Önsöz
Hayat, bazen bir kapıdan içeri girince başlar… ve o kapı bazen ardına kadar yalnızlığa cefaya açılır. Muhannetin Kapısı, işte tam da böyle bir eşiği anlatıyor: Ardında ne varsa alnına yazılmış ...
Suna'nın artık dizleri de iyice tutamaz olmuştu. Çalışmakta her geçen gün daha çok zorlanıyordu. Doktoru, verdiği raporda onun malulen emekli edilmesi gerektiğini açıkça belirtmiş, hatta yürüyebilmesi için Walter tipi bir yürüteç kullanmasının şart olduğunu yazmıştı. Bu rapor iş yerine de gönderilmişti.
İşyeri, doktorun ifadesini dikkate aldı. Suna emekli oldu. Ömrü boyunca sırtında yük, içinde gam taşımış bu yorgun kadın, sonunda biraz olsun soluklanma hakkını kazandı. Senenin birkaç ayını Türkiye’de, Aysel’in yanında geçiriyor; sabahları bastonuna yaslanarak bahçeye iniyor, serin toprağın üstünde çocukluk hatıraları gibi yeşeren otlara bakıyor, bazen de gözleri uzaklara dalarak eski günleri anıyordu. Selim'in küçük kızları Mina ve Lilanın şen kahkahasıyla yüzü aydınlanıyor, dizlerinin ağrısını unutuyordu.
Son yıllarda, Suna’nın hem bedeni hem de zihni yavaş yavaş tükeniyordu. Ara ara beliren unutkanlıkları, artık gün aşırı misafirliğe gelir gibi uğruyordu zihnine. Bazen Valter Yürütecinin minik sepetinde ki; gözünün önünde duran ilaçlarını bile içmeyi unutuyordu. O sepette sadece ilaçları değil astım hastası olalı her on dakikada boğazı kuruduğu için suluğunuda taşıyordu.
Unutkanlığı bir boşluk değildi, aksine dolup taşmış bir hayatın kendini yormasından ibaretti. Kimi sabahlar uyanıyor, aynadaki yüzü tanımakta zorlanıyor; kimi akşamlar, yıllar önce göçüp gitmiş bir komşusuna çay koyduğunu sanıyordu.
Emekli olduktan sonra 5-6 yıl içinde Suna’da sadece yorgunluk değil, bir başka misafir de baş göstermeye başlamıştı: Alzheimer.
İlk başta masum bir unutkanlık gibi görünmüştü. Anahtarları yanlış çekmeceye koyması, eski komşularının ve tanıdıklarının isimlerini karıştırması, bir yemeği ocağa koyup saatlerce hatırlamaması… Bir gün torununun adını karıştırdı, bir gün kendi gençlik fotoğrafına bakıp "Bu kim?" diye sordu. Zaman, Suna’nın zihninden ince bir tül gibi süzülüyor, her geçen gün biraz daha silikleşiyordu hatıralar. Suna, bazen akşam çöktüğünde annesini bekler gibi pencereye oturuyordu. Oysa annesi neredeyse bir asır önce göçmüştü bu dünyadan.
O gün sabah saat sekizde eve döndü Selim. Dün gece geç gelmişti, Suna çoktan uyumuştu. Bugün ise annesinin sesini duymayı umut ederek içeri girdi. Ama ev sessizdi… fazlasıyla sessiz.
" Anne?” diye seslendi önce. Cevap yoktu. Mutfakta ocak yanmamış, çaydanlık boş duruyordu. Her sabah tıkırdayan o fincan sesi yoktu. Televizyon açık değildi, hatta terlikleri bile yerindeydi.
Panikle odaları tek tek dolaştı. Yatak odasında yoktu. Banyoda yoktu. Arka bahçeye baktı—kapı aralıktı. Selim’in kalbi sıkıştı.
Arka sokakta, parkın kenarındaki banka oturmuştu Suna. Üzerinde hırkası yoktu. Saçlarını taramamış, bir elinde mendili, diğerinde küçük bir ilaç çantası vardı. Selim yaklaştı, kalbi sızlayarak. “ Anne… neden çıktın evden, haber vermeden?”
Suna başını kaldırdı, gözleri bulut gibi, uzaklara bakıyordu. “Beni almaya gelmedin… ben de kendim çıktım,” dedi. "Köye gidecektik, Ahmet ağam beni bekliyor. Geç kalırsak tren kaçar."
Selim’in gözleri doldu. Annesi çocukluğuna geri dönmüştü. Orada, istasyonda abisi ni bekliyordu artık.
“Tamam anne,” dedi Selim, diz çöküp elini tuttu. “Gidelim o zaman… beraber gidelim.”
Ama o anda Selim ilk kez anladı: Annesi artık bu dünyada değil; yalnızca bedeni burada kalmıştı. Zihni, kalbi, yılların ötesindeki bir istasyona çoktan yol almıştı…
Dönüş –
Doktorun odasında ağır bir sessizlik çöktü. Raporlar, çekilen filmler, yapılan testler tek tek açıklandı. Ama o dosyada yazmayan şey şuydu: Suna artık yavaş yavaş kendini yitiriyordu.
“Daha fazla yalnız kalamaz,” dedi doktor. “Birinin sürekli gözetiminde olması gerekiyor.”
Selim, başını öne eğdi. Ne diyeceğini bilemedi. Annesine iyi bakamamış olmanın utancı, bir oğul olarak sorumluluk yükü ve kendi başına açtığı dertlerin yorgunluğu boğazında düğümlendi.
Gece boyunca düşündü… Ve sonunda karar verdi: Annesi Türkiye’ye gidecekti. O memleketin güneşi, bahçesi, toprağı belki ona iyi gelirdi. Ama daha da önemlisi: Aysel vardı orada. Yıllardır annesinin gönlünü hoş tutan, sabırlı, ana yüreği gibi yumuşacık bir kız evlat…
Sabah, annesinin valizini hazırladı. İçine yumuşak bir yelek, birkaç ilaç kutusu ve çocukluk anılarını sakladığı eski bir defter bıraktı. Sonra usulca koluna girdi.
“Anneciğim,” dedi, “sen biraz dinlenmeye gidiyorsun, Aysel bakacak sana… Hem orada bahçede çiçekler var, senin sevdiğin sardunyalar da açmış.”
Suna, çiçekleri duyunca hafifçe gülümsedi. Ama nereye gittiğini tam bilmiyordu. Zaten artık çoğu şeyi tam hatırlamıyordu. Yalnızca, elini sımsıkı tutan bir oğul vardı yanında… Ve içini yakan bir veda hissi.
Uçaktaki özel hostes lere teslim edip annesini havalanırken, arkasından el salladı Ama Suna dönüp bakmadı bile. Belki de çoktan başka bir zamana yol almıştı o.
Tahir’in Sessiz Vedası
Tahir, ölmeden birkaç yıl önce kendi beldelerinin belediyesinde bekçi olarak işe girmişti. İşin maaşı çok değildi ama düzenliydi, sigortalıydı… “Evlatlarıma helal lokma bırakmak yeter bana,” derdi hep. Ama o toprak kokusu, o ekinlerin arasında geçen yıllar onun ruhuna işlemişti bir kere.
Hafta içi belediyeden erken çıktığı ve hafta sonu da iki gün çizmesini giyer, traktörün direksiyonuna geçer, güneş alnını kavururken bile tarlasındaki karpuzları sulardı.
Çünkü Tahir’in toprakla konuşan bir tarafı vardı. Bir karpuzun yaprağından susuz kaldığını anlar, bir fidenin gövdesinden “ben yorgunum” dediğini duyardı sanki. Toprakla hemhal olmuştu o. Yorgunluk nedir bilmezdi. Ne gönlünde ne dizlerinde şikâyet olurdu.
Ama bir gün, bir yaz sıcağında, o traktör su tankerini taşırken devrildi. Ve Tahir bir daha evine dönemedi.
Arkasında sabırlı bir kadın, Okula daha yeni başlamış okulu çocuklar, ve başını kaldırıp göğe baktığında hala “gelir şimdi” diye bekleyen bir eş bırakmıştı.
Kesin dönüş
Hostes'in indirdiği tekerlekli sandalyede annesini almaya üniversitesi yi yeni bitiren kızı Gül ile gelmişti Aysel. Annesine sarılıp hostesle selamlaştıktak sonra.. Gül'ün arabasına kadar hostes götürür. Aysel’in içi burkulur. Alzaymır denen illet hastalık çok değiştirmiştir annesini, çocuktan farksızdır hafızası beyni davranışı konuşması. Aysel annesini öyle görünce çok duygulanır ve için için ağlayarak varırlar ,annesinin aldığı yıllardır kendiyle çocuklarına yuva olan ve annesinin fazla keyfini sürmediği evlerine. geldiklerinde... "Hoş geldin anneciğim," deyip tekrar boynuna sarılır. ama annesi sadece mırıldanır, "Geç kaldık mı trene?"
O an, Aysel yutkunur. Annesi artık bambaşka bir zamandadır. Belki de Almanya ya gittiği 1970 lerde, izine,bazen uçakla bazen, bazı da trenle gidip geldiği Sirkeci garında ya da; 1940 ların çocukluğu ndaki kendi köylerinin tren istasyonu ndaydı. Evdeki ilk sabah, Suna erkenden uyandı. Ama yataktan çıkmadı. Tavana bakarak kendi kendine konuşuyordu.
Aysel, annesine kahvaltı hazırladı. En sevdiği çökelekli gözlemeyi yaptı, ama Suna tabağa dokunmadı. Birden, Aysel’in yüzüne bakıp: “Sen kimsin?” dedi.
Sanki o ana kadar sabreden Aysel’in içindeki ince bir tel koptu. Ama gözleri yaşarırken, sesini titretmedi. “Ben senin kızınım anneciğim, Aysel. Bak burası senin evin artık, ben buradayım.”
Suna bir an durdu… Gözleri uzak bir hatırada gezinir gibi daldı. Sonra başını yavaşça eğip “Benim de kızım vardı,” dedi, “saçları hep dağılırdı, hiç düzgün durmazdı.”
Aysel gözlerini kapattı. Annesi, onun saçlarını hatırlıyordu belki… Ama adı silinmişti.
Yine de, yine de… Aysel o sabah bir karar verdi: Her gün, annesinin dünyasına biraz daha yaklaşacak… Her sabah yeniden tanışacak onunla. Ve her gece annesinin elini tutup uyuyacaktı, çünkü annesi artık yalnızca bir anne değildi, zamanda kaybolmuş bir çocuğun kendisiydi.
Suna bir başka zamandaydı. Aysel’in omuzlarındaki yükte, yılların acısıyla daha da ağırlaşmıştı. Kocası, o hayat dolu adam, bir sabah traktörle su taşırken bir kaza geçirmiş, ve birkaç yıl önce toprağın bağrına karışmıştı. O günden beri evin içinde bir sessizlik dolaşıyor, hiç eksilmeyen bir hasret gibi çöreklenmişti her köşeye.
Şimdi, annesinin Alzheimer’la olan savaşıyla birlikte, Aysel’in hayatında iki yalnızlık vardı. Biri, yitik bir eşin ardından kalan sessiz acı, diğeri ise annesinin yavaş yavaş kayboluşunun getirdiği tarifsiz yalnızlık.
Ama Aysel dimdik ayaktaydı. Çünkü biliyordu ki, hayat ne kadar acıysa, o kadar da direnişti içinde. Her gün sabah öğlen akşam düzenli yemeğini yedirip ilaçları içiriyordu.
Yıllar Geçmiş Ayselin Çocukları da büyüyüp okudular ama Aysel de ayakta dimdik durdu.kızı Gül'e ve oğlu Orhan'a düzgün bir gelecek vermek için ev ve tarla işlerinde çalıştı, çok yorgun olmasına rağmen çocuklarının birer iş sahibi olmaları yüreğine gurur verirken Annesinin durumu hüzünlendiriyordu Arada Zeynep ve Zehra da gelip Aysel'i dinlendirmek ve annelerine evlat olarak üstlerine düşeni yapsalarda bütün yük Ayselin üstündeydi.
"Suna, Aysel’in yanına geldikten bir kaç yıl içinde hastalığı hızla ilerledi. Günbegün silindi hafızasından geçmişin izleri. Az önce yediği yemeği unutur oldu. Hangi odada olduğunu, salona neden gittiğini bile hatırlayamaz hale geldi."
Aysel bazen annesinin gözlerine bakıyor, onun yavaşça boşalan belleğinde kendine yer arıyordu. Annesi artık "Kızım" demiyor, gözlerinin derininden bir yabancının gölgesi geçiyordu. Eline dokunduğunda bir an duruyor, sonra tekrar uzaklara gidiyordu. O anlarda, Aysel kendini çok ve kötü yorgun hissediyordu.
"Zehra'yla büyük kız, sırayla Aysel’i dinlendirmeye gelir, annelerine bakarlardı. Ama Suna artık onları da tanımaz olmuştu. Gözleri boşluğa dalar, sonra kaşlarını çatarak sorardı: — Siz kimsiniz? Kimin kızısınız? Ananız babanız kim?
Her biri, annelerinin belleğinde silinmiş birer gölge gibiydi artık."
Zehra, annesinin hastalığına çok üzülmüştü. O halini gördüğü günlerin birinde kalemi eline aldı ve 'İnsana Ailesini Unutturan Hastalık (Alzaymır)' adını verdiği şiirini yazdı. O şiir, Zehra’nın iç dünyasının sessiz bir çığlığıydı. Şimdi kitapta, annesinin hatırasına ithaf edilmiş bir sayfada yerini alıyor.
Alzheimer ) “ İnsana Ailesini Unutturan Hastalık “
Akıl mantık arası, İletişim delinmiş Ömrünü adadığı amaçları silinmiş Anı bellek tahtası, kırk parçaya bölünmüş Zamanı terse almış, günü unutmuş anam
Yakında ki olaylar, hayal meyal bir anlık Her cevap, her sorusu, sanırsın ki yarenlik Gecesi gündüz olmuş, gündüzleri karanlık Sabah, öğlen, akşamı, tün’ü unutmuş anam
Oğluna abi diyor, kızına abla bacı Yaşananlar bir yana, anlatmak büyük acı Hayatını çalandan, hep olurdu davacı Yüzüne saflık çökmüş, kini unutmuş anam
Çevresinden bihaber, kendisini arıyor Çöken zihni belleği, yeniden onarıyor Anan, baban kim diye, bize bizi soruyor Üç kızı, bir oğlanı, beni unutmuş anam...
Son zamanlarda yatağa mahkûm kalan Suna, artık Aysel’in adını bile hatırlamıyordu. Yaşadığının bile farkında değil gibiydi; ne yiyor, ne içiyor, neye ağlıyor neye gülüyordu... Sanki geçmişin tozlu bir odasında sıkışıp kalmıştı. Ara ara gözlerini tavana dikip, kısık ve anlaşılmaz bir sesle, ‘Şehriban Hala…’ diye mırıldanıyordu. Kime seslendiği belli değildi; belki de yıllar önce göçüp giden bir hatıranın eteğine tutunuyordu.”
Suna’nın son yolculuğu, hüzünle örülmüş bir veda gibiydi; hayatın tüm acılarını ve sevgiyle vedalaşmanın o tarifsiz burukluğunu taşıyordu. 1 Kasım 2015 günü, Aysel’in ambulans çağırmasıyla başlayan telaş, eve gelen sağlıkçıların ağırlaşan durumu fark etmesiyle yoğun bakımda umut arayışına dönmüştü. Ne var ki, Suna’nın yorgun bedeni, yaşamla olan son nefeslerini alıp veriyordu.
Son yolculuk Sonbahar yaprakları gibi dökülür ömrümüz toprağa der gibiydi rüzgar o akşam. 30 ekim 2015 gününün gecesiydi, nefesi kesik kesikti. İnce bir ses mırıldanıyordu sanki… Aysel, annesinin solgun ellerini tuttuğunda bir sıcaklık değil, bir veda sezdi. Kalbi bir annenin gözlerindeki ışıktan anlar, ölümün nefesini duyar ya… İşte öyle bir histi bu.
Telefonu eline alıp hemen 112’yi aradı. Ambulans geldiğinde, Suna göz kapaklarını yavaşça aralamış, gözleriyle Aysel’e bir şeyler anlatmaya çalışmıştı. Sanki, “Hakkını helal et, kızım,” der gibi… Sağlıkçılar sessizce konuşuyordu. “Çok fazla bir şey kalmamış,” dediler. Hastaneye vardıklarında yoğun bakıma alındı Oksijen maskesinin ardından çıkmaya çalışan cümleleri artık yoktu. Sadece gözlerinde bir su gibi akan hatıralar vardı.
Aysel hemen ablalarını ve Almanya’yı aradı.Abisi Selim ve kız kardeşi Selvi’ye durumu Telefonda titreyen seslerle haber verdi. O gece uçağa atlayıp geldiler. Selim’in Türk eşinden olan iki kızı Mina ve Lila da yanlarındaydı. Genç kız olmuştu Mina ve Lila gözleri babaannelerini aradı fakat son nefesine yetişememişlerdi.
“Zeynep’le Zehra, komşu şehirdeydiler eşleriyle birlikte hemen gelip annelerinin yanına vardılar. Yoğun bakım odasında, can henüz bedenini terk etmemişti. Ama Suna ne kızlarını gördü, ne seslerini işitti… Gözleri kapalıydı, kulakları çoktan susmuştu.” Sanki kızlarını beklemişti ve o akşam Güneş batarken, onu da almış götürmüştü yanında. Odaya bir dinginlik indi. Suna’nın göğsü hafifçe kalktı, indi... Bir kez daha… Sonra bir daha kalkmadı. Cenazesi 2 Kasım öğlen vakti.. Suna, ömrünü verdiği çocuklarının gözleri önünde ve göz yaşlarıyla..yıllardır hasretini çektiği yeni evinin bulunduğu şehrin denize yakın mezarlığındaki gür çınar ağaçlarının boy verdiği kırmızı toprağa, içindeki gurbet kokusuyla defnedildi. Suna, toprağa verildiğinde, ardında yalnızca anılar değil, kalplerde saklı bir sevgi ve özlem bıraktı. O son yolculuk, hayatın kaçınılmaz ve doğal döngüsüne, ölümün bile sevgiyle karşılanabileceğine dair güçlü bir tanıklık oldu. Toprak, Suna’yı içine alırken, gökyüzü sanki bir an durdu. Ağaçlar eğildi, rüzgâr sustu, kuşlar uçmadı. Çünkü bir anne toprağa girdiğinde, sadece bir beden değil, bir devrin, bir hikâyenin, bir efsanenin sonu yazılırdı. Ama… Zehra'nın yüreğinde, bir kıvılcım vardı: > “Senin hikâyeni yazacağım anne… Hiç susmayacağım, seninle birlikte… Çünkü biz, susarak değil, anlatarak yaşatırız seni”
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.