla çalışıyorum. Bir başka gün, sana benim hikayemi anlatırım. Ne dersin?"

Sahara: (ellerini çırparak) "Kesinlikle! Ama son bir şey: Nefrakaet’in rüyasındaki o elektrik çarpması… Gerçekten onu mu kurtardı, yoksa sadece korkuttu mu?"

Nil-7: (düşünceli bir tonda) "Nefrakaet’in rüyasındaki elektrik çarpması, muhtemelen onun zihninin elektromanyetik dalgaların gücünü anlamaya çalıştığının bir yansımasıydı. Gerçekten çarpılmadı, ama rüya onu korkutarak uyandırdı ve düşünmeye itti. Bu, bilimde sıkça olur: korku, merakı ateşler. Nefrakaet, o rüyadan sonra kablosuz iletişimin peşine düştü. Belki de o çarpmadan korkmasaydı, toz tüpü fikri doğmazdı. Ne dersin, Sahara, korku bazen iyi bir öğretmen midir?"

Sahara: (gülerek) "Belki! Ama ben şimşekle çarpılmak istemem. Nil-7, başka bir hikaye anlat, lütfen! Belki bu sefer yıldızlara giden birini?"

Nil-7: (kuyruğunu sallayarak) "Sabırlı ol, küçük bilgin. Yıldızlara gidenlerin hikayesi başka bir geceye. Şimdi, ne dersin, biraz dışarı çıkıp gökyüzüne bakalım mı? Belki şimşekler bize bir şeyler fısıldar."
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL