Bir kimsenin beni yüzüme karşı methetmeye hakkı olursa, yüzüme karşı beni tenkit etmeye de hakkı olması lazımdır. bısmark
HALACI MANSUR Roman Hüseyin TURHAL
Mansur bin Hüseyin, bilinen adıyla Hallac-ı Mansur... O, asırlar boyunca, tasavvuf yolcularının bir ucu keskin kılıç, diğer ucu ise sonsuz bir aşk denizi olan menkıbesi olagelmiştir. O, zühd ve riyaze...
17. Bölüm

Bölüm 5: Altın ve İman Sınavı

9 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum

Mansur’un ruhu, Bağdat'ın yüzeyindeki gösterişli dindarlığın altındaki kokuşmuşluğu görüyordu. İnsanlar gösteriş için oruç tutuyor, zenginlikleriyle övünüyor, fakat yoksulun halinden anlamıyorlardı. Mansur, bu ikiyüzlülüğe isyan etmeye karar verdi.
Bir akşam, şehrin en nüfuzlu tüccarının verdiği ziyafete davet edildi. Sofralar, altın ve gümüş kaplarda sunulan en nadide yiyeceklerle doluydu. Davetliler, pahalı kıyafetler içinde, Mansur'un sade hırkasını küçümseyerek fısıldaşıyorlardı.
Mansur, söz sırası kendisine geldiğinde ayağa kalktı. Sesi, bir kılıç gibi sofranın şatafatını kesti:
"Ey Bağdat halkı! Sizler imanın elbisesini giymiş, ama kalbinizi sarraflara rehin vermişsiniz!"
Konuşması gergin bir sessizliğe neden oldu. Mansur, parmağıyla hemen yanındaki, pahalı halılarla kaplı zemini işaret etti:
"Bakın! Yemin ederim ki, şu an sizin bütün imanı, bütün dindarlığınız, şu gördüğünüz halının altındaki kirli topraktadır! Benim ayağımın altındadır!"
Tüccarlar öfkelendi: "Bizim imanımız, Halife'nin şeriatına bağlılığımızdır!" Mansur, "Kazın!" diye kükredi. Korku ve merakla, köleler hemen Mansur'un işaret ettiği yeri kazmaya başladılar. Bir karış bile kazmadan, küreğin ucu sert bir şeye çarptı. Toprak kaldırıldığında, altından bir küp dolusu pırıl pırıl altın sikke çıktı.
Mansur, alaycı bir gülümsemeyle kalabalığa baktı: "İşte! Din ve imanınız bu! Para ve servet sizin tek tanrınız olmuş! Hakiki imanı kaybetmişsiniz!" Bu keramet ve vaaz, Mansur'u hem bir peygamber gibi yüceltti hem de zengin ve ulema sınıfının gözünde tehlikeli bir düşman haline getirdi.
Bölüm 6: Enel Hakk Sırrı ve Fitne
Mansur, artık tasavvuf yolculuğunun zirvesine ulaşmıştı. Kalbindeki ilahi aşk, kelimelere sığmaz bir taşma noktasına gelmişti. Kendisini ilahi varlıkta o kadar eritmişti ki, kendi benliğini tamamen kaybetmişti. Aşk makamında (ayrılık), artık sadece Maşuk (sevilen) kalmıştı.
Bir Cuma günü, kalabalık bir pazar yerinde, Mansur bir manevi sarhoşluk (sekr) anında kendisini kaybetti. Gözleri kapalı, elleri havada, dudaklarından o asırlık ve yakıcı söz döküldü:
"Ben Hakk’ım! Ben Hakikatim! Enel Hakk!"
Bu söz, çöldeki bir yıldırım gibi Bağdat'ın sokaklarında yankılandı.
Şeriat âlimleri ve Kadı, bu sözü derhal küfür ve Halife'nin otoritesine karşı bir isyan olarak yorumladı. Mansur, kendi varlığını değil, her şeyin temelindeki ilahi varlığı ifade ediyordu. Ancak bu derin sır, basitçe anlaşılamazdı.
"Bir derviş, Allah'lık iddia ediyor!" çığlıkları Bağdat’ı doldurdu. Şeyh Cüneyd-i Bağdadî gibi eski hocaları bile, onun bu sırrı ifşa etmesini doğru görmemekle beraber, onun masumiyetine şahitlik ediyordu. Fakat siyasi ve dini otorite, bu fitneyi kendi ellerine koz yapmakta gecikmedi. Mansur'un tutuklanması emredildi.
Bölüm 7: Zindanın Sessizliği
Mansur, zindana atıldığında bile ne üzüntü ne de korku gösterdi. O, bu hapsi, Aşk yolundaki bir çile, sevgiliye kavuşma yolunda atılan bir adım olarak görüyordu. Soğuk, nemli ve karanlık hücresinde zikrine devam etti. Zincirleri ve duvarları, onunla Yaratıcısı arasına girebilecek bir engel değildi.
Gecenin bir yarısı, gardiyanlar dışarıdan gelen bir uğultuyla irkildi. Hücrenin kapısına yaklaştıklarında gördükleri manzara akıllarını başlarından aldı.
Mansur, içeride secdeye kapanmış, ağzından çıkan dualar hücrenin duvarlarına çarpıyordu. Ancak bu duaların etkisiyle, kocaman, kalın zindan duvarları bir anda erimeye, buharlaşmaya başlamıştı! Gözlerinin önünde, taşlar ve harçlar yok oldu. Hücresi, etrafı görünmez bir perdeyle çevrili, yıldızların parladığı, açık havada bir namazgâha dönüşmüştü.
Mansur'un önünde artık hiçbir engel yoktu. İstese, bir adım atıp karanlığa karışabilirdi. Ama o, secdeden başını bile kaldırmadı. Sabah olduğunda, duvarlar yeniden eski yerine gelmişti, sanki hiçbir şey olmamış gibi.
Bir gardiyan fısıldadı: "Mansur kaçabilir, ama kaçmıyor. O, kendi iradesiyle burada kalıyor." Mansur, bu kerametiyle, kendisini hapsetenin ne Halife, ne Kadı, ne de taş duvarlar olduğunu; kendisini, ilahi takdirin ve Aşk'ın hapsettiğini göstermişti. O, sadece Allah'ın izniyle kalıyordu.
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL