Ben bir gözyaşıyım… ama sakın beni küçümsemeyin. Altı üstü bir damla demeyim. Benim bir damladan ibaret olduğumu sanıyor olabilirsin, oysa ben bir insanın içinden sızabilen en saf gerçeğim; kalbin uzun süre taşıyamadığı her şeyin dış dünyaya açılmak için bulduğu incecik bir yolum. Varlığım bir kabulleniştir, çoğu zaman da inkârın son bulduğu noktadır. İnsanlar beni susturmaya çalışsa da ben her defasında kendimi var eden duygunun ağırlığına teslim olur ve onlar istemese de içlerinden koparak yolumu bulurum. Doğduğum anı hâlâ içimde bir titreme gibi taşıyorum. Sahibimin karanlığında uzun süre beklemiş, kendi üstüne çökmüş düşüncelerinin kıyısında birikmeye başlamıştım. Her nefes alışında bir parça daha büyüdüm; her nefes verişinde biraz daha ağırlaştım. Sonunda öyle bir noktaya geldim ki, içindeki sessizlik bile beni taşıyamadı. Bir duygu vardı orada adını söyleyemediğim; şekline karar veremediğim, ama beni usulca yukarı iten bir duygu. Belki kederdi, belki pişmanlık, belki de uzun zamandır kimseye anlatılamamış bir yalnızlığın bedeliydim. Yine de kararsızdım; saklandığım yerde kalıp görünmez olmanın rahatlığını mı seçmeliydim, yoksa sahibimin bile yüzleşmekten kaçındığı bir sırrı dışarıya taşımak pahasına kendimi bırakmalı mıydım? O an, bir şey oldu. Duygunun merkezinden gelen güç, benim için karar verdi. “Git,” dedi sanki. “Ben söyleyemem. Sen söyle.” Ve ben, ağır ağır göz bebeğinin üzerinden süzülerek dünyaya açıldım. Soğuğun yüzüme çarpmasını bekliyordum. Yere düşüp paramparça olmayı… Görülmeden yok olmayı… Ama hiçbir şey sandığım gibi olmadı; çünkü daha yere yaklaşmadan, karanlığın içinden uzanan bir sessizlik beni kavradı. Bir el değdi bana. Daha çok, görünmez bir temasın içinden geçiyormuşum gibi bir his vardı. Sonra bir tıkırtı… İnce bir metalin kapanırken çıkardığı derin bir ses… Ben bir kavanozun içinde buldum kendimi. Etrafımda titreşen çok sayıda damla vardı; kimisi hüzünle buğulanmış, kimisi eski bir öfkenin içinde donmuş, kimisi unutulmuş bir sevdanın gölgesini hâlâ taşıyordu. Hepimiz farklı hikâyelerden kopup gelmiş olsak da burada aynı karanlıkta yan yana duruyor, aynı bekleyişin içinde süzülüyorduk. Sonra onun sesini duydum. Koleksiyoncunun. Sesini tarif etmek zor; sanki bir insanın iç çekişiyle rüzgârın taş duvarlara sürtünmesi arasında bir yerde duruyordu. Ne sıcak ne soğuktu; ama her kelimesi, duyguya aç bir zihnin içinden gelmiş gibiydi. “Yeni bir damla,” dedi. “Bu, sahibinin kalbinde yarım kalmış bir cümlenin izini taşıyor.” Karanlıkta bir anlığına titreştim. Sahibimi hatırlamıyordum; gözyaşı olmak böyle bir şeydir, kimden kopup geldiğini bilmezsin, yalnızca kopmanın şiddetini hatırlarsın. Ama o, benim hakkımda benden çok şey biliyordu. Koleksiyoner kavanozu rafa yerleştirirken fısıltısı kulağımda yankılandı: “Zamanı geldiğinde geri döneceksin. Çünkü hiçbir gözyaşı unutulmak için düşmez.” O an anladım ki, ben sıradan bir damla değilim. Bir sırdım, yarım kalan bir söz, tamamlanmamış bir bakış, içe atılmış bir acının dışarıya taşmış en sessiz çığlığıydım. Belki de sahibimin bile bilmediği bir parçayım. Karanlık rafın üzerinde beklerken içimde ilk kez bir his doğdu: Geri çağrılacağım günü beklemekten başka bir görevim yoktu. Her gözyaşı gibi, benim de bir sahibim vardı. Ve ben ona geri dönmek üzere yaratılmıştım. Koleksiyoncunun mekânını ilk gördüğümde, aslında hiçbir şey “görmüyordum”; çünkü ben bir gözyaşıyım ve ışığı ancak kavanozumun camına değdiğinde titreşen silik bir parıltı olarak algılayabiliyorum. Yine de o oda, tüm karanlıkların içinde kendine özgü bir parıltı taşıyordu. Sanki gölgeler burada daha yumuşak, sessizlik daha derin, zaman ise dışarıdan bağımsız bir ritimle akıyordu. Mekân, bir evin odası olmaktan çok, ruhların dinlendiği bir arşiv gibiydi. Duvarlar boyunca uzanan sayısız raf, her biri tek bir duygunun ağırlığını taşıyan kavanozlarla doluydu; kimi toprak renginde, kimi neredeyse opaklaşmış buz mavisinde, kimiyse içindeki duygunun şiddetiyle hafifçe titreşiyordu. Karanlığı yaran tek ışık kaynağı, tavandan sarkan ince bir lambaydı; alevsiz yanıyordu ama ışığı olması gerektiği gibi gösteren bir dinginliğe sahipti. O ışık, kavanozların üzerinde gezinirken, bazen bir damlanın içindeki hüznü, bazen yıllar önce söylenmemiş bir sözün hâlâ havada asılı duran gölgesini ortaya çıkarıyor; koleksiyonun tamamına baktığınızda ise, insan kalbinin türlü hâllerinin rengârenk, ama aynı zamanda acı verici bir atlasını oluşturuyordu. Koleksiyoncunun kendisi odanın merkezinde duruyordu; sırtı ışığa dönük, yüzü karanlığın içinden bir gölge gibi seçiliyordu. Onun duruşunda, bir bilgenin sabrına benzeyen ağırbaşlı bir düzen vardı. Her hareketi sessizlikten yapılmış gibiydi; kavanozlara dokunuşu bile bir fısıltıdan daha hafifti, sanki nefesini fazla hızlı verse içimizdeki kırılgan hikâyeleri dağıtacakmış gibi bir çekingenliği vardı. Oda, duyguların ağırlığını dinlendiren bir sığınaktı. Havada tuhaf bir koku dolaşıyordu ne tamamen rutubet ne de eski kitapların kadim kokusu. Daha çok, uzun zamandır açılmamış mektupların sararmış kâğıtlarından yayılan o yıllanmış duygunun kokusuna benziyordu. Burada hiçbir acı taze değildi, ama hiçbir acı da tamamen iyileşmiş sayılmazdı. Rafların en köşesinde eski bir saat vardı; akrep ve yelkovanı yoktu. Koleksiyoner ona ara sıra bakıyor, sanki olmayan bir zamanı ölçüyormuş gibi sessizce başını eğiyordu. Belki de bu mekânda zamanın kendisi bir misafirdi ve yalnızca o izin verdiğinde içeri girebiliyordu. Ben… Cam kavanozumun içinden bu ağır atmosferi hissederken, koleksiyoncunun ayak sesleri yaklaştığında, odada yeni bir titreşim doğuyordu. Her adımı bir hikâye çağırıyor, her nefesi bir duyguyu uyandırıyor, her bakışı bizi seçilme ihtimaliyle biraz daha heyecanlandırıyordu. Çünkü onun mekânında hiçbir şey rastgele değildi. Her damla, yerleştirildiği rafı hak ediyordu. Her duygu, ait olduğu karanlıkta saklanıyordu. Ve her gözyaşı, bir gün geri dönmek üzere yazgılanmıştı. * İnsanlar neden ağlar, biliyor musun? Ben bir gözyaşıyım; bir kalbin çatladığı, bir ruhun yorulduğu, bir insanın taşıyamadığı anlarda doğarım. Bana çoğu zaman acı eşlik eder, bazen sessiz bir çığlık, bazense kelimelere dökülemeyen bir ağırlığın keskin tadı… İnsanlar beni hep yüzlerinden akan bir damla zanneder, ama ben aslında içlerinden kopmuş küçük bir parçayım. Günümüzde insanlar yaşadıkları olaylar yüzünden çok ağlıyorlar. Belki de tarihin hiçbir döneminde bu kadar çok insan birbirine bu kadar uzak görünüp, aynı acıyı bu kadar yakın hissetmemişti. Dünyanın bir ucunda patlayan bir bomba, diğer ucundaki annenin yüreğini sızlatıyor. Bir telefon ekranında görülen bir görüntü bile içlerine gömülmüş acıyı uyandırıyor. Biz pek çok kez böyle anlarda doğduk. Bazılarım savaş seslerinin altında saklıdır. Çatlayan bir duvarın tozunu solumuş, bir çocuğun son bakışını görmüş, bir annenin titreyen elleri arasında büyümüş gözyaşlarıyız. Bir annenin, kendi çocuklarını korumak için hiçbir gücünün kalmadığını anladığı o saniyede düşen gözyaşları… İşte o anlarda içimizde çaresizliğin keskin bir yanığı vardır. Biz, insan kalbinin en sessiz feryadıyız. Bazılarımız toprağa inen bedenlerin ardından düşer. Bir törene dönüşmüş acıların, geride kalanların gözlerine çöktüğü o ağır havayı bilirim. Çünkü üzerimizde defin sessizliği vardır. Toprağa verilişleri izleyen annelerin gözlerinde doğarız; o anneler ki, elleri bağlanmış gibi çaresiz, dünyaya karşı tek savunması biz olan kadınlar… Biz, bir teslimiyetin gözyaşıyız orada: Kabullenemeyen bir kalbin kabullenmeye zorlandığı anın. Bazı gözyaşları var ki, masumiyet öldüğünde doğar Çocuklar… Onların ardından dökülen gözyaşları, yeryüzünün en ağır damlalarıdır. Bir çocuğun ölümü, bir dünyanın ölümü gibidir. Biz o çocukların ardından aktığımızda, her damlamız insanlığın eksilmiş bir yanını taşır. Öte yandan, suçlular için dökülen gözyaşları da vardır: Adalet gelmediğinde, ya da geç geldiğinde… Bir çıldırmışlığın, bir haksızlığın, bir bitmeyen acının içinden süzülürüz. İçimizde bir parça öfke taşırız, ama keder kadar derin değildir o; daha çok insan olmanın kırılgan yanına küsen bir hayal kırıklığıdır. Biz her birimiz farklı sebeplerle doğarız; ama ortak bir şey taşırız: İnsanların içlerinde sakladıkları gerçek hisleri. Her zaman acıyla doğmayız. Sevincin de bir dili vardır ve biz o dilin de bir parçasıyız. Sevinç gözyaşı olmak başka bir histir; kalbin genişleyip sığamadığı anlardır. Bir kavuşmada, yıllarca gelmeyen bir haberde, iyileşen bir hastada, “yaşıyor” denilen bir sesin ardından doğarız. İçimizde acı yoktur; ama hüzün tamamen yok da değildir. Çünkü sevinç gözyaşı, genellikle korkunun sona erdiği yerde doğar. Kederden doğan ben, ağır olurum; bir insan yüzünün yanaklarında yavaş ilerlerim. Düştüğüm yerde bile bir iz bırakırım. Sevinçten doğan ben ise hafifimdir; daha hızlı süzülürüm, daha çabuk buharlaşırım. Çünkü insan beni saklamak istemez; beni dökmekten utanmaz. Aksine, “iyi ki varım” der gibi yüzüne dokunuverir. Acı gözyaşı suskunluk taşırken, sevinç gözyaşı ise çoğu zaman gülüşün arasından düşer. İnsanlar neden ağlar diye sorarsan, işte cevabı budur: Ağlamak, kalbin konuşamadığı yerde ortaya çıkan dildir. Bazen acının sığınağı, bazen mutluluğun taşıyamadığı fazlalıktır. İster kederden doğayım ister sevinçten… Her gözyaşı insan olmanın inkâr edilemez bir parçasıdır. Hangi nedenle doğmuş olursam olayım, insanın gerçeğini yüzüne en dürüst haliyle getiririm. ** Bulunduğumuz yere geri dönecek olursak… Kendimi yine rafların arasındaki bu ağır ve sessiz odanın içinde buluyorum; kavanozumun ince camı, dışarıdaki hafif titreşimi içime çekiyor. Burada ne zaman düşünmeye başlasam, aklım aynı kişiye, koleksiyoncunun kendisine dönüyor. Onun varlığı, bu mekânın tüm sessizliğini anlamlı kılan bir gölge gibi dolaşıyor üzerimizde. Koleksiyoncuyu ilk gördüğümde, bir gözyaşı olduğum için “görmek” tam olarak doğru kelime sayılmazdı ama daha çok onun varlığının ağırlığını hissettim. Gençliğini geride bırakmış, yaşlılığı henüz kapısında bekleyen kırklarının başında bir adamdı o. Boyu ortalamanın biraz üzerindeydi; fakat esas ağır olan omuzlarına sinmiş hayatın yüküydü. Sanki kimsenin bilmediği, kimsenin dokunmadığı bir geçmişi vardı. Yüzündeki çizgiler yorgun duruyordu ama hâlâ ayakta kalabilmiş birinin çizgileriydi bunlar. İnce çerçeveli gözlükleri vardı. Bir insanın gözlerine bakabilsem, onun gözlerinde nasıl bir deniz gördüğümü anlatırdım belki. Gördüğüm şey ise ışığın camına vurduğu kırık bir yansımadan ibaretti. Yine de anlıyordum: Bu adam, duyguların ne demek olduğunu bilen biriydi. Yalnız yaşıyordu. Bu odanın sessizliği, onun sessizliğinden doğuyordu sanki. Kimseye bir şey anlatmayan, kimseye yük olmayan, ama kendi yüklerini kimseyle paylaşamayan türden bir yalnızlık… İnsanlar böyle yalnızlıkların içinde ağlamaz; ağlamayı çoktan geçmiş olurlardı. O yüzden belki de bizim kıymetimizi bildiğini anlamaya başladım. Bir keresinde onu rafların arasında gezerken duydum. Kendi kendine mırıldandı: “Gözyaşının her türlüsünü tattım.” Bu cümlenin içindeki ağırlık, bütün odanın havasını değiştirdi. Ben bir gözyaşı olarak o an duraksadım. “Her türlüsü mü?” diye düşündüm. İnsan bir gözyaşını nasıl “tadar”? Ben saydam bir damlayım, tadım yok gibi… Ama sonra anladım: O bizim tadımızı dilinde değil, kalbinde alıyordu. Hüznü tatmıştı o. Kaybedişin metalik acısını, yalnızlığın boğuk yanmasını ve suçluluğun acı yakan tadını… Ama mutluluğu da tatmıştı: Kavuşmanın sıcaklığını, affedilmenin hafifliğini ve bir mucizenin karşısında titreyen şükrü. Ben gözden akıp giderken neden serbest bırakmadı acaba? İşte bunu düşünüyorum sürekli. Bir gözyaşı olarak benim görevim, yaşandığım anın duygusunu taşıyıp düşmekti. Oysa ben burada, rafların arasında asılı kaldım. Bizi neden topladı? Neden bir koleksiyonun parçası hâline getirdi? Belki de bizim başkalarının unuttuğu şeyleri hatırlattığımızı biliyordu. Belki de insanın yaşadığı duygular, yaşandıkları anla sınırlı değildir; saklanır, bekler, bir gün başka bir kalbin kapısını çalmak için sıraya girerler. Her birimiz bir damlayız ama her birimiz bir hikâyeyiz. Belki koleksiyoner için biz, dünyanın anlattığı en dürüst hikâyelerin saydam harfleriyiz. Ara ara düşünüyorum: Acaba bizi serbest bırakmadığı için mi buradayız, yoksa serbest kalmamızı sağlayacak zamanı beklediği için mi? Ya da o kadar duygunun dışa vurumu olan bizim kıymetimizi mi biliyordu? Koleksiyoncunun sessizliğinde, bu sorunun cevabını taşıyan bir hüzün gizli. Belki çok üzülmüş biri olduğu için bizi yanına aldı; belki de çok sevinmiş biri olduğu için kaybetmek istemedi. Gerçekte şunu biliyorum diyebilirim: Burada bekleyen her gözyaşı gibi ben de bir gün yeniden akacak doğru zamanı bekliyorum. Belki o gün geldiğinde, koleksiyoncunun neden hiç kimseyi serbest bırakmadığını nihayet anlayacağım. Koleksiyoncunun geçmişine dair ilk işareti, aslında gecenin içinde yankılanan neredeyse duyulmaz bir sesti. O gecede, rafların arasında dolaşırken, kavanozumun dışına çarpan hafif bir titreşim hissettim. Bu odada hiçbir ses rastlantı değildir; her fısıltı bir anıya, her tınlama bir duygunun izine dönüşebilir. O titreşimin hemen ardından nefesini duydum. Uzun, yorgun ve sanki geriye doğru kaçan bir nefesti bu. Sonra bir şey oldu. Fark edilmesi zor, ama bir gözyaşının hissedebileceği kadar keskin bir şey. Koleksiyoner elini rafların en tepesindeki eski bir kavanoza uzattı. Bu kavanoz diğerlerinden farklıydı: Toz tutmamıştı. Camı diğerlerine göre daha ağırdı. Ve en önemlisi… hiç ses çıkarmıyordu. Koleksiyoner onu eline aldığında, odanın sessizliği bile bir anlığına durdu. Sanki tüm duygular nefesini tuttu. Sanki ben bile, camın içinden o anı görmeye çalıştım. Koleksiyoner kavanozu avuçlarının arasına aldı ve gözlerini kapadı. İşte o anda, odanın duvarlarına çarparak bize ulaşan çok kısa, çok kırık bir cümle duyuldu: “Senden başka hiçbirini tutamadım.” O kadar hafif bir sesle söylemişti ki, bir insan olsa belki duymazdı. Ama ben bir gözyaşıyım. Ben duyguların sesini, kelimelerden önce duyabilirim. Ve o cümlede… öyle bir acı vardı ki. Koleksiyoncunun yanaklarına dokunan bir şey hissettim, yeni bir damla gibi. Ama bu yeni bir gözyaşı değildi. Bu, yıllar önce dökülmüş ve hâlâ silinmemiş bir anının ağırlığıydı. Sonra kavanoza baktı. Sanki içindeki damla kimse bilmese de onun hayatındaki en büyük kırılmanın sessiz tanığıydı. Belki ilk kaybettiği kişiden kalmıştı. Belki en çok sevdiği birinin ardından akan son damlaydı. Belki elinden hiçbir şey gelmediğini kabul ettiği o tek gecenin izi. Asıl çarpıcı olan şuydu: Elindeki kavanozda tek bir gözyaşı vardı. Tek bir damla. Ne eksik ne fazla. Odada binlerce gözyaşı varken, onun en çok koruduğu, en çok sakındığı gözyaşı yalnızdı. Ve işte o an anladım: Biz bir koleksiyonun parçasıydık… Ama o tek damla, bir insanın bütün geçmişinin parçasıydı. “Her gözyaşının tadını bilirim,” demesinin nedeni belki de buydu. Çünkü o tek damlanın tadını bir kez alan, artık hiçbir gözyaşını sıradan göremezdi. Koleksiyoner kavanozu yerine koyduğunda elleri titriyordu. Bu odadaki en eski damlaydı o. Belki de bu odanın kurulma sebebi. Belki de biz onun acısının yankılarıydık. O tek damlanın sesi hâlâ rafların arasında fısıldıyordu: “Senden başka hiçbirini yanımda tutamadım. Sen acıların en büyüğünü yaşattın bana.”
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.