Bir kimsenin beni yüzüme karşı methetmeye hakkı olursa, yüzüme karşı beni tenkit etmeye de hakkı olması lazımdır. bısmark
39. Bölüm

Dedemin Anıları 39.Bölüm Güzel Günler

19 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
Bir ses duyuldu. Bir kuş sesi. Sol tarafımdaki pencerenin dışından gelmişti.
Yerde oturmuş, kitap kucağımda ders çalışıyordum. İlk önce aldırmadım. Kuşlar elbette öteceklerdi. Dersime devam ettim. Fakat sonra bu seste bir yalvarış, bir çağırış var gibi geldi. Kitabımı açık halde kaldığım sayfadan bırakarak yerimden kalktım. Kare kare camlı, büyük pencerenin yarı aralık kanadını açarak başımı uzattım. Tepeleri binamızın çatısını aşmakla kalmayıp binamıza çölde bir vaha gibi gölge yapan koca çınarların artık kavrulmaya başlayan yaprakları arasında, ince dallarda gözlerimi gezdirdim. Birden yüreğim hopladı. İşte oradaydı. Pencereye yakın bir dala, ufacık bir kuş ayağından asılmıştı. Gümüş renkli kanatlarını çırpıyordu. Kendini dala çekmek istiyordu. Fakat kuvveti tükenmiş olacak ki, çırpınmaktan vazgeçti. Öylece sallandı kaldı. Mini mini gözleri ile bana bakıyordu.
Pencereden dala uzanırken kulağımda anacığımın sesi çınladı: "Şeytan çeker Kazım! Düşersin!" Kendimi toplayarak pencereden çekildim. Şöyle, aradaki mesafeyi ölçtüm. Dönüp gözlerim ile babacığımı aradım... O, ileride, yüksek ayaklı masasında cilt yığınları arasında çalışıyordu.
‘‘Baba!’’ diye seslendim lakin duymadı. Dalgındı. Sıkışık iş zamanlarında böyle olurdu. Kaşları çatıktı. Babama bakınca sevgi ve hayranlık duygusu yüreğimi kapladı. Babam dalgalı sarı saçları ile tıpkı arslana benziyordu. Gür kumral kaşlı, uzun boylu, geniş omuzlu, kuvvetli ve gençti; böyle önüne bakarken kendisini görenlere çok ciddi bir insan hissini verirdi. Fakat başını kaldırınca bir çift tatlı mavi göz ılık, yumuşak bir ışıkla insanın yüreğine uzanırdı.
Bir daha şansımı zorlayarak, fakat daha yüksek sesle:
‘‘Baba!’’ dedim.
Babam sesime doğru başını kaldırdı. Bakışları ile, "Ne istiyorsun yavrum?" diyor gibi idi.
Hızlı hızlı konuştum:
‘‘Babacığım!’’ dedim. ‘‘Gümüş kanatlı bir kuş bir ayağından asılmış. Kolum yetişmiyor. Ama siz onu kurtarabilirsiniz.’’
Babam cilt yığınının arasından çıktı. Sırtında lâcivert renkli, iyi dikilmiş bir iş gömleği vardı. Birkaç adımda pencerenin önüne geldi.
‘‘Hani, kuş nerede?’’
Yaprakların arasında artık hiç çırpınmayan kuşu gösterdim.
‘‘İşte!’’
Babam:
‘‘Vah zavallıcık!’’ dedi. ‘‘Bir damla canı kalmış...’’
Pencerenin kenarından uzandı. Dikkat kesilmiştim birden. Babamın becerikli parmakları, kuşu ayağından dala bağlayan iplikleri çözmeye başladı. Bir yandan da anlatıyordu.
Bu yaramaz şeyler ayaklarına bir saç teli, bir iplik dolansa çözemezler. Sonra böylece bir dala asılıp kalırlar. Bir eli ile kuşu o büyük avucunda tutuyor, bir eli ile de incecik ayaktan iplikleri çözüyordu. Epeyce uğraştıktan sonra sevinçle:
‘‘Tamam!’’ dedi.
Geri çekilerek avucunu açtı. Bir zaman kuşun uçmasını bekledik. Fakat bir damlacık canında uçacak hal kalmamıştı ki. Babam, o büyük, fakat şefkatli elini bana doğru uzatarak:
‘‘Uçacak hâle gelinceye kadar buna bakmak lazım Kazım!’’ dedi. ‘‘Sonra azat edersin.’’
Heyecandan soluğum kesilerek, iki avucumu birleştirip babama uzattım. Babam, yavru kuşu avuçlarıma bıraktı, işinin başına döndü.
Bir anda ne yapacağımı bilmez bir hâlde olduğum yerde kalakaldım. Avuçlarım arasına bir yavru kuş değil de korkuyla, telâşla çarpan bir yürek konmuştu sanki.
Vücudum terlemiş, ağzım kurumuştu. Su içmek için musluğa koştum. Kuşu sol avucuma aldım. Kana kana su içtim. Sonra parmaklarımın ucunu ıslattım. Avucumdaki kuşun yarı aralık ağzına damla damla su akıttım.
‘‘Pulların yerlerde kaldı oğlum!’’
Ansızın yerimden sıçradım. Sıçrarken de avucumu serbest bırakmıştım. Kuş yoktu. Kuş ansızın havalanıp gitmişti. O an adeta dünyam başıma yıkılacak gibi oldu. Az önce susuzluğumu gidermek istemişken şimdi elimdeki kuştan da olmuştum.
Tam o esnada Rasim ağabeyimin sesini işittim arkamdan:
‘‘Kazııım!’’ diye arkın içinden ses yankılandı. ‘‘Aha geliyorum! Ocağa odun at, koptu ayaklarım!’’
O an burnumu dikiverdim havaya, kızgın sacın altında yeni pişen ekmeğin hamursu kokusunu ciğerlerime doya doya çektim. Anacığımın pişirdiği ekmek yeni yeni dönüşüyordu pişkin somun kokusuna.
O gece gaz lambasının solgun ışığında ders çalışırken habire elimden kaçıp giden kuş aklıma geliyordu. Allah bilir elimden havalanıp nereye gitmişti o kuşcağız? Acaba kendine kollarının altına saklanacak bir korkuluk mu bulmuştu? Yoksa birkaç ekin yiyeceği bir dönüm tarla mı bulmuştu? Veyahut doğaya doğru hiçbir güzergah bilmeden mi uçup gitmişti? Sabaha kadar bunları düşünmekten bir gram uyku uyuyamamıştım. Ertesi gün de bize ziyarete gelecek olan bir dostumuzu Dereköy’e gidecektim almaya ve tam da kötü zamanda uykusuz kalmıştım. Köyümüzde sağlık evi ya da sağlık ocağı olmadığı için hastaya çağırmak üzere Dereköy’deki sağlık evine gide gide tanıştığımız ve böylece dost olduğumuz Dereköy’ün eski sağlık memuru olan, daha sonra Ankara’da çalışmaya başlayan ama köyümüzü ve coğrafyamızı hiç unutmayıp hep özleyen Asaf Bey’i konuğumuz olarak köyümüzde ağırlayacaktık. Köyümüzden Dereköy’e ve civardaki birkaç kasabaya arada bir insan taşıyan cip oluyordu. Yine Dereköy’den ve civardaki birkaç kasabadan minibüsler kalkıyordu. O minibüsler de Alaşehir’e sefer yapıyordu. Sabahleyin Asaf Bey’in bindiği otobüs Alaşehir’e giriş yapacaktı. Asaf Bey de köy minibüslerine binip eski görev yeri olan Dereköy’e gelecek, ben de onu Dereköy’den alıp köyümüze getirecektim ve onu ağırlayacaktık. Sabah uykulu gözlerle cipe bindim. Cipte uyurken göz açıp kapayıncaya kadar Dereköy’e gelmiştik. Cipten esneye esneye indim ve gözüm Alaşehir’den gelecek minibüslere doğru döndü. Nihayet Asaf Bey, duran bir minibüsten elinde bavulla indi ve ‘‘Kazımcığım!’’ diye sevgiyle beni kucaklarken ben de onun elinden bavulu aldım ve ‘‘Ne çok özlemişim bu toprakları, vallahi cennet burada!’’ dedi. Güle oynaya hoş sohbet ede ede köyümüze geldik. Asaf Bey hoş sohbet severdi ve onun asla doyum olmayan sohbetlerini dinlerken uykusuzluğumu da unutmuştum. Adeta zinde olmuştum. Asaf Bey bağ, bahçe işlerini de çok severdi ve ertesi gün beraber üzüm kestiğimiz yerlere gitmek istedi ve ben de geri çevirmedim. Ertesi sabah kalkıp perdeleri araladığımızda günün yeni ışığını ayırt ettik. Işık zerdali ağaçlarını taptaze bir sabah rengine boyamıştı. Penceremi açtım ve ‘‘Oh!’’ çekip ‘‘Kurban olduğum Allah’a şükürler olsun ki ömür, hayat ne güzelliklere kadir!’’ derken benim söylediklerimin tekrarlandığını işittim ve kafamı sağa doğru çevirdiğimde Asaf Bey’e gece yatması için verdiğimiz odanın penceresinden kafasını o da uzatmış, havayı koklayıp gerinirken benim ağzımdan çıkanları tekrarlıyordu. Göz göze geldiğimizde bana doğru gülümsedi. Kahvaltıdan sonra üzüm kestiğimiz yere gittik. Üzüm bağında işlenirken bağ yapraklarını eliyle imleyerek bana doğru bakan Asaf Bey: ‘‘Bak Kazımcığım! Bağ toprağa ne güzel yeşillik katmış! Eee ne demişler, bakarsan bağ olur bakmazsan dağ olur! Ayrıca buranın ırmak boyları da çok iyidir. Kıraçın kavunu iyi olur. Ama sebze, bostan ekecek toprak nerede? Bu toprağın gülü üzümdür Kazımım üzüm!’’ dedi.
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL