Bu kitap, bir anda şehir merkezine konulan bombalı saldırıda hayatını kaybeden bir yasak aşkın hikayesidir. Son cümlesini bile söyleyemeden...(Gerçek hikayedir)...
Kendimi bildim bileli, herkesin vitrindeki o parlak, o gıcır gıcır oyuncaklara koştuğu dünyada; ben hep kıyıda köşede kalmışı, boyası dökülmüşü, "artık işe yaramaz" denilip bir kenara atılmışı seçtim. Sadece eşyalarda değil, insanlarda da böyleydi bu. Okul bahçesinde herkes o popüler, sesi gür çıkan, etrafı kalabalık çocukların peşinden koşarken; ben hep o en arka sırada oturan, kimsenin yüzüne bakmadığı, sessiz çocukları izlerdim. O popüler yüzler bana hep sahte gelirdi. Sanki içlerindeki boşluğu, dışlarını süsleyerek, bağırıp çağırarak kapatmaya çalışıyorlardı. Cilalıydılar ama sığdılar. Benim merakım ise "kıstalanmış" olanaydı. O sessiz çocukların gözlerindeki perdeyi aralamak, o gizli kalmış duyguları keşfetmek isterdim. Çünkü bilirdim; en derin hikayeler, en ağır sırlar hep o suskunluklarda saklıydı. Herkes ışığa koşarken, ben gölgedekine yürürdüm. Bu merakım zamanla maddiyata da bulaştı. Elektroniğe, mekaniğe, vidaların ve kabloların dünyasına daldım. Elime geçen her şeyi sökerdim. Radyoları, saatleri... İtiraf edeyim; bu işi, yani onarmayı öğrenene kadar çok şeyi bozdum. Ama o dağınıklığın içinde, o karmaşık devrelerde bir düzen aradım hep. Yıllar geçti. Büyüdüm. Ellerim lehim yapmayı, devreleri okumayı öğrendi. İyi bir elektronikçi oldum. Ama o çocukluk huyum hiç değişmedi. Makinelerin dilini çözmüştüm ama aklım hala insanlardaydı. Etrafımdaki insanlar da o çocukluğumda topladığım kırık dökük radyolar gibiydi. Kimi "yarım" hissediyordu, kiminin frekansı kaymıştı. Makineleri lehimle, kabloyla tamir edebiliyordum. Ama insan ruhu? Oraya tornavida girmiyordu. Onları söküp takamazdım. Ama bir şey yapabilirdim. Sesimle... Cümlelerimle... O bozuk devrelerine dokunabilir, en azından o içlerindeki cızırtıyı biraz olsun dindirebilirdim. Radyo mikrofonunun başına geçtiğimde yaptığım şey şovmenlik değildi. Ben hala o arka sıradaki sessiz çocukları arayan, kırık dökük şeyleri seven o çocuktum. Sadece bu sefer elimde havya değil, kelimeler vardı. Radyoculuk benim planladığım bir yol değildi. Kaderin, elime tutuşturduğu bir havya ucuyla çizdiği garip bir rotaydı. Elektronikçiydim ben. İşim sesi üretmek değil, sesin iletilmesini sağlayan o metal kutuları, vericileri, antenleri çalıştırmaktı. Bir gün, yerel bir mahalle radyosunun bozulan vericisini tamir ediyordum. Kabloları bağladım, devreyi tamamladım. Sistemin çalışıp çalışmadığını test etmem gerekiyordu. Önümde duran o siyah mikrofona uzandım. Normalde bir teknisyen ne der? "Deneme bir iki, ses kontrol..." der, ibreleri kontrol eder ve kapatır. Ama ben demedim. O an stüdyoda kimse yoktu. Yalnızdım. Ve içimde birikmiş, o arka sıralarda oturan sessiz çocuğun söyleyecekleri vardı. Gözlerimi kapattım. Stüdyo karanlıktı. Ama benim için fark etmiyordu. Ve o ilk sözler, bir dua gibi döküldü dudaklarımdan: "Aydınlıkla karanlık farksızdır bir kör için... Hele ki renkler o kadar manasızdır ki. Siz renklere göre seçersiniz, biz seslere göre..." Sustum. Bu teknik bir test değildi. Bu, dünyaya bir başkaldırıydı. "Görmek" ile "Duymak" arasındaki o savaşı başlatmıştım. O an, o soğuk metal cihazın içinden geçen sesim, mahallenin semalarında yankılandı. Telefonlar kilitlendi. İnsanlar, "Kim bu adam?" dediler. "Kim bu, görmeden gören adam?". O gün anladım ki; insanlar renklere bakmaktan yorulmuştu. Herkesin gözü açıktı ama kimse birbirini gerçekten görmüyordu. Ben onlara gözlerini kapatıp, sadece "dinlemeyi" teklif etmiştim. Ve kabul etmişlerdi. O ilk anons, benim kaderim oldu. Ben cihazları tamir etmeyi bırakmıştım ama sesim, binlerce insanın ruhunu tamir etmeye başlamıştı bile. O ilk anonstan sonra kapı açıldı. Radyonun sahibi içeri girdi. Kızacak sandım. "Sen kimsin de benim vericimle oynuyorsun?" diyecek sandım. Demedi. Gözleri şaşkınlıkla açılmıştı. "O ses..." dedi. "O ses senden mi çıktı?". Evet, benden çıkmıştı ama... Sanki ben değildim. Konuşurken garip bir şey oluyordu. Normalde insanlar gırtlaklarıyla konuşur. Ben ise bütün kafatasımı kullanıyordum. Beynimin içindeki boşlukları, sinüslerimi, kemiklerimin titreşimini bir hoparlör kabini gibi kullanıyordum. Gırtlağım ve kafamdaki rezonanslar aynı anda, muazzam bir uyumla çalışıyordu. Sesimi ben bile tanıyamıyordum. O an çıkan tını; o tok, o derin, o sarsıcı ses... Selim'in o çekingen sesi değildi. Patron, "Bu tarz..." dedi. "Bu vurgular... Çok aykırı. Alışılmışın dışında. Kimse böyle konuşmaz.". Haklıydı. Kimse böyle konuşmazdı çünkü kimse hayatta kalmak için kelimelere böyle tutunmak zorunda kalmamıştı. Benim vurgularım, benim eslerim, benim o "şarkı söyler gibi" uzattığım hecelerim; aslında benim hayata tutunma halatlarımdı. "Yarın başla," dedi. O an hissettim. Ruhumun tam ortasında bir çatlak oluştu. Bir yanda; evine giden, sessiz, kendi halinde "Selim". Diğer yanda; kafasındaki rezonanslarla şehri titreten, o güne kadar hiç var olmamış "O Adam". İki ayrı evren, o gün o stüdyoda birbirinden ayrıldı. Ve ben, o iki evrenin arasındaki ince çizgiye, o mikser masasına oturdum. Birkaç yayın sonra stüdyonun havası değişmeye başladı. Rejideki arkadaşlarla bir toplantı yaptık. Bir şeyler eksikti. Sadece benim konuşmam, sadece benim o rezonanslı sesimle şiir okumam yetmiyordu. Bu bir monolog olmamalıydı. Bu bir diyaloğa, hatta koca bir koya dönüşmeliydi. O dönem radyolar "istek kutusu" gibiydi. Arayan herkes aynı şeyi söylüyordu: "Selam, sıradaki parça sevgilime gelsin, onu çok seviyorum, bay bay." Sığdı. Basitti. Ve bana göre değildi. Ben derinlik istiyordum. "Formatı değiştiriyoruz," dedim rejidekilere. "Arayanlara 'Naber' demeyeceğiz. Arayanlara şiir okutacağız." Şaşırdılar. "Yapamazlar," dediler. "İnsanlar canlı yayında heyecanlanır, okuyamaz, takılır." Gülümsedim. Takılmanın, kekelemenin, duraksamanın ne demek olduğunu benden iyi kim bilebilirdi ki? "Okurlar," dedim. "Eğer onlara o güveni verirsek, içlerindeki şairi uyandırırsak, benden bile güzel okurlar." Ve o gece... Türkiye'de bir ilki başlattık. Telefon hatlarını "Şiir Hattı"na çevirdik. Bu bir riskti. Sessizlik olabilir, kötü okuyan olabilir, dalga geçen olabilirdi. Ama olmadı. İnsanlar o kadar açmış ki duygularını ifade etmeye... İnşaat işçisi aradı, Nazım okudu. Ev hanımı aradı, Ümit Yaşar okudu. Öğrenci aradı, kendi karaladığı satırları okudu titreyerek. Bu format bir devrimdi. Benden sonra çok kişi yaptı bunu. Çok radyo denedi, çok programcı taklit etti. Ama o formatın patenti, o gece o stüdyoda, benim ve rejinin cesaretindeydi. Ben o gece sadece şiir okuyan adam olmaktan çıktım; şehre şiir okutan adam oldum. Artık stüdyo tek kişilik bir hücre değil, milyonlarca kişilik dev bir amfitiyatroya dönüşmüştü. Şiirler bir anahtardı. İnsanların kilitli kalplerini açmak için kullandığımız süslü, estetik anahtarlar... Ama o kapı bir kez açıldıktan sonra, içeri dolan şey sadece kafiyeli sözler olmadı. İçeriye hayat doldu . Zamanla format kendiliğinden evrildi. Arayanlar şiiri okuyup kapatmıyordu artık. "Bir dakika..." diyorlardı titrek bir sesle. "Bu şiiri neden okudum biliyor musun SonŞair?" Ve anlatmaya başlıyorlardı . Kimi sevincini haykırıyordu: "Kocam işe başladı bugün!" diyordu bir kadın sesi, nefes nefese. "Aylar sonra eve eli dolu gelecek. Tencere kaynayacak. Mutluluğumu kime anlatacağımı bilemedim, sana anlattım." . Kimi en taze yarasını kanatıyordu: "Bugün ayrıldık..." diyordu genç bir kız. Sesi, cam kırıkları gibi batıyordu kulağıma. "Onu çok seviyordum. Hiçbir şey demedi. Kavga etseydik keşke, bağırsa çağırsa... Ama sessizce gitti. En çok bu koyuyor adama." . Ben o stüdyoda, o mikserin başında sadece bir sunucu değildim artık. Ben bir **"Dert Kuyusu"**ydum. İnsanlar sırlarını, utançlarını, sevinçlerini o kuyuya atıyor; seslerinin yankısını dinleyip rahatlıyorlardı. Yargılamak yoktu. Akıl vermek yoktu. Sadece "Dinlemek" vardı. Çünkü biliyordum; bir insanın en büyük ihtiyacı, "Anlaşılmak" değil, sadece "Duyulmak"tı. Geceler uzadı. Hikayeler çoğaldı. Ben sustum, şehir konuştu. Herkes beni dinlediğini sanıyordu ama aslında ben bütün şehri dinliyordum. İşte o renkli karakterler, o "Sabri"ler, "Kamran"lar ve nicesi; bu samimiyet nehrinin içinde akıp geldiler bana . Mahalle sınırları dar gelmeye başlamıştı artık. O küçük, yerel vericinin gücü, içimdeki yangını taşımaya yetmiyordu. Sesim, binaların arasına sıkışıp kalmak istemiyor; dalga dalga büyüyüp koca bir şehri kucaklamak istiyordu. Ve beklenen oldu. Telefonlarım çalmaya başladı. Arayanlar bu sefer dertli dinleyiciler değil, ulusal kanalların o ciddi sesli yöneticileriydi. "Seni istiyoruz," diyorlardı. "Bu sesi, bu tarzı, bu 'ne yaptığı belli olmayan ama herkesi kilitleyen adamı' istiyoruz." . Teklifler masamdaydı. Korktum mu? Evet. Çünkü yerel radyo, evinizin salonu gibidir; herkes tanıdıktır, hata yapsan da gülüp geçerler. Ama ulusal kanal... Orası dev bir arena. Milyonlarca kulak, milyonlarca yargı. Hata affetmezler . Ama gitmeliydim. Çünkü o "tamirci çırağı"nın kaderinde, sadece birkaç sokağı değil, bütün bir coğrafyayı onarmak vardı. Kabul ettim. O küçük stüdyodan çıktım, o devasa plazaların, güvenlikli kapıların olduğu dünyaya adım attım. Artık sesim, sadece mahallenin kahvehanesinde yankılanmıyordu. Otobanda giden tır şoförünün kabinindeydim. Lüks villasında şarabını içen kadının salonundaydım. Vardiyalı çalışan işçinin kulağındaydım . Sesim koca bir şehre, hatta ülkeye yayılıyordu. Ben büyüyordum, SonŞair büyüyordu. Ama içimdeki o sessiz Selim, bu kalabalığın içinde daha da küçülüyordu . Sadece dinleyiciler değil, "sesin ustaları" da o frekansa çekiliyordu artık. Bazen stüdyodaki o kırmızı "özel hat" ışığı yanardı. Bu hat dinleyicilere kapalıydı. Sadece içeriden, camiadan biri arayabilirdi. Açardım . Arayan, şehrin diğer ucundaki o devasa kulede, rakip ulusal kanalda yayın yapan bir meslektaşımdı. Berna. Kendi yayınında uzun bir şarkı girmiş, kulaklığını boynuna asmış, o 3-4 dakikalık boşlukta nefes nefese beni aramış. "Yayındayım," derdi fısıldayarak. "Şarkı bitmeden senin sesine ihtiyacım vardı." . Düşünün... Milyonlara seslenen bir kadın, kendi sesinden yorulup benim sessizliğime sığınıyordu. İki radyo programcısı, iki ayrı kulede, şehir uyurken gizlice birbirlerine mısralar fısıldıyordu. Bu bir aşk değildi. Bu, aynı okyanusta yüzen iki yalnız geminin birbirine selam çakmasıydı . O, babası için "Mona Roza"yı isterdi benden. "Babam da senin gibi..." derdi. "Aynı duyguları yaşayan, aynı dilden konuşan bir adam." Bu beni gururlandırırdı . Sesim sadece genç aşıkları değil, yaşanmışlığı olan babaları da yakalıyordu demek ki. Berna'ya "Rastgele bir sayfa aç" derdim. Önümdeki kitap yığınından elim hangisine giderse, kader o gece bize neyi fısıldarsa onu okurdum . O, kendi stüdyosunda, mikserin başında gözlerini kapatır dinlerdi. Benim sesim bittiğinde, onun şarkısı da biterdi. "Tamam," derdi, "Şimdi devam edebilirim.". Telefon kapanır, o kendi milyonlarına dönerdi, ben kendi yalnızlığıma. Ben, radyocuların bile deşarj olmak için sığındığı o limandım. Herkesi tamir ediyordum. Henüz özgür bir "SonŞair"dim o zamanlar. Ama her rüyanın bir sabahı, her yayının bir sonu vardır. Saatler ilerler, şarkılar biter ve o tepemdeki kırmızı "ON AIR" ışığı söner. İşte o an, büyü bozulur. Stüdyonun o loş, güvenli ve "benim" olan atmosferinden çıkmak zorunda kalırım. Kulaklığı masaya bıraktığım an, o milyonlara hükmeden dev adam gider; yerine omuzları düşük, yorgun ve sessiz biri gelir. Koridorun ışıklarını kapatırım. Kapıyı kilitlerim. O devasa binadan, o medya kulesinden aşağı inerim. Dışarıda İstanbul'un o gri, o telaşlı, o kimsenin kimseyi görmediği gerçekliği beni beklemektedir. Artık "SonŞair" yoktur. Sadece evine dönmeye çalışan, kalabalığın içinde görünmez olan bir silüet vardır. Ve o silüetin her akşam tekrarladığı değişmez bir ritüeli...
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.