Gönlünün arzusuna göre iş yapma ki, sırtına pişmanlık yükü yüklenmeyesin. ferideddin attar
42. Bölüm

Dedemin Anıları 42.Bölüm Alayaka Yaylası’ndan Esintiler ve Köy Enstitüsü’ne Başlama Sürecim

17 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
Tarih 9 Temmuz 1948… Fevzi ağabeyimle evden çıkıp Alayaka Çayı’nın dibindeki kavakların yanındaki soğuk pınarın başında afiyetle tandır ekmeğimizi yiyorduk. Fevzi ağabeyim bana: ‘‘Kazım, orta yerde bir öz var, yani susuz dere… Şu derenin yakınında bulunan çalının arasından kırmızı kırmızı bir şeyler görünüyor, git de ne olduğuna bir bakıver.’’ dedi. Ben de gidip baktığımda bunun bir domates kümesi olduğunu gördüm. Ama erik domatesiydi ve irişer irişer yayla domatesleriydi. Fevzi abime bunu söyleyince ’’Git ermişse topla da getir!’’ dedi. Tekrar gittim ve gittiğimde bir de ne göreyim! Çalıların arasından bir kıkırdanma sesiyle ansızın bir geyik halilliğiyle bir genç kız silüeti karşımda beliriverdi. Yağız ve uzunca yüzünün ortasında, pırıltılı ışıklar çakan iki yeşil gözü ve inci gibi bir sıra iri beyaz dişleriyle bana gülümsüyordu. Başı oyalı yemenisinin üzerinde bulunan kat kat sargılarla sarılıydı. Kumral perçemi, yemenisinin altından alnına dökülüyor, uzun örgüsü sırtında sallanıyordu. Beli kuşaklı ve alaca pazen donlu bir kızdı. Üzerine basmalardan dikilmiş şalvarlarının üstüne etekler geçirmişti. Niçin bana birdenbire harikalude bir şey gibi gözükmüştü bir türlü anlayamamıştım. Bana incecik parmaklarıyla el salladıktan sonra birden sırtını dönüp paytak paytak koşar adımlarla benden uzaklaşmaya başladı. Olduğum yerde donakalmıştım. Hemen silkinip bağırıverdim birden kızın ardından: ‘‘Gitme seni köyüme götüreyim’’ diye haykırdım! Kız arkasını bile dönmeden uzaklaştı gitti. O anda Fevzi abim: ‘‘Nerede kaldın Kazım!’’ diye seslenince kendime geldim ve dört köşe köşe domatesleri toplayıp Fevzi abim pınarın içine domatesleri bıraktı. Domatesleri pınarda yıkayıp çanağın içine koyduk. Çanağın içine su koyduk. İçi su dolu çanağın içinden buz gibi olmuş domatesleri alıp alıp tandır ekmeğiyle beraber yemeye başladık. Uyyy! Ne hoştu o domatesler… Erik domatesini bir hafta sonra toplayıp evde yemek için tekrar kavakların oraya gittik zira erik domatesleri çok hoşumuza gitmişti. Bir kelter domates topladık. Domateslerin birini ortadan ikiye ayırdığımızda domatesin içi kırağılı kırağılı gibi olmuş halde göz kamaştırıyordu. Pınarın suyu zaten kar suyuydu. Dağın buzlu tarafı hiç erimiyordu, buzul kısmından kaynaklıydı o su… Karnımızı doyurunca pınardan su içmeye başladık. Ben kana kana su içtikten sonra yerimden doğrulurken bir de bir de ne göreyim! Pınarı çevreleyen çalılar perdesi arkasından bizim su içişimize bakan iri yarı bir adam silüeti görüyordum. Yoldan belli belirsiz bir patika geliyordu pınara. Bir kayın ağacı dibinden kaynayan pınar, dalga dalga kumlar üzerinden kıvrılarak akıp gidiyordu. Gün ışığının dağılarak içinde kaybolduğu sık kamışlar, şimşirler, servi ve ökaliptus ağaçları vardı pınarın çevresinde… Bir yerde saklı ve gizli, ama hemen oracıkta bir kuş üç kere ötüp sustu. O esnada bizi izleyen adam silüeti daha bir netleşmeye başladı. Kafasında hasır bir şapkasıyla bize yaklaştıkça bunun Kırklıkçı Mahmut Amca’dan başkası olmadığını fark ettik. Biraz durup soluklandıktan sonra bize selam verdi ve:
‘‘Yarın davarın sırasını bize verdiler. Meşeye, oduna gidecektik başka zamana kaldı.’’ dedi.
Fevzi ağabeyim şaşırmıştı:
‘‘Bizim sıramız yarından sonra değil miydi?’’ diye sordu.
Kırklıkçı Mahmut Amca:
‘‘Öyleydi ama İçli ailesinin cenaze telaşı var, Bünyamin Ağabeyin vefatından ötürü cenazeyle uğraştıkları için muhtar sırayı bize kaydırdı. Onlar sıraya sonra gidecekler.’’
Camiden çıkarken muhtar haber vermişti. Köyün koyun, keçi sürüsü çobansız kalacak değildi. Ha bir gün önce ha bir gün sonra ne fark ederdi. Yarın işi olmasa önemli değildi. Muhtarın teklifini içindeki sıkıntıyla kabul etmişti. Sonbaharda koyunlara çoban tutulmuyordu. Köyde isteyen bazı köy sakinleri köyün sürüsüne çobanlık yapıyordu. Ben ve kardeşlerim de hem kendi hayvanlarımızı hem de köyün sürülerine çobanlık ede ede okumuştuk.
Kırklıkçı Mahmut Amca iyi çobanlık yapardı. Sıra onda olduğu zaman, sürü köye daha tok dönerdi. Gençliğinde birkaç yıl çobanlık yapmış adamdı.
Ertesi sabah Kırklıkçı Mahmut Amca ile birlikte sürüyü önümüze kattık. Sürüyü Kalabat Kayalığına doğru götürüyorduk. Sürü her zamankinden kalabalık olmuştu. Çoban köpekleri uzaklaşan koyunları sürüye doğru sürüyor, davarın etrafında dolanıyorlardı.
Kırklıkçı Mahmut Amca:
‘‘Bizim çoban olduğumuzu duyunca hayvanını sürüye katmayanlar da getirdiler.’’ dedi.
‘‘Sıraya girmeyenlerin hayvanlarını almayalım.’’ diyen Fevzi ağabeyime Kırklıkçı Mahmut Amca şöyle cevap verdi:
‘‘Bırak getirsinler. Beş yüzle altı yüz fark etmez. Bize güvendiklerinden getiriyorlar. Hayrımız olur. Hayvanların ağzı yeşillik görür.’’
Hepimiz buna sıcak baktık. Gel zaman git zaman aradan aylar geçti. Bu güzel yaz günlerinin sonu çabuk geldi. Sert rüzgar ve şiddetli yağmurlarla geçen güz vakitleri de bitiverdi. Ve bir gün ansızın kara kış gelip kapıya dayandı. Soğuk bir akşam evde bir yakacak odun olmayınca geceyi zor geçirmiş, sabahı zor etmiştik. Şafak söker sökmez de aramızdan birisi koruya gidip oradan yakmak için kozalak toplayacaktı ki bu işi en iyi küçük kardeşim Tuğrul yapardı çünkü kendisi çok tez canlı biriydi ve gittiği yerden çabucak dönüverirdi. Nitekim şafakla birlikte Tuğrul şafakla evden jet hızıyla çıktı, evde yakacak odun kalmadığı için kozalak toplamaya gitti. Yine her zaman olduğu gibi gittiği gibi gelmesi bir olmuştu ama eli boş dönmüştü. Bu yüzden de ağıla doğru yönelip yakmak için tezek, eğer yakacak tezek de bulamazsa tezek yerine kullanmak için kuru gübre toplamaya gitti. Ancak ağıldan koşa koşa geldi. Nefes nefese kalmıştı. Ben kötü bir şey olduğunu sezip sordum:
‘‘Ne oldu?’’
‘‘Mercan'ın danası öldü. Üç tanesi de hasta.’’ dedi güçlükle... Sonra biraz soluklanmak için durdu. Ben de bunun üzerine: ‘‘Köye koş, Tuğrul. Kırklıkçı Mahmut Amca'yla ötekilere söyle, bugün gelsinler buraya. Danaların hastalandığını söyle onlara.’’ Tuğrul biraz soluklandıktan sonra köye gitmek için çarçabuk giyindi. Sırtını, yarın kıyısını tırmanmakta olan güneşe çevirip, tepeye doğru iri adımlarla uzaklaştı. Ben de durup onun ardından baktım, sonra ağır ağır ağıla doğru yöneldim.
Ağıldaki on dananın yedisi hala sağlıklı görünüyordu ve ayaktaydı, ama üç dana söğüt çitin dibinde yatıyordu. Öğleye doğru üçü de öldü.
Öğle namazını kıldıktan sonra tekrar ağıla koştum. Danalardan ikisi daha hastalanmıştı.
Bir tanesi sanki üç gün uykusuz kalmış gibi kan çanağına dönmüş gözleriyle başını Mercan'a çevirip, üzgün üzgün böğürdü; dışarı doğru bakmaya çalışan yaşlı gözleri cam gibi parlıyor, Mercan'ın güneşten yanmış yanaklarından aşağı da tuzlu gözyaşları süzülüyordu.
Tam o esnada Kırklıkçı Mahmut Amca, yanında danaların sahipleriyle döndü.
İhtiyar Sefer emmi değneğiyle dananın leşine dokunarak, ‘‘Bozkırda görülen cinsten bir salgındır bu; kızıl su hastalığı derler... Şimdi bütün sürü bu hastalığa yakalanıp kırılacak.’’ dedi.
Danaların derilerini yüzüp, leşlerini derenin yanına gömdük. Kuru, siyah toprağı üstlerine höyük gibi yığdılar. Ama ertesi sabah yine köyle danaların leşlerini gömdüğümüz dere kenarı arasında mekik dokumak zorunda kaldık. İki dana daha hastalanmıştı. İç sıkıcı günler birbirini kovaladı. Ağıl tenhalaştı. Bizim ruhumuza da bir boşluk geldi. 5 tane sağlam dana kaldı. Hayvanların sahipleri arabalarla geldiler, ölen danaların derilerini yüzdüler, dere yatağında sığ çukurlar kazıp, kanlı leşlerin üstüne toprak yığarak, çekip gittiler. Ne var ki, sürü artık ağıla girmek istemiyordu: kan ve çevrelerinde görünmeden dolaşan ölüm kokusunu alan danalar böğürüp duruyordu. Bu elimizde kalan danalar da hastalanmadan aza çoğa bakmamak kaydıyla bu dananın sahipleriyle konuşup danaları elden çıkarmalarını sağladık ve kendimizi bu işten kurtardık.
Bu süreç bizi çok etkilemişti. Ben de bu sürecin etkisiyle kendimi bilmez bir halde çıkıp sabahları dışarı bir gidiyor ve akşamları eve geç dönüyor, boş boş gezip geliyordum ve bu sürecin bendeki etkilerinden kurtulmaya çalışıyordum. Yine bir gün dışarı çıkmış ve yağmur altında kalmıştım. Tam da bünyemin hassas olduğu günlerde yakalandığım bu yağmur yüzünden ateşler içinde binbir güçlükle köy odasına koştum. Zira köyümüzde doktor ve sağlık evi yoktu ve kasabadan sağlık memurunu çağırsak köyümüzün yolu olmadığı için da çok zor gelinebiliyordu. Sağlık memuru da hastaya çağrıldığında genelde köy odasını sağlık evi gibi kullanırdı. Muhtara durumu anlattıktan sonra o da hemen beni içeriye buyur etti ve küçük bir yüklükten bozma misafirlik odasındaki pencerenin bulunduğu ve baştan başa tahta işleriyle kaplı olan duvarla beraber pencerenin altında bir seki vardı. Bu sekide bir yatak vardı. Kendimi yatağa zor attım ve can havliyle bildiğim tüm duaları sayıklamaya başladım. Adeta ceset gibi yatıyordum. Neredeyse iyileşmeden ümidini kesmiştim. Kocaman odada tahta bir karyoladaydım. Demir bir pençe yüreğimi sıkıyor, hiçbir şey hissetmiyor, yuvasında tecavüze uğramış bir hayvan yavrusunun çaresiz korkusuyla büzülüyor, küçülüyor, çırpınıyordum. Kafamı, vücudumu toparlamaya çalışıyordum. Bir süre sonra debelenir gibi yataktan kayıp karyolanın önüne çöktüm. Ellerimi yüzüme kapadım. Yüzüm ateş gibi yanıyor! Her yanım bir mezar sessizliği... Kafam bedenim parçalansın, öleyim... Saçlarımı yolmanın, dudaklarımı ısırarak parçalamanın, faydasızlığını bile bile, tırnaklarımı göğsüme geçirip koparmanın, bir mengenede sıkıp ezmenin yolunu arıyor, bununla da kalmayıp yüreğimi yerinden çıkarıp kendi elimle durdurmak istiyordum!
Bu arada köy odasının da nasıl olduğunu anlatayım. Köy odasının hemen giriş duvarında seccade asılıydı ve üstünde nar kırmızı kılıfta Kur’an-ı Kerim vardı. Kuzey duvarında renkli kağıtlar, bir kurt postu. Postun üstünde bir kılıç, sağında Atatürk resmi varken solunda da muhtarın Balkan Harplerinde şehit düşen onbaşı amcasının resmi ve amcasından yadigar kalan antika iki silah vardı. Onların sağında, üzerine Kâbe’nin nakşedildiği duvar halısı. Solda meşhur hattat Şeyh Hamdullah’ın besmelesi. Pencere batıda. Deyim yerindeyse köy odası değil, adeta bir Osmanlı paşasının eşyalarının sergilendiği bir müzeye benziyordu.
Bir zaman sonra kasabadan sağlık memuru geldi ve beni muayene etti. Biraz istirahat etmemi, evden dışarıya çıkmamamı tavsiye etti. Muhtar da ‘‘Evine gitmene gerek yok Kazımım, sen tıpkı misafirler gibi burada ol... İyi olana kadar ben senin her şeyinle ilgilenirim.’’ Muhtar da Rasim ağabeyimle çok samimi arkadaştı ve Fevzi ağabeyimi, beni ve kardeşim Tuğrul’u da çok severdi. Bizleri kardeşi gibi görürdü.
Ben de bu hastalık sürecinde okula başladığım ilk yılın kış mevsiminde yaşadıklarımı hatırlamaya, hatta düşlerimde yeniden yaşamaya başlamıştım. Okula başladığım yılın ilk karı soğuk bir ayazın hakim olduğu bir gece yeryüzüne düşmüştü, hem de lapa lapa yağarak. Çocuk olarak sevincimize diyecek yoktu. Çünkü az sonra pencerelerden girip çıkmak zorunda kalacağız diyorduk. Gerçekten de bu sabah kapımızın önüne tepeleme yığılmıştı kar, çamaşırlıktan çıkabildik ancak. Hiç kuşku yok, dışarıyla bağlantımız kesilecekti bir süre, neyse ki dün köye indiğimde öğrendim, bol bol yetecek kadar yiyeceğimiz varmış. Karın bizi tutsak etmesi ilk kez bu kış başımıza gelmiyor, ama bu denli kalın bir tabakayla engellendiğimizi ömrümde hiç hatırlamıyorum. Karakış her geçen gün köyümüzü ve vadimizi daha şiddetli bastırıyordu. Her yer iki metreye yakın beyaz betona dönüşmüştü. Kar, tipi ve koyu sis çok etkiliydi. Köyde dağlar gibi yığılı tezek galakları bu yıl çok erken erimeye başladı. Hava böyle acımasızca devam ederse, yaşamın uzun süre felç olacağı kesindi. İçerinin hafif ılık olduğu zaman, dışarının acı soğuğu ile karşılaşınca kapının arkasında dört parmak kalınlığında kar oluşturması, inanılacak gibi değildi. Bunu yaşamayan asla bilemez. Evimizin içinde bulunan soğan, patates ve elma, adeta taşa dönüşmüştü. İlerleyen günlerde tipi öylesine şiddetlenmişti ki, adeta soğuk bir cehennem gibiydi. Bir ay boyunca tahta parçası, ot ve saman yakarak donmamaya çalışmıştık. Adeta kıyamet alameti gibiydi. Soğuğun yıllardan beri ilk defa köyümüzde bu denli eksilerin altını görmesi halkı perişan etmişti. Herkes günlük kıyafetleri ile yatıp kalkıyordu. Köyde ne varsa her şey dondu. Evlerin içi inanın buzdolabı gibi değil, derin dondurucudan farksızdı. Allahtan ekmeğimizin dışında yeterince erzağımız vardı, ama yakacağımız tükendiği için şimdi, korkunç bir soğuk tehlikesi ile karşı karşıyaydık. Ciddi bir hastalanmanın bu koşullarda ölümcül olabileceği endişesi, hepimizi kara kara düşündürüyordu. Geceleri elbiselerimizi hiç çıkarmadan, iki kat örtü altında yatmamıza rağmen ısınamıyor, zar zor uyuyabiliyorduk. Tezek galaklarının dibinde kalan son parçalar, ekmek, yemek yapmak için ayrıldığı için, ısınmada kullanılmıyordu.
O günleri düşlerimde tekrar yaşamak suretiyle ıstırap dolu günler geçirerek hasta halde yattıktan sonra soğuğun seyrekleştiği güneşli bir günün sabahında kendimi biraz daha iyi hissetmeye başlamıştım. Artık odanın içinde kısa kısa yürüyüşler yapıyordum. Ama bolca istirahat devam ediyordu. Böyle böyle aradan birkaç gün daha geçti.
Artık iyileşmeye başlamıştım ve bir sabah köy odasının girişindeki muhtarın masasının önünde bekleyen Ormancı Halil Amca’yla karşılaştım ve şaşırmıştım. Önce tabi beni burada görünce şaşırdı ve merak içinde burada niye olduğumu sordu. Ben de olup biteni kısaca kendisine anlattıktan sonra kendisinin geliş sebebini konuştuk. Kendisi Alaşehir Ortaokulu’nda okurken köyümden okuluma geliş-gidiş zor olduğu için evlerinde misafir olarak kaldığım ilk kişiydi. Onunla tatsız anılarımız olmuş ve onun evinde elime demir kaşıkla vurulmuş, her günüm çileli geçmişti. Ama buna rağmen akrabam Ormancı Halil Amca esasen çok mert, çok yiğit bir adamdı. Bu Ormancı Halil Amca lafı hiç uzun etmeden tam imkansızlıklardan dolayı gitmekten vazgeçmek üzere olduğum Köy Enstitüsü konusunda bana yardımcı olmak istediğini söyledi. Muhtar da yanımızdaydı ve bana: ‘‘Hadi Kazımım iyisin, başına devlet kuşu kondu. Dört ayak üstüne düştün.’’ diyerek omzumu abi edasıyla sıvazladı. Ormancı Halil Amca’yla ve muhtarla beraber bir kahvaltı yaptıktan sonra Halil Amca’yla ikimiz Noter dairesine gittik ve benim Arifiye Köy Enstitüsü’nde tahsile başlamam noktasında bana kefil oldu. Orada çalışan görevli bir Abdullah Bey vardı. İşte bu Abdullah Bey aynen Ormancı Halil Amca’ya bir nevi uyarı mahiyetinde olsun diye şunları söylemişti: ‘‘Yahu Halil Amca! Bu köylü çocuklarına sen kefil oluyorsun, okurlarsa şu kadar para tutarına kefil olduğunu söylüyorsun. Yarın bu çocuklar okuyamadığı takdirde senin halin ne olur, insan herkese bu kadar güvenip de kefil olur mu?’’ Bunun üzerine Halil Amca da şu cevabı vermişti: ‘‘Abdullah Bey! Sen tasa etme hiçbir zaman için… Bizim köyümüzün çocukları zekidir, bizi mahcup etmezler. Bu yüzden devlet de bunları zayi etmez, ziyan etmez. Hem eğitim görürler, hayatları kurtulur. Zaten ben bu çocukların elinden tutmazsam bu çocuklar bu köy yerlerinde ziyan olup giderler, harcanırlar.’’ demişti. Ben de Halil Amca’nın Noter görevlisine verdiği bu cevapla bana duyduğu güveni göstermesini hiçbir zaman unutmayarak Halil Amca’nın yüzünü hiçbir şekilde kara çıkarmamaya çalıştım. Bundan dolayı da derslerime dört elle sarılıp derslerimi sürekli pekiyi seviyede geçtim ve insanlık olarak da kendimi çok geliştirdim. Gerçekten de bana güvenen Ormancı Halil Amca’yı mahcup etmedim. Ama şu anda ben hiçbir şekilde bir komşu çocuğuna, veyahut da bir dost, akraba çocuklarına kefil olmam. Zira bana güvenenleri mahcup etmeme hassasiyetini ben sonuna kadar taşırken, bana güvenenleri mahcup etme korkusunu ben içimde hep var ederken yeni nesilde bu bahsettiğim kırmızı çizgiler maalesef olmadığı gibi ne acıdır ki insani değerler de önemini kaybetmiş durumda…
Daha sonra ise Arifiye Köy Enstitüsü’nde tahsile başlayacağım süreç gelip kapıya dayandığında memleketinden, şehrinden uzak yerlere tahsil görmeye gidecek her çiçeği burnunda yeni köy enstitüsü talebesi gibi beni de kendi memleketimden, şehrimden uzakta olan Arifiye Köy Enstitüsü’nde tahsile başlayabilmek için bir nevi uzak yere yurt genelinde dağıtım ve koordinasyon yeri gibi varlık gösteren kendi bölgemdeki merkezi yerdeki köy enstitüsüne, yani İzmir Kızılçullu Köy Enstitüsü’ne gideceğim gün gelip çatmıştı. Oraya giderek orada diğer yurt geneline dağıtılarak uzak yerlerdeki köy enstitülerinde tahsile başlayacak talebeler gibi tahsil göreceğim Arifiye Köy Enstitüsü’ne nakledilecektim. Diğer vilayetlerde de durum farklı değildi. Ege Bölgesi için köy enstitülerinin adeta o günkü merkezi üssü, başka merkezlere dağıtım yeri ve koordinasyon noktası sayılabilecek İzmir Kızılçullu Köy Enstitüsü neyse mesela Karadeniz Bölgesi için de Beşikdüzü Köy Enstitüsü aynı değeri taşımaktaydı. Yalnız İzmir Kızılçullu Köy Enstitüsü’nden başka köy enstitülerine sadece Ege Bölgesi’nden okuyacak taşra çocukları değil, bizzat Kızılçullu’da okuyan köy enstitüsü öğrencileri de Kızılçullu boşaltılarak ve devre dışı bırakılarak başka köy enstitülerine nakledilecekti. Yani bu öğrenci nakletme olayının İzmir Kızılçullu Köy Enstitüsü için özel bir sebebi vardı… Zira Kızılçullu Köy Enstüsü hem eğitim vermede hem de Ege Bölgesi için köy enstitülerine son kez merkezi üslüğü ve koordinasyon yeri görevini görecek ve İzmir Kızılçullu Köy Enstitüsü’nün kapısına kilit vurularak kapatılacaktı. Çünkü o tarihlerde çiçeği burnunda NATO üyesi olan Türkiye Cumhuriyeti Hükümetince Kızılçullu’nun komünizmi çağrıştırdığı gerekçesiyle isim değişikliğine gidiliyor ve adına Şirinyer deniliyordu. Üstüne üstlük Kızılçullu adını çağrıştırmaması için belki de köy enstitülerinin en gözdesi olan Kızılçullu Köy Enstitüsü kapatılıyordu. Halbuki bu Kızılçullu Köy Enstitüsü önceleri İzmir Amerikan Koleji’nin varlık gösterdiği muhitte bulunuyordu ve Cumhuriyet ilan edilir edilmez cumhuriyet idaresi bu koleje el koyup adını Kızılçullu koymuştu ve burada Kızılçullu Köy Enstitüsü’nü kurmuştu. Yolculuk başladığında bize son kez el sallayan Kızılçullu Köy Enstitüsü’ne doğru arkamı dönüp baktığımda yüreğim cız etmişti. Arkamda kalan Ormancı Halil Amca, Fevzi ve Rasim ağabeylerimle küçük kardeşim Tuğrul da bana el sallıyorlardı. Kızılçullu idaresi bize erzak olsun diye kutu kutu zeytinler, büyük kutularda peynirler ve küçücük kavonozcuklarda bal vermişti. Ancak epeyce yol gittikten sonra 120 kişiden oluşan bir kafile halinde Bilecik’e giriş yaptığımızda karşımıza çıkan köylülere Kızılçullu idaresi tarafından bize erzak olsun diye verilen kutu kutu zeytinler, büyük kutularda peynirler ve küçücük kavonozcuklarda bal, o esnada başımızda yolculuk esnasında bulunan ve 120 kişilik kafileye başkanlık eden öğretmenler tarafından hibe edildi. Karşılığında da köylüler bize Bilecik’te askerlik yapan insanlar ve ordugah için topladıkları sırtlarındaki yeşillikleri bize hibe ettiler. Bu atmosferde akşamüstü Arifiye’ye vardık.
Arifiye Köy Enstitüsü yerleşkesi adeta bugünün üniversite kampüslerini cebinden çıkartacak potansiyeli beni büyülemişti. Adeta bir konağı çağrıştıran eğitim binamızın mevcudiyedi de 1000 kişilikti. 1000 kişiye birden eğitim veriyorlardı. Eğitim gördüğümüz binanın hafif yukarısında kalan tepe gibi yerde de ayrı bir binada 1000 kişilik yatakhanemiz vardı. Eğitim binamızın beton kaldırımında yürüyüp hafif yukarısında kalan tepe gibi yerde bulunan yatakhane binasına doğru tırmandım. Yatakhanenin olduğu binaya doğru yürürken elde dikilmiş pantolonumu çekiştirdim, bileklerime kadar inmesini istiyordum ama mümkünü yoktu. Annem üç yıl önce, ben bir kafa daha kısayken dikmişti. Ama kullanılmış çarşaflardan bozma bu kıyafetlerden ve kolumun altındaki buruşuk çanta ile tıkıştırdığım birkaç parçadan başka hiçbir şeyim yoktu. Yatakhanenin olduğu kata yeni çıktığımda daha yatakhane kısmına varmadan beni koridorun solunda bulunan ve yeni yıkanmış tuvaletten gelen iç ferahlatıcı temizlik kokusu karşıladı. Tuvaletin temizlendiği hijyen malzemelerin taşındığı kutular da tuvaletin giriş kapısının bitişiğinde üst üste yığılmış haldeydi. Orada bulunan hademe bana selam verdi: ‘‘Hayırdır delikanlı, yeni öğrenci misin burada?’’ ‘‘Evet!’’ ‘‘Memleket nire?’’ ‘‘Manisa Alaşehir!’’ ‘‘Tebrik ederim, Allah yardımcın olsun!’’ ‘‘Teşekkür ederim, size de kolay gelsin!’’ diye başımı salladım. Yatakhanemin olduğu kısma doğru gelirken elinde bavuluyla giriş yapanları gördüm. Yurdun dört bir yanından gelen genç öğrencileri görünce ortaokul yıllarımda yaşadığım çilelerin bir hiç olduğunu ve hayatın benim için asıl şimdi başladığını daha iyi anlamıştım. Süratle yürüdükten sonra bir esmer çocuk bana gülümseyerek selam verdi ve kendini tanıttı: ‘‘Adım Cemil, Bitlis Adilcevaz’dan geliyorum. Sen kimsin, nerelisin?’’ ‘‘Kazım ben, Manisa Alaşehirliyim…’’ ‘‘Memnun oldum, uzun yolculuktan sonra buraya geldim, dört gündür buradayım, sen galiba daha yeni geldin.’’ ‘‘Daha dün geldim.’’ ‘‘Senin geldiğin gün, yani dün Hamdi diye bir çocuk vardı, çocuk aslen Tarsuslu. Çocuk çok sevecen ve dersleri beraber çalışırız, derslerde yine birlikte oluruz diye grup kurduk. Bize katılmak ister misin?’’ Gülümseyerek cevap verdim: ‘‘Neden olmasın, tabi olur.’’ ‘‘Öyleyse akşam yemeğinde görüşürüz, yan yana olalım yemekte.’’ ‘‘Burada yıkanacak yer var mı?’’ ‘‘O da bu katta.’’ dedi Cemil. Cemil’e el salladım ve doğruldum. Cemil’in tarif ettiği şekilde yıkanacak yere giriş yaptığımda ilk defa gördüğüm bir duş sistemi, üç ışıldayan pırıl pırıl dikdörtgen ayna vardı. Anam, babam ve büyük kardeşlerim köyde, bir teneke küvetin içinde, küçük kardeşlerim koca koca leğenlerde yıkanırken ben şimdi ilk kez farklı bir ortamda ve farklı bir sistemin olduğu banyoda yıkanacaktım. Sonra çıkış yapıp aydınlık koridorda yürüdüm. Elektrik böyle bir şeydi. Yatakhaneye giriş yaptım. Bütün ailemin her şeyi içinde olduğu tek odalık evin yerini şimdi kocaman bir binanın içindeki yatakhane almıştı. Ailem köydeki evimizde bulunan yerdeki hasırların üzerinde uyurken ben ilk defa bir yatakta gönül rahatlığıyla yatacaktım ki ortaokul yıllarında kaldığım el evlerinde bir ağız tadıyla yataklarda yatamamıştım. Simetrik keskin hatlı genç bir adam, ‘‘Merhaba, ben Selman.’’ dedi. Elinde bayatlayıp kurumuş ekmek arası bir şey vardı, onu ısırıp yiyordu. Yanında da bavulu vardı ve bavulunun içi epey bir doluydu ve bavulunun açık ağzından çeşitli renklerde gömlekler, pantolonlar katlanık halde tığ gibi görünüyordu. Ailesinin ve kendisinin ekonomik durumunun en azından bana görece daha iyi olduğu belliydi. Elindeki ekmek arası şeyi bitirdikten sonra doğrulup ayağa kalktı ve yatakhanenin kapısının yanında kullanan kimselerin duvara dayadıkları merdiveni alır almaz yatakhanedeki insanların kişisel eşyalarını koyduğu ve kocaman kocaman bölümleri olan dolabın üstüne dayadı ve tırmanarak dolabın üstündeki büyük radyoyu açtı ve cebinden bir kaset çıkararak yerleştirdi. Yanık yanık türkü çalmaya başladı. Gömleğinin cebinden bir adet Tekel sigarası çıkarıp bana tuttu. ‘‘Sigara!’’ ‘‘Hayır, asla.’’ dedim. ‘‘Dene.’’ Bir tane çıkardı, yaktı ve bana verdi. Yatağıma uzandım, yumuşaklığını hissettim. ‘‘Belki daha sonra. Sen iç.’’ Selman ağzına götürdüğü sigarayı tüttürürken adeta kendinden geçmiş bir sufi gibi başını sallamaya, kalçalarını döndürmeye ve yatakhanede hoplamaya başladı. Sigarasının külünü tablaya silkip söndürdü ve sonra yatağına çöktü. Tavana bakarak tembelce sigarasının dumanını saldı. ‘‘Haydi, yerleşkeyi gezelim.’’ ‘‘Benim kütüphaneye gelip kitap bakmam gerekiyor.’’ Böyle dediğim halde Selman’a ayak uydurdum. Dışarı çıktık ve yemyeşil çimenleri geçiyorduk. Selman göğsüme vurdu: ‘‘Şu leziz kuzuya bir bak.’’ Bakışlarını takip edince eğitim göreceğimiz binanın önündeki bir bankta oturan ve köydeki kızların giyindiği gibi giyinmeyen altın sarısı gibi sarı saçlı bir kız gördüm. Kızın şalvarı yoktu, kısacık eteği vardı. Üzerinde adeta köyümdeki insanların geleneksel işlemeli kıyafetlerini anımsatan çok güzel bir aynalı kırmızı gömleği vardı. Gömleğinin düğmeleri o kadar açıktı ki memelerinin üst kısmı insanın gözüne adeta batıyordu. Teni ışıldıyordu, ay gibiydi. Sarı saçlarıyla adeta bir sepet elmanın içindeki portakal gibi olan kız bacak bacak üstüne atmıştı ve uzun altın bukleleri sırtından aşağı akar durumda olduğu için de neredeyse kalçasına doğru uçları yaklaşıyordu. Eee gözüm hiç alışık değildi böyle giyinen insanlara… Sonra kız birdenbire kafasını doğrultup bizim olduğumuz yöne doğru baktı ve birden bize bakarak tatlı tatlı gülümsedi. Sonra kolundaki saatine baktı ve oturduğu banktan birden kalkıverdi ve dersliklerle kütüphane odasının olduğu eğitim göreceğimiz binaya doğru yöneldi. Ben de olduğum yerde kalakalmıştım doğrusu. Ben de nasıl olduysa bağırıverdim birden kızın ardından: ‘‘Gitme birbirimizi tanıyalım, belki birbirimizi severiz, seni köyüme götürürüm belki!’’ diye arkasından söyleniverdim kendimde bile olmadan… Söylenişime cevap mealinde son kez bana gülümsedi ve binanın içine girip süratle binanın içinde kaybolup gitti. Sonra nefes nefese koşturarak biri arkamızdan gelince Selman’la ikimizin ödü koptu ve kafamızı arkaya dönünce nefes nefese telaşla koşturan gölgenin sahibinin Cemil olduğunu anladık. Cemil biraz soluklanıp bana döndü ve tane tane not ettirir gibi yutkunarak konuştu: ‘‘Bu hafta yerleşkede Namık Kemal’in hayatı üzerine bir konferans olacakmış. Eğer ilgini çekecekse bil istedim.’’ Bende de bir coşku ve heyecan oldu ve gülümseyerek başımı salladım: ‘‘Güzel, hoşuma gider. Olmazsa beraber gidelim konferansa. Yanımda Selman da var o da gelsin, belki hoşlanıyordur.’’ diye Selman’a döndüm. ‘‘Olur!’’ dedi Cemil. ‘‘Bana uyar!’’ dedi Selman başını sallayarak. Sonra Cemil cep saatine baktı ve: ‘‘İkindi vakti arkadaşlar, ben namazı kaçırmayayım, siz de kılacaksanız birlikte namaza duralım.’’ Kabul ettik ve abdestlerimizi aldıktan sonra okulun mescidinde namaza durduk. Kendi evimin, köyümün ve Alaşehir’in dışında ilk defa başka bir muhitte namaza durmuştum. Namazdan sonra ise mescid içine bizim gibi namaz kılmaya gelmiş olan üst sınıflardaki büyük çocukların yardımı ile berbere gittim, saçlarım kesildi. Oradan banyoya gittim. Okul tarafından verilen iki takım iç çamaşırından birini giydim. Okul kıyafetini de giyince çok büyük bir mutluluğa ulaştım. İlk gün yeni okulumda hem arkadaşlık bakımından hem de hayatın esas benim için şimdi başladığı duygusundan kendimi alamamamdan ötürü hayatımda hiç unutamayacağım bir gün olmuştu. Akşamında da 1000 kişilik yemekhanede arkadaşlarımla beraber karnımı doyurdum. Öğrenciler 1000 kişi birden aynı yemekhanede karnımızı doyuruyordu. Bu vesileyle yemekhanedeki bir anıma da değinmeden geçemeyeceğim. Yemekhanedeyken hiç unutmam; aslen Konyalı olan ak saçlı okul müdürümüz Azmi Gökmen öğle yemeği paydosunda yemekhaneye giriş yapıp bütün öğrencilere selam verdi ve öğrenciler de selama mukabele ettikten sonra yemekhanede her gün nohut çıktığı için ‘‘Nohut, nohut, nohut’’ diye bağırarak müdürü protesto ettiler. O zaman da müdürümüz Azmi Gökmen birden duygulanarak ağlamaklı bir ses tonuyla adeta şiir gibi konuşmuştu:
‘‘Ah nohut, güzel nohut, canım nohut Anamın düğününü yapan nohut Ebemin düğününü yapan nohut Nenemin düğününü yapan nohut Babamın düğününü yapan nohut Dedemin düğününü yapan nohut’’
diyerek gözyaşlarına hakim olamamıştı. Bu manzara karşısında bütün öğrencilerin yürekleri burkuldu ve hepsi de bu protestoyu yaptıklarına bin pişman olup kaşıklarını hep birlikte bir anda ellerinden masaların üstüne bırakarak o yemekhaneye aç girip, aç çıktılar. Bu olayın yaşandığı haftanın sonunda ben de dahil bazı pansiyon öğrencileri pansiyon müdür yardımcısından köylerimize gideceğimiz gerekçesiyle izin aldık. Zaten yemekhanedeki o tatsız olaydan dolayı biraz moral bulmak istemiştik. Çantalarımıza, battaniye, mutfaktan da çatal, kaşık, tabak, bıçak alarak Sakarya Nehri kenarında bir bağ damına gittik, ağlarımızı nehre atarak avladığımız balıkları közleyerek yiyip, keyfimizce bir hafta sonu geçirmeyi düşündük. Balıkları közleme usulü pişirip yeme fikri de benden çıkmıştı zira ben köydeyken Alayaka’nın çayından dayımın oğlu Halil ve diğer köylü çocuklarla birlikte balıkları yakalayıp yakalayıp közleyerek afiyetle çayın kenarında yerdik. Bu közleme işini de ben iyi yapardım. Nitekim pansiyon arkadaşlarımla yaptığım balık ziyafetimde de aynısını tekrar ettim. Nihayet nehir kenarına gittik, oltalar nehre atıldı ve sonunda beklemeye başladık. Bir ara oltanın birine balık takıldı. Oltayı çekerken olta, nehrin ortasında bir söğüt ağacına takıldı. Arkadaşlarımdan biri olan Çağrı Kaya heyecanla nehre girdi oltaya takılan balığı tutmak için... Yüzme bilmeyen veya çok az yüzme bilen Çağrı arkadaşımız balığı tutayım derken nehrin akıntısına kendini kaptırdı ve boğulma noktasına gelmişti. Tam o esnada köyümdeki çayın suyuna çok girmiş biri olarak son bir umutla arkadaşım Çağrı’yı kurtarmak için ben de yavaşça suya girdim ama ama her çabayla gücümü biraz daha yitirmiştim. Biraz su yutmuş ve bitkin bir halde zor da olsa arkadaşımı kurtarmayı başarmıştım ama o nehir suyundan boğulmadan sağ çıkabilmek hakikaten Allah’ın bir mucizesiydi. Ama neticede Çağrı da boğulmaktan kurtulmuştu. İşte o andan sonra bana bir can borçlanmış olan Çağrı ile bu olaydan sonra çok sıkı dost olmuştuk. Tam bu olayın yaşandığı esnada bu can pazarına şahit olan bir bağ sahibi bizi evine aldı ve konuk etti. Hepimize sıcak çay ikram etti. Bir zaman sonra Çağrı da kendine geldi ve bu olaydan dolayı neşemiz ve keyfimiz kaçmıştı ve yerleşkedeki pansiyonumuza erken döndük. Bu erken dönüşün sebebini bu olayı yaşayıp şahit olan bir avuç kişi dışında kimse bilmeyecekti. Bu doğrultuda karar almıştık çünkü bu olay anlaşılırsa bir daha da yıl sonuna kadar haklı olarak okul bize hafta sonu izni vermezdi. Nitekim pansiyonun müdür yardımcısı bu erken dönüşümüze çok şaşırdı. Tatil izni almak için çok istekli olmamıza rağmen niye bu kadar okula hafta sonu tatilimizi bitirip geri döndüğümüzü sorunca biz de okulun özlemine dayanamadığımızı, okulun hafta sonu dahi burnumuzda tüttüğünü söyledik. Olay da böylece kapanmış oldu. Bütün bunların yaşanmasının iki sebebi vardı; biri felekten bir haftasonu çalmak diğeri de nohut yemekten bıktığımız için farklı bir lezzet tatmak için Sakarya’nın yerlisi arkadaşlarımızın çok methettiği nehir balığından pişirip yemekti. Halbuki her gün bizi bıktırırcasına nohut çıkma sebebi ise ilk yapıldığında binaları kerpiç olan Arifiye Köy Enstitüsü’nün daha iyi şartlarda eğitim imkanı sunabilmesi için müdürümüz Azmi Gökmen elini taşın altına koymuş ve yeni betonarme binaların tesis edilmesi için yemekhaneye harcanan fazladan ücreti yeni betonarme binaların inşasına ayrılan ödeneğe aktarmıştı. İşin daha da enteresan yönü tesis edilecek yeni betonarme binaların kurulmasında bizlere de görevler vermişti. Evet, tuğla taşıyorduk, taş taşıyorduk. Bunlar yeni bir yapı yükseltmenin güzel zorunluluklarıydı. Bu arada Azmi Gökmen demişken onunla ilgili başımdan geçen bir hatırama değinmeden geçmek olmaz. Kendisi çok asabi, hatta acıması olmayan bir adamdı. Adeta öğrenci kovmuş olmak için okuldan öğrenci kovardı. Sırf bu durumlardan dolayı son sınıfa gelmiş pek çok öğrenci Azmi Gökmen’in gazabından kurtulamayarak eline ‘‘Öğretmen Olamaz!’’ ibaresi bulunan raporu verilmiş halde okulda geçirdiği o kadar yıl heba olmuş halde kendini kapı dışarı edilmiş bulurdu. Azmi Gökmen, bizleri de biz gece okulun arkasına götürüp muhabbet bahanesiyle soru sormaya başladı. Verilen cevaplar kendisini hoşnut etmezse bu cevapları veren öğrencilerin eline ‘‘Öğretmen Olamaz!’’ ibaresi bulunan raporu veriyordu. Soru aynen şuydu: ‘‘Elinizde imkan olsa ne yapardınız?’’ Bak sen şu soruya! Buram buram sorunun sinsilik koktuğu açıktı. Herkes şunu yaparım, bunu yaparım diye cevaplıyordu. Hepsi de benden yaşça büyüktü ve üst sınıf öğrencileriydi. Ben daha birinci sınıftım. Daha köy enstitüsündeki ilk senemdeydim. Müdürümüz Azmi Gökmen herkese sorduğu soruyu sıram geldiğinde bana da sordu: ‘‘Elinde imkan olsa sen ne yapardın, delikanlı?’’ Ben de bu soruyu Azmi Gökmen’i hoşnut edecek bir karşılıkla cevaplandırıp böylece Azmi Gökmen’in daha ilk seneden elime ‘‘Öğretmen Olamaz!’’ ibaresi bulunan raporu vermemesi için bir kurnazlık düşündüm. Sonra gözlerimi Azmi Gökmen’e doğru kaldırıp sorusunu ‘‘Ben sizinle 20 sene sonra görüşmek isterdim efendim.’’ diye cevaplandırdım. Azmi Gökmen de bıyık altından gülümseyerek: ‘‘Yani sen diyorsun ki, ‘‘Hocam, sen beni hiçe sayıyorsun, hiç beğenmiyorsun amma sen beni 20 sene sonra eserlerimle göreceksin.’’ demek istiyorsun, anlıyorum seni delikanlı’’ deyiverdi. Ben de: ‘‘Hayır, hocam! Benim bu soruya verecek bir cevabım yok! Müsaadenizle ben size söyleyeceğim şeyleri o gün geldiğinde söylemek istiyorum.’’ dedim. Azmi Gökmen de o zaman oldukça samimi bir tebessümle başını sallayıp: ‘‘Peki bakalım delikanlı, dediğin gibi olsun, tamamdır nasıl istersen… O vakit sen bana söyleyeceğin şeyleri 20 sene sonrasına sakla.’’ dedi. Böylece biz de paçayı kurtarmış olduk. Yoksa Azmi Gökmen benim için de bir tutanak hazırlayıp ilk seneden elime ‘‘Öğretmen Olamaz!’’ ibaresi bulunan raporu verecekti.
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL