Alçak ruhlu olanlar para arar, yüksek ruhlu olanlar ise saadet arar. ostrovski
Adıyaman Diyarında Kayıp Hikayeler Hüseyin TURHAL
Adıyaman'da Kayıp Hikâyelere Yolculuk Adıyaman'ın kadim topraklarında, taşın ve zamanın derinliklerinde saklı kalmış, kaybolmaya yüz tutmuş gerçek hayat hikâyelerinin izini sürüyor. Bu eser, Nemrut'u...
38. Bölüm

Adıyaman Diyarında Kayıp Hikayeler

13 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
Adıyaman Diyarında Kayıp Hikayeler 37

Adıyaman Diyarında Kayıp Hikayeler 1
Gün, Nemrut Dağı'nın zirvesinden süzülen kızıl bir güneşle başladı. Kommagene Krallığı'nın devasa heykellerinin gölgeleri, binlerce yıllık sırları fısıldayan taş yüzeylerde titriyordu. Bu diyar, sadece taç giymiş kralların ve tanrılaşmış ataların değil, aynı zamanda fısıltıyla aktarılan kayıp hikayelerin de yurduydu.
Elif, 30'lu yaşlarında, parlak gözlü bir arkeologdu. Memleketi Adıyaman'a, dedesinden miras kalan tuhaf bir günlük yüzünden geri dönmüştü. Günlük, kireçlenmiş sarı yaprakları ve solmuş mürekkebiyle, bölgedeki hiçbir resmi kayıtta geçmeyen, adı unutulmuş bir Kommagene prensesinden bahsediyordu: Prenses Lena.
Dede İbrahim, günlüğüne şunu yazmıştı: "Lena'nın hikayesi, Hierapolis'in altındaki yeraltı şehrinde mühürlüdür. Kurban Bayramı'nın ilk hilali, onun kayıp hazinesine giden yolu aydınlatacaktır. O hazine, altın değil, Unutulmuş Bilgelik'tir."
Elif, günlükteki şifreleri çözmeye çalışırken, yolu eski bir taş ustası olan, herkesin Dede Haydar dediği bilge bir adama düştü. Haydar Dede, yüzündeki her kırışıklığın bir Adıyaman efsanesi anlattığı, suskun bir adamdı.
Elif, "Haydar Dede, Prenses Lena'yı hiç duydun mu?" diye sordu.
Dede Haydar, Nemrut'a doğru bakarak, yavaşça konuştu: "Güneş tanrısı Mithras'a inananlar, kalplerindeki ışığı kaybetmezler. Lena, o ışıktı. Krallık, Romalıların kılıcıyla düştüğünde, Lena, halkının en değerli varlığını, Zamana direnen bir tohumu sakladı. Ona Unutulmuş Bilgelik derler."
Elif, şaşkınlıkla, "Bir tohum mu? Nerede sakladı?"
"Kahta Çayı'nın suları altında... Cendere Köprüsü'nün kemerleri onun sırrını taşır. Ancak tohum, sadece doğru zamanda ve doğru ellerde ortaya çıkar."
Elif ve Haydar Dede, günlüğün işaret ettiği tarihte, yani Kurban Bayramı'nın ilk gecesi, dolunayın altında Cendere Köprüsü'ne gittiler. Köprünün ortasında, Roma mimarisinin ihtişamıyla duran dört sütundan biri, diğerlerinden farklı görünüyordu. Dede Haydar, elindeki eski, işlemeli bir bakır anahtarı o sütunun üzerindeki gizli oyuğa yerleştirdi.
Tık!
Sütun, hafif bir gürültüyle yana doğru kaydı ve taş bir merdivenin karanlığı ortaya çıktı.
Aşağı indiklerinde, nemli ve soğuk bir odaya ulaştılar. Odanın ortasında, Kommagene sembolleriyle oyulmuş küçük bir sanduka duruyordu. Elif, titreyen ellerle sandukayı açtı. İçinde ne altın ne de mücevher vardı. Sadece tek bir şey: Kurumuş, kahverengi bir yaprağa sarılı, avucunun içine sığacak kadar küçük, parlak, zümrüt yeşili bir tohum.
Sandukanın kapağının iç tarafında, Prenses Lena'nın eliyle kazınmış son sözler yazılıydı:
"Bu, Adıyaman'ın en büyük hazinesidir. Roma kılıcı topraklarımızı alabilir ama ruhumuzu asla. Bu tohum, nesiller boyu süren sevginin, direncin ve dağlarımızın yıkılmaz gücünün özüdür. Onu, buranın suyuna, Kahta'nın toprağına geri verin. Unutulmuş Bilgelik, yeşerdiğinde tüm diyarı saracaktır."
Elif, tohumu avucunda sıktı. Unutulmuş Bilgelik, bir bilgi değil, bir canlılık idi. Halkın, zor zamanlarda bile umudu yeşertme gücüydü.
Gün doğarken, Cendere'nin kenarında durdular. Elif, tohumu nazikçe Kahta Çayı'nın kıyısındaki toprağa ekti ve üzerine çaydan bir avuç su döktü.
O anda, Nemrut'tan esen rüzgarın taşıdığı tatlı, yabani bir nane kokusu tüm vadiye yayıldı. Elif, bunun sadece bir koku olmadığını biliyordu. Kayıp Hikaye artık bulunmuş ve Unutulmuş Bilgelik, Adıyaman diyarında yeniden yeşermeye başlamıştı.

II. Yeşeren Sır
Prenses Lena'nın bıraktığı zümrüt tohum, Kahta Çayı'nın nemli toprağında filizlenmeye başladığında, sadece küçük bir fidan değildi; Adıyaman'ın üzerindeki görünmez bir perdeyi kaldıran, sihirli bir uyanıştı.
Uyanış
Aylar içinde fidan, gövdesi kadife gibi parlak, yaprakları ise gün ışığını yakalayan bir tür yakut kırmızısı olan, eşi benzeri görülmemiş bir ağaca dönüştü. Halk, bu ağaca Hayat Ağacı adını taktı.
Elif ve Dede Haydar, ağacın köklerinin Cendere Köprüsü'ne doğru uzandığını fark ettiler. Ağacın büyüdüğü yerde, eski taş ustalığının izlerini taşıyan, küçük, yarım daire şeklinde bir taş levha ortaya çıktı.
Dede Haydar, elindeki eski günlüğü açtı ve Elif'e uzattı: "Deden İbrahim, son sayfaya bir çizim yapmıştı. Tohumun yeşermesiyle görünür olacak bir harita..."
Gerçekten de, günlüğün son sayfasındaki soluk bir çizim, taş levhanın üzerindeki sembollerle birebir örtüşüyordu. Levha, bir bilmeceyi andıran şu kısa metni barındırıyordu:
Güneş tanrısının ilk doğduğu,
Kartalların yuva yaptığı,
Göğün Yeri öptüğü noktada,
Suya yazılmış bir şarkı bekler.
Elif, kaşlarını çattı. "Güneş tanrısı Mithras... Kartallar... Göğün Yeri öptüğü yer... Bu, kesinlikle Nemrut Dağı'nın zirvesi!"
"Suya yazılmış şarkı..." diye mırıldandı Dede Haydar. "Lena'nın bilmeceleri hep doğanın içindedir. Lena'nın Unutulmuş Bilgeliği'nin ikinci parçası, Nemrut'taki o devasa kafaların arasında gizli olmalı."
Nemrut'a Tırmanış
Ertesi sabah, Nemrut'un soğuk rüzgârları altında, Elif ve Dede Haydar, dev heykellerin bulunduğu Batı Terası'na ulaştılar. Kral Antiochos'un tahtının arkasında, tanrıların heykelleri (Zeus, Apollo, Herakles, Kommagene/Tyche) sessizce gökyüzünü seyrediyordu.
"Güneş tanrısının ilk doğduğu yer, Mithras'ın heykeli olmalı," dedi Elif.
Mithras'ın (Apollo) heykelinin başı, tıpkı diğerleri gibi, gövdesinden ayrılmış, taş zeminde duruyordu. Heykelin devasa yüzüne yaklaştıklarında, boyun kısmında, insan gözünün fark edemeyeceği kadar ince bir yarık olduğunu fark ettiler.
Dede Haydar, bastonunun ucundaki küçük, oyma demir parçasıyla yarığa dokundu. Hafif bir tık sesiyle, heykelin yüzeyindeki bir parça taş içeri doğru kaydı ve loş bir oyuk belirdi. Oyuğun içinde, bir deri tomar vardı.
Suya Yazılmış Şarkı
Elif, tomarı heyecanla açtı. Tomar, antik Kommagene dilinde yazılmış, şiirsel bir metindi:
"Ey Adıyaman'ın kızı, dinle, Suya Yazılmış Şarkı'yı:
Kralların kanı, sadece gücü değil, sevgiyi de taşır.
Büyük İskender'in mirası, Roma'nın gücünü yener.
Hakikat, toprağın altında değil, gökteki yıldızlarda saklıdır.
Sana kalan Unutulmuş Bilgelik'in özü:
Topraklarınızı koruyan, kılıç değil, Adıyaman'ın sesi'dir.
Harran'dan Urfa'ya, Samosata'dan Zeugma'ya,
Nehrin getirdiği her taş, bir hikaye fısıldar.
Son anahtar: Nehrin kalbi, halkın dilidir. Şarkıyı, yedi pınarın birleştiği yerde oku."*
Elif, metni okuduktan sonra şaşkınlıkla Dede Haydar'a baktı. "Yani hazine, bir bilgelik dersi mi? 'Topraklarınızı koruyan kılıç değil, Adıyaman'ın sesidir'..."
Dede Haydar gülümsedi. "Lena, halkına silaha değil, kültürün ve tarihin birliğine güvenmeyi öğretiyordu. 'Nehrin kalbi, halkın dilidir.' Bu, Fırat Nehri'nin can verdiği, yedi pınarın aktığı bir yer olmalı."
İkili şimdi, Unutulmuş Bilgeliğin üçüncü ve son sırrını bulmak için Fırat'a doğru, Adıyaman'ın daha derin, daha az bilinen topraklarına doğru yola çıkacaktı.
Sır şimdi Fırat Nehri'nin kalbine, yedi pınarın birleştiği yere taşındı. Bu son sır, Prenses Lena'nın tam olarak neyi korumaya çalıştığını ortaya çıkaracak.

III. Nehrin Kalbi
Nemrut'tan inen Elif ve Dede Haydar, Lena'nın son bilmecesini çözmek için yola çıktılar: "Nehrin kalbi, halkın dilidir. Şarkıyı, yedi pınarın birleştiği yerde oku."
Adıyaman'ın geniş ve verimli toprakları boyunca ilerlerken, Dede Haydar, eski Kommagene efsanelerinden birini hatırladı: "Şeytanın Mağarası'nın yakınında, Fırat Nehri'ne dökülen yedi farklı kaynak olduğuna inanılırdı. Her kaynak, Kommagene'nin yedi kurucu kabilesinden birini temsil edermiş."
Gün batımı Fırat Nehri'nin üzerinde altın rengi bir köprü kurarken, ikili Şeytanın Mağarası (Yarıkkaya) bölgesine ulaştı. Burası, Fırat'ın taşlık ve sarp kıyılarıyla çevrili, ürkütücü ama büyüleyici bir alandı. Yedi Pınar
Mağaranın hemen karşısında, nehrin kıyısında, yedi farklı noktadan çıkan küçük pınarların Fırat'a aktığı yeri buldular. Su, kayaların arasından şırıldayarak akıyor, her pınar farklı bir tonda ses çıkarıyordu. Burası, yüzlerce yıldır kimsenin uğramadığı, gizli bir cennet köşesiydi.
Elif, Nemrut'ta bulduğu deri tomarı tekrar açtı. Lena'nın yazdığı "Suya Yazılmış Şarkı"nın son bölümünü okudu:
"Hakikat, toprağın altında değil, gökteki yıldızlarda saklıdır...
Son anahtar: Nehrin kalbi, halkın dilidir. Şarkıyı, yedi pınarın birleştiği yerde oku."
"Halkın dilidir..." diye mırıldandı Elif. "Lena, bir şarkı ya da şiir değil, bir ezgi bırakmış olmalı. Yedi pınarın birleşimiyle ortaya çıkan bir ses..."
Elif, pınarlardan en gürültülü akanın yanına çöktü ve suyu dinledi. Ardından diğer pınarlara geçti. Her bir pınarın kendine has bir ritmi, bir perdesi vardı. Birden, aklına bir fikir geldi.
Eline yedi farklı büyüklükte ve kalınlıkta, nehrin kenarından topladığı yedi yassı taşı aldı. Her taşı, bir pınarın ağzına, suyun akış ritmini değiştirecek şekilde yerleştirdi.
Son taşı da yerleştirdiğinde, yedi pınarın sesi birden değişti. Şırıltılar, ritmik bir akışa, melodik bir tınıya dönüştü. Sanki binlerce yıllık bir flüt sesi, Fırat'ın uğultusuna karışıyordu. Bu, Kommagene dilinde söylenen, hüzünlü ve bir o kadar da güçlü bir ninniydi.
Son Sır
Müzik, pınarların birleştiği noktadaki sığ bir kayalığı titreştirmeye başladı. Titreşim şiddetlendi ve kayalık, yavaşça dönerek altında gizlenmiş, küçük, cilalı bir tunç kutuyu ortaya çıkardı.
Kutuyu açtılar. İçinde ne altın ne de tohum vardı. Yalnızca el yazması, Kommagene dilinde bir metin ve yanmış, külleri dökülmek üzere olan ince bir kağıt parçası duruyordu.
Elif, titreyerek metni okudu. Bu, Prenses Lena'nın vasiyetiydi:
"Sevgili Torunlarım,
Unutulmuş Bilgelik'i arayanlar, bu satırlara ulaştıysa, kalplerinde Kommagene'nin sevgisi yaşıyor demektir.
Büyük Sır: Romalılar ve diğer düşmanlar, krallığımızı yıkmak için geldiğinde, onlar sadece taşlarımızı, heykellerimizi ve surlarımızı gördüler. Onlar, en değerli varlığımızı görmezden geldiler.*
Ben, Lena, halkımın tüm sanatını, müziğini, mimari bilgisini ve dilini, bu coğrafyanın ruhuna, türkülere, taşlara ve sulara sakladım.
Unutulmuş Bilgelik, bir hazine değildir; o, Adıyaman'ın yaşayan kültürel mirasıdır.
Sizden tek bir isteğim var: Bu külleri Fırat'a serpin. Bunlar, krallığımızın son savunma hattının, yani bilgi arşivinin külleridir. Unutmayın: Bir halkın dili ve sanatı yaşadıkça, o halk ölmez."
Elif ve Dede Haydar, gözlerinde yaşlarla birbirlerine baktılar. Lena'nın hazinesi, gerçekten de altın değil, mirastı. O, halkının kimliğini gelecek nesillere aktarmak için, somut bilgiyi küle dönüştürüp, manevi bilgiyi doğanın sembollerine mühürlemişti.
Elif, tunç kutudaki külleri nazikçe aldı ve Fırat'ın akıp giden sularına serpti. Küller, nehrin üzerinde kısa bir süre dans etti ve ardından Kommagene'nin sesi, sonsuza dek Adıyaman'ın kalbine karıştı.
Dede Haydar gülümsedi. "Kayıp Hikaye bulundu. Artık onu yaşatmak, senin görevin, Elif."
Elif, Fırat'ın görkemli manzarasına baktı. Artık bir arkeolog değil, bir miras koruyucusuydu. Unutulmuş Bilgelik, Adıyaman'ın her taşında, her türküsünde, Kahta Çayı'nın kıyısındaki Hayat Ağacı'nda ve Nemrut'un dev heykellerinin sessizliğinde yaşamaya devam edecekti.
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL