Alçak ruhlu olanlar para arar, yüksek ruhlu olanlar ise saadet arar. ostrovski
SAHRA'NIN UYANIŞI ve YÜKSELİŞİ: M.S. 8000 - M.Ö. 5000
Sahra Çölü, bugün dünyanın en kurak ve geniş çöl alanlarından biridir; ancak yaklaşık 15.000 ila 5.000 yıl önce bu topraklar göllerle dolu, otlaklarla kaplı ve yaşamla iç içe bir ekosisteme sahipti. B...
63. Bölüm

19: Afrika Sanayi İşbirliği (M.Ö. 3083)

19 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
19. Bölüm: Afrika Sanayi İşbirliği (M.Ö. 3083)

Nil Deltası’nın ortasında yükselen büyük taş salonun kapıları açıldığında, içerideki hava birden değişti. Mumlar yanıyor, tavanın kubbesinde Afrika haritası yıldızlarla işlenmiş gibi parlıyordu. Ortada kocaman bir masa yoktu; onun yerine, usta ellerin oyduğu dev bir Afrika kıtası maketi duruyordu. Dağlar kabartma, nehirler mavi taşlarla işaretlenmişti.

Kral Karmen, ağır adımlarla içeri girdi. Elini kaldırarak sessizliği sağladı.

“Hoş geldiniz,” dedi tok bir sesle. ”Bugün burada toplanmamızın sebebi, sıradan bir ticaret değil. Yalancı Gümüş’ün doğuşu, tüm kıtanın kaderini değiştirecek. Kaynak batıda, ihtiyaç doğuda. Demek ki, damarlar gibi birleştirilecek yollar kurmalıyız.”

Gine Kralı Mandé, kalın sesli ve gururluydu:

“Dağlarımız *oksitle dolu. Kırmızı toprağımız bizim kanımız gibidir. Ama kabul ederim ki, tek başına hiçbir şey ifade etmez. Eğer Kemet’in bilgeliğiyle birleşirse, o zaman dünyaya hükmedebilir.”

Başbilgin Enlil-Hotep, haritanın yanına geldi. Tahta çubuğu ile Gine’nin batısından başlayıp Nil Deltası’na uzanan rotayı işaretledi.

“İşte yolumuz. Bu kırmızı taşların taşınması için kervanlar yeterli değil. Buharlı, elektrikli, petrol gazlı motorlu arabalarımızı kamyona dönüştürmeliyiz. Çöl yolları, nehir kıyıları ve deniz rotaları bir zincir gibi birbirine bağlanmalı.”

Fenikeli deniz tüccarı Hanno araya girdi:

“Akdeniz bizim gölümüzdür. Atlas Okyanusu’ndan Akdeniz’e açılan limanlar kurarsanız, gemilerim *oksiti doğuya taşıyabilir. Deniz yolunu açmak benim işim.”

Kral Karmen başını salladı, sonra simyacı Neshi’ye döndü:

“Ve sen, Simyacı Neshi. Taşların sesini duyan adam. Söyle bize, bu işin sırrı nedir?”

Neshi, gözleri hafif parlayan bir adamdı. Elleriyle önündeki küçük beyaz kristali kaldırdı.

“Kral'ım, yalancı gümüşün doğumu için bu kristal şarttır: Kriyolit. Boksiti eritirken ateşin yükünü hafifletir, metali doğurtur. Onsuz olursa, ateş her şeyi yutar. Ama onunla olursa… yıldızın içinden doğmuş gibi saf bir metal çıkar.”

Berberi kervan başı ayağa kalktı:

“Çölde biz olmadan yol alınamaz. Kervan yollarını biz biliriz. Ama bu yeni motorlu arabalarla çölü aşabilir misiniz? Bu soruyu sormalıyım.”

Başbilgin Enlil-Hotep gülümsedi:

“Çölü aşmak için motorların gölgeli duraklara ihtiyacı var. Su kuyuları ve bakım noktaları kuracağız. Her yüz kilometrede bir istasyon… Böylece *oksit nehirlere, nehirlerden gemilere, gemilerden fırınlara ulaşacak.”

Etiyopya’dan gelen altın tüccarı söz aldı:

“Bizim elimizde altın var. Ama şunu gördüm: Bu yalancı gümüş hafifliğiyle altını bile geride bırakacak. Altınla süslenir, ama bu metal göğe çıkar.”

Toplantı salonunda hararetli tartışmalar sürerken Gine kralı ayağa kalktı:

“Benim ülkemde bu fabrika kurulmalı! Topraklarımız bereketli, iş gücümüz hazır. Ticaret yollarına da yakınız. Bize kurulsun!”

Salondaki kalabalık alkışlarla destek verdi. Ancak bilginlerden biri kaşlarını çattı ve itiraz etti:

“Efendim, fabrikanın çalışması için yalnızca toprak yetmez. Buhar makinelerini ve atölyeleri çalıştırmak için elektrik gerekir. Gine’de henüz elektrik yok. Orada fabrika açarsak makineler susar, işçiler boş bekler.”

Bir an sessizlik oldu. Ardından Nil kıyısındaki kral gür sesiyle söze karıştı:

“Biz Nil’in gücüyle elektrik üretiyoruz! Sularımız akıyor, çarklarımız dönüyor, fırınlar yanıyor. Fabrika bizim topraklarımızda kurulursa gece gündüz çalışabilir. Gine’de ise elektrik üretilemezse iş de biter.”

Salon bir kez daha uğultuyla doldu, herkes Nil kralının sözlerini tartışmaya başladı.

Kral Karmen, salondaki herkesi tek tek süzdü. Sesini yükseltti:

“O halde karar verildi. Gine’de *oksit çıkarılacak, Kriyolit bulunacak ya da yapay üretilecek, Kemet’te fırınlarda yalancı gümüş doğacak. Bu, tek bir krallığın değil, bütün Afrika’nın ortak işi olacak!”

Salonun taş duvarları, ağır konuların yankısıyla titriyordu. Masanın ortasında, kuzeyin haritaları, *oksit damarlarının işaretlendiği çizimler ve liman planları seriliydi.

Gine Kralı, derin bir nefes alıp konuştu:

“Topraklarımız *oksitle dolu. Denizimiz gemilere açıktır. Lakin sorarım size: Bu cevheri taşımak mı kolaydır, yoksa işleyip saf metal taşımak mı? Fabrikanın burada, Gine’de kurulmasını isterim.”

Kemet Bilgini, başını salladı:

“Gine Kralı haklı. Lakin bu iş yalnız taşla değil, ateşle yapılır. Ve o ateşi beslemek için elektrik gerekir. Biz Nil’in gücüyle bunu sağlayabiliyoruz. Sizin topraklarınızda ise henüz bu kudret yok.”

Sessizlik oldu. Sonra bir tüccar, parmağını haritanın kıyısına koydu:

“Boksiti gemilerle taşımak mümkündür. Lakin limana vardığında neyle taşıyacağız? Atlarla mı? Yollarda bataklık var. O yüzden yeni kamyonlar yapılmalı. Buharla, elektrikle, hatta petrol gazıyla. Yükü gemiden fabrikaya götürecek bir filo.”

Bir başka bilgin araya girdi:

“Kamyonlar için yollar da düzenlenmeli. İşçiler toprak kazacak, taş döşeyecek. Yollar düzelmeden sanayi yürümez.”

Kral Karmen, ellerini masaya vurdu:

“Öyleyse karar budur:

1. Kuzeye bir keşif ekibi gönderilecek. Kriyolitin ne kadar olduğu öğrenilecek.

2. Boksit gemilerle taşınacak, ama kamyonlarla limandan fabrikaya aktarılacak.

3. Fabrikanın yeri, hem limana yakın, hem de elektrik gücüne yakın seçilecek.

4. İlk fırınların inşasına başlanacak. İşçiler, mühendisler, bilginler birlikte çalışacak.”

Ve mumların ışığında herkes ayağa kalktı. Bu sadece bir toplantı değil, tarihin ilk uluslararası sanayi planı idi.

Salondan yükselen sesler, çöl fırtınası gibi yankılandı.

“Birlikte! Birlikte!”

O sırada küçük bir kız, utangaç adımlarla öne çıktı. Salimatou’ydu. Kral Karmen ona baktı ve gülümsedi.

“Ve sen, küçük şarkıcı. Senin getirdiğin taşla bu yol başladı. Şimdi bize söyle: Ne hissediyorsun?”

Salimatou, elindeki küçük davulu hafifçe çaldı ve kısık sesle söyledi:

“Ben sadece memleketimden bir parça getirmiştim. Meğer kıtanın kalbini uyandırmışım.”

Kral başını eğdi.

“O halde tarihe şahitlik et, küçük kız. Bugün Afrika ilk kez bir olmuş, geleceğe yürümüştür.”

Ve o anda, Afrika kıtasının ahşap maketi üzerinde mum ışıkları titredi; sanki kıtanın damarları gerçekten canlanıyor, kıtayı baştanbaşa ışıkla örüyordu.



19.1. Kriyolit Keşif Toplama Ekibi

Kuzeye giden yol, çam ormanlarının gölgeleriyle örtülüydü. Ay ışığı, buz tutmuş dallar arasında ince ince süzülüyordu. Keşif ekibi, ağır kürkler giymiş, yanlarında meşaleler, baltalar ve boş deri çuvallarla ilerliyordu.

Önden giden bilgin, adamlarına seslendi:

“Hatırlayın! Kralın emri açıktır. Kriyolit bulunacak ve tek zerresi dahi geride bırakılmayacak.”

Kurt ulumaları geceyi böldü. Atlar ürktü. Bir muhafız kılıcını çekti, diğeri mızrağını daha sıkı kavradı. Birkaç adım ötede bir gölge kıpırdadı; ayı mıydı, yoksa geceyle alay eden bir hayal mi? Meşaleler daha da yukarı kaldırıldı, ateşin sıcaklığına sığınarak yürüyüş sürdü.

Sonunda karla kaplı kayaların arasında, mağaranın ağzı belirdi. İçeri girdiklerinde derinlerden soğuk bir ışıltı parladı. Orada, taşların arasında bembeyaz kristaller parlıyordu. Kriyolit!

Bir işçi sevinçle bağırdı:

“İşte burada! Parlayan taş, kralın istediği taş bu!”

Kazmalar vuruldu, torbalar dolduruldu. Ama iş bitince herkes birbirine baktı. Çuvallar sayıldı, tekrar sayıldı. Çok azdı… Mağaranın en derin köşeleri bile boştu.

Bir muhafız kederle mırıldandı:

“Bu kadar mı? Bütün kuzeydeki tek kaynak bu mu?”

Bilgin derin bir iç çekti:

“Evet… Kriyolit bol değilmiş. Bunu bilmeden büyük planlara girişmiştik. Artık bu taş altından da kıymetli.”

Geri dönüş yolunda sessizlik hâkimdi. Kurtlar yine uluyordu, ama kimsenin onları duyacak mecali yoktu. Çünkü asıl tehlike kurtlardan değil, geleceğin tıkanmasından geliyordu.

Kayıtlar Salonu’na vardıklarında Kral’ın huzuruna çıktılar. Çuvalları yere bıraktılar.

“Efendim,” dedi bilgin başını eğerek, ”kuzey mağaralarının bütün kriyolitini topladık. Ama… bu kadardan fazlası yok. Üretim bu taşla başlayabilir, ama devam etmez. Yeni bir yol bulmalıyız.”

Kral Karmen’in kaşları çatıldı. Salonda soğuk bir rüzgâr esti sanki.

Kuzeyden dönen keşif ekibi, çuvallarını yere bıraktığında taş salonun uğultusu kesildi. Çuvallardaki kriyolit, mum ışığında sönük bir beyaz parıltıyla göründü. O kadar azdı ki, kralın yüzü gölgelere büründü.

“Bu mu?” dedi Karmen, sesi derinden gelen bir fırtına gibiydi. ”Bütün kuzey mağaralarının hazinesi bu kadar mı?”

Başbilgin başını eğdi. ”Kral'ım… evet. Kriyolit, düşündüğümüz gibi bol değilmiş. Bu taş olmadan ateşlerimiz alüminyumu açığa çıkaramaz. Yalancı gümüş doğmadan sönüp gidecek.”

Taht odasında bir sessizlik çöktü. Tüccarlar, askerler, rahipler; herkes başını eğdi. Kral, yumruğunu tahtın koluna vurdu:

“Öyleyse bütün planlar duruyor! Roketler, arabalar, fırınlar… hepsi! Bu kadar taşla bir ülke değil, bir kılıç bile dökülemez!”

Bir hayal kırıklığı dalgası salonda yankılandı. Umutların ağırlığı duvarlara çarpıp geri döndü.

Ama sonra Başbilgin Enlil-Hotep dizlerinin üzerine çöktü, bakışlarıyla Karmen’e yaklaştı:

“Efendim… belki bu Tanrı’nın bizi sınamasıdır. Doğada bulamadığımızı biz yaratmalıyız. Bu taşın adı boşuna ‘Tanrı’nın gözyaşı’ değildir. Belki de Tanrı, gözyaşını kendi elimizle dökmemizi bekliyor.”

Kral suskun kaldı. Ardından ağır ağır başını salladı.

“Öyleyse gidin. Laboratuvarlara kapanın. Taşları, tuzları, ateşi ve elektriği konuşturun. Bana Tanrı’nın gözyaşlarını getirin.”



19.2. Laboratuvarlar Kriyolit Araştırması

Bilginler ve simyacılar günlerce uyumadan çalıştılar.

Kimisi tuzları eritip elektriğin içinden geçirdi. Kimisi volkanik camı öğütüp ateşe verdi. Kimisi buzları eritti, içine kül kattı.

Ama her deneme ya patlamayla ya da beyaz dumanla sonuçlandı.

Bir bilgin günlüğüne şöyle yazdı:

“Bininci deneyimizde yine başarısız olduk. Tanrı’nın gözyaşları bizden gizlenmiş bir sır gibi. Ama pes etmeyeceğiz. Çünkü yalancı gümüşün doğuşu, bu gözyaşlarına bağlı.”

Laboratuvarlarda cam tüpler patladı, taş kazanlar çatladı. Ama her başarısızlık, bilginlerin inadını artırdı. Çünkü hepsi biliyordu: Eğer kriyolitin yapayını bulurlarsa, bir daha kimseyi beklemek zorunda kalmayacaklardı.

Gece gündüz fark etmiyordu artık. Mumlar sönüyor, yeniden yakılıyor, kazanlar kaynıyor, reaktörler çatlıyordu. Ama bilginler, tüccarların ve kralın baskısına rağmen vazgeçmiyordu. Simyacılar altın yapmakla uğraşmayı bırakmış, kriyolit yapmak için ter döküyordu.

Başbilgin Enlil-Hotep, taş levhalara titizlikle notlar düşüyordu:

“Demir ve bakır bize yıldızların sırrını anlattı, ama kriyolit sessiz. Onu biz yaratmalıyız. Doğanın vermediğini, aklımızla kurmalıyız. Bu bizim en büyük sınavımızdır.”

Neshi, kazanın başında ellerini ovuşturdu. ”Flor bileşikleri olmadan olmaz. Bunu anladık. Şifacıların ilaçlarda kullandığı amonyum tuzlarını denedik, izler gördük. Alev rengi değişti. Bu, doğru yolda olduğumuzu gösteriyor.”

Genç bir çırak heyecanla atıldı:

“Ustam! Sodyumlu tuzlarla denediğimizde köpürme oldu. Belki de bunları alüminyum oksitle birlikte vermeliyiz.”

Başbilgin başını salladı. ”Evet. Sodyum hidroksit, alüminyum oksit ve florür… Bu üçlü birleşmeden Tanrı’nın gözyaşı doğmaz.”

Ve günlerce deneme-yanılma sürdü.

Bir deneyde tüpler patladı, tavana kadar beyaz duman yayıldı. Bir başka deneyde karışım eriyip taş reaktörün dibini deldi. Ama bazen, yüzeyi cam gibi parlayan kristaller oluştu. Bilginler bu anlarda diz çöküp taş parçalarını incelerdi.

Sonunda, bininci denemede, göz alıcı beyaz kristaller tüpün dibine çöktü. Başbilgin titreyen elleriyle aldı, ışığa tuttu. Kristaller şeffaf, düzgün kenarlıydı.

“Bu… işte bu!” dedi nefesi kesilerek.

“Na₃AlF₆… Tanrı’nın gözyaşını biz yarattık.”

Neshi kahkaha attı, sonra gözleri doldu. ”Artık kuzey mağaralarının taşına muhtaç değiliz. Kendi kristalimizi kendimiz yapıyoruz!”

Kral’a gönderilen ilk rapor şöyle bitti:

“Efendim, artık doğanın kıtlığından korkmuyoruz. Kendi ellerimizle kriyolit üretebiliyoruz. Bu, sadece yalancı gümüşün değil, insan aklının zaNil-7ir.”



19.3. Kriyolit Fabrikası Planlama Toplantısı

Kayıtlar Salonu’nda ağır bir sessizlik vardı. Uzun taş masanın üzerinde haritalar, taş örnekleri ve küçük cam kavanozlara doldurulmuş çözeltiler dizilmişti. Mum ışığında parlayan cam tüpler arasında bilginler yerlerini almıştı. Kuzey mağaralarının kristali tükenmişti. Artık tek çare, insan eliyle yapay kriyolit üretmekti.

Başbilgin Enlil-Hotep sözü aldı.

“Efendiler,” dedi, sesinde hem yorgunluk hem kararlılık vardı, ”Tanrı’nın gözyaşları dediğimiz kristale artık muhtaç değiliz. Onun formülünü çözdük: Na₃AlF₆. Fakat bunun için üç temel bileşen gerekir: sodyum, alüminyum ve flor. Soru şu: Bunları nereden bulacağız?”

Genç bilgin Khufu hemen öne eğildi.

“Sodyum için göllerimiz var. Tuz göllerinden bolca sodyum klorür elde edebiliriz. Elektrolizle bu tuzdan sodyum hidroksit çıkarılabilir. Bu, fabrikanın ilk hammaddesi olacaktır.”

Yaşlı bilgin Ptolem söz aldı.

“Alüminyum oksit için endişelenmemize gerek yok. Gine’den gelen *oksiti işlerken zaten bol miktarda Al₂O₃ elde ediyoruz. Asıl mesele flor bileşenleri.”

Kadın bilgin Meritre, notlarını karıştırarak konuştu.

“Flor olmadan kriyolit olmaz. Bunun için iki yol var. Birincisi, dağlarda bulunabilen fluorit taşıdır. Eritildiğinde hidrojen florür elde ederiz. İkinci yol ise bitkilerden ve kemiklerden flor tuzları çıkarmaktır. Fakat bu yöntem zahmetlidir.”

Başbilgin yeniden söze girdi.

“O halde kriyolit fabrikasının üç kaynağa ihtiyacı olacak: tuz göllerinden sodyum, *oksit ocaklarından alüminyum oksit ve dağlardan çıkarılacak fluorit. Ayrıca üretim yüksek sıcaklık ister; bu nedenle bolca enerjiye, yani kömüre ya da suyun gücüne ihtiyaç duyacağız.”

Khufu ayağa kalkarak bir parşömen açtı.

“Üretim basamaklarını şöyle özetleyebilirim:

Birincisi, tuz göllerinden elektrolizle NaOH elde edilecek.

İkincisi, *oksitten saf Al₂O₃ çıkarılacak.

Üçüncüsü, fluorit taşından hidrojen florür elde edilecek.

Dördüncüsü, bu maddeler özel reaktörlerde bir araya getirilip kriyolit sentezlenecek.

Son aşamada ise kristaller süzülüp kurutulacak.”

Yaşlı Ptolem başını salladı.

“Bu yalnızca bir fabrika değil,” dedi, ”adeta bir kimya vadisi kuruyoruz. Tuz gölünün kenarında elektroliz tesisleri, dağlarda fluorit madenleri, limana yakın *oksit ocakları… Hepsi birbirine bağlanmalı.”

Salonda derin bir sessizlik oldu. Sonunda Başbilgin Enlil-Hotep sözlerini ağır ağır söyledi:

“Karar verilmiştir. Kuzey kristallerine değil, kendi aklımıza yaslanacağız. Kriyolit fabrikası kurulacak. Bundan böyle taşların fısıltısına değil, bilimin sesine güveneceğiz.”

Mumların titrek ışığı o cümleyi taş duvarlara kazır gibi yansıttı.



19.4. Kriyolit Fabrikası İnşaatı

Gine kıyılarında, denizin tuzlu kokusunun kara ile buluştuğu yerde, büyük bir şantiye doğmuştu. Toprağa ilk kazmayı vurduklarında işçiler ”Bu yalnızca taş değil, tarihin temeli” dediler. Günler ilerledikçe sahil boyunca yükselen iskeletler, geleceğin kalbi olacak fabrikanın hatlarını çiziyordu.

Önce devasa fırınların temeli atıldı. Kalın taş bloklar birbirine geçirildi, üzerine volkanik kayalardan elde edilmiş yüksek ısıya dayanıklı tuğlalar dizildi. ”Bu fırınlar,” dedi Başbilgin Enlil-Hotep, ”yalnızca taş eritmeyecek. İnsan aklının sınırlarını da eritecek.”

Kıyıya yakın bir yerde elektroliz salonu kuruldu. Göl tuzlarından elde edilen sodyum klorür, bakırla kaplı dev havuzlara taşınıyordu. Burada, bronz elektrotlar arasında kıvılcımlar çakıyor, suyun üzerinde mavi ışıklarla dans eden gaz kabarcıkları yükseliyordu. Bir işçi hayranlıkla bakıp fısıldadı: ”Sanki yıldırımı zincire vurduk.”

Dağlardan getirilen fluorit taşları için ayrı bir ocak yapıldı. Kayaların içinden sökülen yeşilimsi kristaller, kireç taşlarıyla birlikte fırınlara atılıyor, oradan çıkan asitli dumanlar cam tüplerden geçirilerek toplanıyordu. Bu, hidrojen florürdü. Sert, tehlikeli, yakıcı… ama aynı zamanda kriyolitin ruhu.

Boksit cevherinden elde edilen alüminyum oksit ise limanın hemen ardındaki öğütme değirmenlerinde işleniyordu. Buhar gücüyle dönen çarklar, kırmızı toprağı toz haline getiriyor, ardından kimyasal banyolarda saf beyaz bir toza dönüştürüyordu.

Bütün bu akış, fabrikanın kalbindeki reaktörlere yönlendiriliyordu. Dev bronz kazanların içinde, NaOH, Al₂O₃ ve HF buluşuyor, yüksek ısıda kaynaşıyordu. Başlarında bilginler nöbet tutuyor, sıcaklığı ölçüyor, basıncı izliyorlardı. İlk günlerde kazandan yalnızca duman ve başarısız çözeltiler çıktı. Ama yılmadılar. Günler geçti, haftalar geçti.

Ve nihayet bir sabah… Reaktörün içinden buz gibi beyaz kristaller doğdu. Işığı tutunca gökkuşağını andıran, saydam bir taş: Yapay kriyolit. İşçiler haykırdı, bilginler gözyaşlarını saklamadı. Çünkü bu yalnızca bir kimyasal değil, bilimin zaferiydi.

Fabrika artık bir taş yığını değil, ateşle, tuzla ve insan zekâsıyla işleyen bir kalp olmuştu. Gine’nin sahilinden yükselen bu dev yapı, kıtaları birleştirecek uluslararası bir sanayi ağının ilk ışığıydı.



19.5. İlk Alüminyum Üretimi ile Krala Sunulan Hediye

Kayıtlar Salonu’nun laboratuvarında sessizlik hakimdi. Mumların titrek ışıkları, reaktörlerin bakır duvarlarında parlıyordu. Yapay kriyolit, ince beyaz kristaller halinde bir taş tepsisinde duruyordu. Başbilgin Enlil-Hotep derin bir nefes aldı.

“İşte,” dedi. ”Tanrının gözyaşlarını artık kendi ellerimizle çağırabiliyoruz.”

Simyacı Neshi elini uzattı, kristale dokundu. Taş soğuktu, ama içinde bir ateş gizlenmiş gibiydi. Onu büyük fırının içine yerleştirdiler, üzerine alümina döktüler. Bronz elektrotlar yerine yerleştirildi, basınçlı tüplerden elektrik fışkırdı. O an, havada keskin bir ozon kokusu yayıldı.

Saatler süren deneyin sonunda, fırının dibinde gümüşi, parlak bir sıvı toplandı. Soğudukça, katılaşan ve ışığı yansıtan ince levhalar ortaya çıktı. Başbilgin eğilip parmaklarıyla dokundu:

“Bu, yalancı gümüş…” dedi. ”Ama artık bizim eserimiz.”

Birkaç hafta boyunca laboratuvar yalnızca üretimle uğraştı. Küçük kalıplar, ince tabakalar, çubuklar yapıldı. Ardından, bilginlerin önerisiyle, krala sunulacak büyük bir hediye hazırlandı: eksiksiz bir yemek takımı. Tabaklar hafifti, kaşıklar parlıyordu, bıçaklar keskin, bardaklar inceydi.

O gün, kralın huzuruna çıktılar. Altın tahtında oturan Kral Karmen, hediyeyi görünce kaşlarını kaldırdı.

“Bu nedir? Gümüşe benziyor ama değil… Altın değil… Demir değil…”

“Efendim” dedi Başbilgin Enlil-Hotep, diz çökerek. ”Bu sizin ülkenizin ateşiyle, bizim aklımızın gücüyle doğdu. Yalancı gümüş… İnsanlığın yeni metali.”

Kral eline bir bardağı aldı, ışığa tuttu. Bardak o kadar hafifti ki şaşkınlıkla gülümsedi. Ardından kaşığı denedi, tabağa vurduğunda tiz bir ses çıktı.

“Bu metal,” dedi kral, ”sofrada da işe yarar. Ama asıl merak ettiğim… daha fazlasını yapabilir misiniz?”

Başbilgin ve bilginler aynı anda cevap verdi:

“Evet Efendim. Ama bunun için yalnızca laboratuvar değil, bir fabrika kurmamız gerekiyor.”

Kral gülümsedi.

“Öyleyse başlayın. Yalancı gümüşün diyarı buradan yükselecek.”

Ve böylece, ikinci büyük inşa süreci başlıyordu: alüminyum fabrikasının destansı doğuşu.



19.6. Alüminyum Fabrikasının İnşaatı

Kemet’in gökleri altında yeni bir çağın inşası başlıyordu. Taş bloklar değil, çelik iskeletler ve dev fırınların temelleri vardı artık. Halk, ilk kez kendi elleriyle anıt değil, tarihin ilk fabrikasını dikiyordu.

Nil kıyısında, dev bir fabrikanın temelleri kazılıyordu. Çamurdan yapılan tuğlalar değil, kalın taş bloklarla desteklenmiş fırın odaları, elektrik tüplerini besleyecek galeriler, bakır kabloları taşıyacak oluklar hazırlanıyordu.

Başbilgin Enlil-Hotep inşaat alanının ortasında durdu, işçilere seslendi:

“Artık taş yığınları değil, ateşin ve elektriğin hüküm sürdüğü evler yapıyorsunuz. Bu yer, yalancı gümüşün rahmi olacak!”

Binlerce işçi çalışıyordu. Kimisi taş kesiyor, kimisi bakır telleri döşüyor, kimisi basınçlı tüplerin metal gövdelerini çekiçliyordu. Kadınlar da erkekler kadar çalışıyor, mühendisler her gün yeni çizimler getiriyordu.

Aynı günlerde, Gine’nin kırmızı topraklarından *oksit yüklü gemiler yola çıkmıştı. Büyük yelkenliler rüzgârı dolduruyor, kervan başkanları yüklerin ağırlığını hesaplıyordu. Limana ulaşan *oksit, hemen yapımı süren dev kamyonların kasalarına doldurulacaktı.

Kamyonların bir kısmı yalnızca *oksit taşıyacak, bir kısmıysa Jabal Zayt’ın rüzgârlı kıyılarından petrol gazı fıçılarla getirecekti. Böylece Nil kıyısındaki enerji santrallerinin bacaları hiç sönmeyecek, fabrikalara durmaksızın güç pompalanacaktı.

Ve o santraller… Nil’in kıyısında yükselen dev bacalar, çarklarla dönen türbinler, akışı yönlendirilmiş su kanallarıyla çağlayanlar inşa ediliyordu. Yıldırımın gücü artık gökten değil, insanın ellerinden doğuyordu.

Halk kendi rızasıyla çalışıyordu. Çünkü biliyorlardı ki bu fabrika taş bir mezar değil, yaşayan bir gelecekti. Çocukları piramitlerin ve uydurulan binlerce tanrıların gölgesinde değil, ışıldayan yalancı gümüşten yapılan kanatların altında büyüyecekti.

Kral Karmen, inşaat alanını ziyaret ettiğinde gözleri gururla parladı.

“Bu,” dedi, ”ölüler için değil, yaşayanlar için dikilmiş en büyük anıt olacak.”

Ve böylece tarihte ilk kez, bir uygarlık tanrılarına değil, bilime ve üretime adanmış bir yapı inşa etmeye başlamıştı.



19.7. Alüminyum Fabrikasının Açılışı

Ve nihayet…

Göklerin rengi akşam alacasında ağır ağır kızıl bir tona bürünürken, fabrikanın devasa bacalarından yükselen duman, tarihin yeni bir çağını haber veriyordu. Fırınlar ateşlendi; kızıl kömür alevleriyle birlikte, dev potaların içinde beyaz ışık saçan eriyik metaller kaynamaya başladı. Yüksek gerilim şalterleri indirildiğinde, dev enerji santrallerinden gelen akım kabloları zangırdattı, makinalar homurdandı ve bütün fabrika bir devin uyanışı gibi titredi.

Bilginler ve ustalar, göz kamaştırıcı kıvılcımların karşısında heyecandan birbirlerine baktılar. İlk kez, yapay kriyolit yardımıyla eritilen *oksit, potalardan süzülen gümüşümsü bir nehir halinde akıyordu. O an, insan emeğinin ve zekâsının birleştiği mucize gerçekleşmişti.

Kral, mermer basamaklarla çevrili tören meydanına kurulan fabrikanın girişine geldi. Onun huzurunda, işçiler ellerinde yeni dökülmüş ilk alüminyum külçesini taşıyorlardı. Parlaklığıyla gümüşle yarışan bu hafif metal, insanlığın en büyük armağanı gibiydi.

Borular ötüyor, davullar çalıyor, halk coşkuyla bağırıyordu. Piramit gibi saçma dağ gibi mezar dikmek yerine işçiler elektrikle işleyen çelik ve alüminyum fabrikası yükselmişti. İnsanlar ellerinde meşalelerle fabrikanın çevresinde halay çekerken, kral ellerini kaldırdı ve şu sözleri söyledi:

“Bugün taş değil, ışığı işledik! Bundan böyle göğe yükselen eserlerimiz, insanın kendi kudretine de şahitlik edecek.”

Kutlamalar sabaha kadar sürdü. Ateşin, elektrik ışıklarının ve göğü yırtan işçi şarkılarının altında, yeni çağın ilk büyük fabrikası resmen açılmış oldu.

..

19.8. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara: ”Demek ki, sadece taş yetmiyor, insan aklı da taş gibi işlenmeli… Peki robot, neden bu insanlar bu kadar uğraştı? Bir metal için günlerce, aylarca niye uğraşsınlar ki?”

Nil-7: ”Çünkü Sahara, o metal onların göğe uzanan merdiveniydi. Altın süslerdi, demir korurdu, ama yalancı gümüş hafifti, dayanıklıydı, uçar gibiydi. Onlar göğe çıkmak istiyorlardı. Bir metal bazen sadece bir metal değildir; bir medeniyetin kanatları olabilir.”

Sahara: ”Peki ya o küçük kız, Salimatou… O sadece bir taş getirdi. Nasıl oldu da bütün kıtanın kalbini uyandırdı?”

Nil-7: ”Çünkü büyük kıvılcımlar küçük çakmak taşlarından doğar. Salimatou’nun taşı, kralların gururundan daha ağır geldi. Bazen bir çocuğun oyuncağı, bir imparatorluğun kaderini değiştirir.”

Sahara: ”Ama sonra hayal kırıklığına uğradılar… Kriyolit az çıktı. O an umutları sönseydi ne olurdu?”

Nil-7: ”O zaman tarihin akışı da sönerdi. Ama işte insanın sırrı budur: Yeter ki yolu kapansın, yeni bir yol çizer. Tanrı’nın gözyaşlarını doğadan bulamayınca, kendi elleriyle döktüler. Bu yüzden o metal, yalnız taşın değil, insan inadının da eseridir.”

Sahara: ”Söylesene Nil-7… Sence kral neden bu kadar sabretti? Neden bilginlere zaman verdi? Çoğu kral sabırsız olurdu.”

Nil-7: ”Çünkü Kral Karmen, taşlarla değil, zihinlerle imparatorluk kurduğunu biliyordu. O, altınla değil, akılla süslenmiş bir taht kurmak istedi. Bir kral sabırla beklerse, halkı da sabırla çalışır. Ve sabırdan doğan metal, asla paslanmaz.”

Sahara: ”Bu hikâyede en çok hoşuma giden şey, onların ‘birlikte’ demesi… Ama gerçek dünyada insanlar neden çoğu zaman birlikte olamıyor?”

Nil-7: ”Çünkü Sahara, insanlar çoğu zaman ‘benim toprağım, benim çıkarım, benim gücüm’ diye düşünür. Ama unuttukları şey şudur: Metal tek bir elde değil, birlikte işlendiğinde değer kazanır. Tarihin en parlak anları, insanların birlikte söylediği şarkılardır. Ayrı ayrı sesler gürültü olur, birlikte söylenirse destan olur.”
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL