MANTARA GİDEN ÇOCUK-II
....................................
Kul darda kalınca Allah(C.C.)a sığınırmış. Ben de şimdi Allah(C.C.)a yalvarıyordum durmadan. Durmadan Allah(C.C.)a dualarda bulunuyordum. Darda kalmıştım, fakat çıkmalıydım. Başkalarından önce yola koyulmalıydım.
Kendimi bir anda dışarıda bulmuştum. Kapıyı nasıl açtım?.. Kendi kendime hayret ediyordum.
-Acaba kapı gıcırdadı mı? Birileri uyandı mı? diyor ve cevapsız soruları geride bırakarak, sadece;
-Oh be, çıktım dışarı ya, diyerek sevincimden uçuyordum.
Dışarısı gerçekten odanın içi gibi karanlık değildi. Gün, hafiften ağarmış, her şey yarı belli görülebiliyordu. Günle beraber adeta yarışıyorduk. İkimizde aynı çizgide; ‘acaba Çatal Tepe’ye kim önce varacaktı?’ Çatal Tepe’ye vardın mı her şey hallolacaktı. Tabi ki yarışı da o kazanacaktı. Merdivene doğru yürümeye başladım. Bu arada aklıma yine enteresan olaylar geliyor ve gülüyordum.
-Vay be!.. Ne zor oldu evden çıkmak. Sanki esirim de kaçıyorum...
Kendi kendime hem söyleniyor hem de gülüyordum. Fakat sanki göreceklermiş gibi etraftan gizlemek için elimi hep ağzıma kapatıyordum. Daha önceleri de hep güldüğümde elimle ağzımı kapatırdım. Çünkü dişlerimin görülmesini istemezdim. Böyle yapmayı alışkanlık haline getirmiştim. Önceleri şekeri çok yerdim. Evde çoğu zaman annemden zorla şekeri alırdım. Sonra bu yetmezmiş gibi bir de arkasından, annemin mutfaktan uzaklaştığını görür görmez hemen tekrar şeker almaya dalardım. Şeker olsunda ne olursa olsun... Ceplerimi iyice doldururdum. İşte bu yüzden dişlerim daha çok küçükken, altı yedi yaşlarındayken çürümeye yüz tutmuştu.
Bir gün yine komik bir durum karşısında gülüyordum. Fakat elimi ağzıma kapatmamıştım. İşte tam o, kendimden geçercesine kahkaha atarak ağzımı bir karış açmış vaziyetteyken, karşımda birden babamı buldum. Beni seyredip durmuyor mu? Babam bana o zaman orada;
-Aferin oğlum! Dişlerin ne de güzelmiş, diye espri yapmaya başladı. Bunu söylerken de neşeli neşeli gülüyordu.
Öyle utanmıştım ki elimi ağzıma birdenbire kapatışım, surata inen şamar sesi gibi olmuştu adeta. Hem o ana kadar dişlerimin ne kadar çirkin olduğunun farkında olmamıştım. Oradan ani bir fırlayışımla birlikte kendimi evde buldum. Hemen aynanın karşısına geçtim;
-Olamaz... Dişlerim... Kapkara dişler. Kimisi büyük, kimisi küçük dişler... Burada yok, burada da yok, diyerek aynanın karısında hayli bir zaman dişlerimi inceledim ve hep onlara bakıp durdum.
Dişlerim öyle garip, öyle acayip şekiller arz ediyordu ki... Sanki bir balyozun kırdığı kaya parçaları gibi, irili ufaklı acayip şekil ve renkteydiler. O ana kadar hiç aynaya bakmamıştım sanki. Bu komik durumu ilk defa fark ediyordum. O günden bu yana hem şeker yememeye karar vermiş hem de her güldüğümde elimi ağzıma kapatmayı bir alışkanlık haline getirmiştim.
Avluya inmiştim. Her taraf çok sakindi. Merdivenleri öyle hızlı inmiştim ki, o koskoca taş basamakları sanki bir adım etmiştim. O heyecanla avluya iki ayağımla birlikte inmiştim. İşte bu sırada ayaklarımın ‘güm’ diye çıkardığı ses, aşağıdaki ahırın kapısı önünde kıvrılmış olan Karabaş’ı uyandırmıştı. Karabaş’ın uyanmasıyla birlikte ayağa fırlayışı bir olmuştu. Etrafına hiç bakmadan havlamaya başladı. Ben, Karabaş’ın bu durumu karşısında ne yapacağımı şaşırmıştım. Sonra kendimi çabucak toparladım.
-Sus Karabaş. Benim, ben... diyerek Karabaş’ı susturmaya çalıştım.
Karabaş beni görür görmez hemen susuvermişti. Bu arada bir aksilik yapmasın diyerek;
-Gel buraya Karabaş, diyor, onun bir daha havlamamasından emin olmak istiyordum. Karabaş susmuştu ama yanıma gelmekte nazlanıyordu. Yine bu arada Karabaş’ın o havlayışından birilerinin uyanabileceğini düşünüyor ve hemen avludan dışarı çıkmak için yürüyordum. Avlunun kapısına vardığımda geriye şöyle bir dönüp baktım. Karabaş arka ayaklarının üstüne oturmuş, öylece bana bakıyordu. Karabaş’a yeniden seslenmek zorunda kaldım;
-Gel buraya Karabaş! Gel diyorum sana!..
Fakat Karabaş hiç kıpırdamıyordu yerinden. Belki de haklıydı. Çünkü onun rahatını bozmuştum. Belki de korkutmuştum. Karabaş beni çok severdi. Ben de onu çok severdim. Sanki birbirimizin dilinden anlardık. Ben, hiç bu zamana kadar ‘gel’ dediğimde gelmezlik yapmazdı. Karabaş şimdi ise nazlanıyordu. Belki de bu vakit bir yere çıkılmayacağını söylemek istiyordu. Çünkü Karabaş, evin bekçisiydi. Bu en önemli görevi, gün doğuncaya kadar evi beklemekti. Karabaş hem de iki evin bekçiliğini yapıyordu. Aynı avlu içerisinde amcamlarla evlerimiz birlikteydi, karşı karşıyaydı. Ona öyle güveniyorduk ki iki aile de kendilerinden emin, rahatça uyuyorlardı. Kesinlikle hiçbir yabancıyı avludan içeri sokmazdı. Ondan izinsiz kimse ayak basamazdı. Ancak aileden birisi yanına gelir; ‘sus’ dediğinde, o yabancı içeri girebilirdi. Karabaş, ailenin her ferdine sadıktı. Hepsini ayrı ayrı tanır ve hepsinin de sözünü tutardı.
Karabaş’ın tekrar yanına varmıştım. ‘Biraz okşarsam belki gönlünü almayı başarırım’ diye düşünmüştüm. Başını okşuyordum.
-Haydi Karabaş, yürü. Sen de gel!..
Kapıya hızlıca yürüyordum. Çoğu zaman Karabaş’ı bir yere götürürken böyle yapardım. O zaman Karabaş önemli bir şey olduğunu sanırdı. Beni, istemese de yalnız bırakmazdı.
Karabaş beni yine kırmamıştı. Arkamdan hem de koşmaya başlamıştı. İkimiz birden avlunun o büyük çift kanatlı kapısından çıkıverdik. Hızlıca yürüyerek sokağa daldık.
Karabaş yiğit bir köpekti. O çoğu zaman hep dağda kalmıştı. Bir zamanlar sürünün bekçisiydi. Şimdi ise artık sürünün olmayışı nedeniyle evin bekçiliğini yapmakla görevlendirilmişti. Ona bu ismi amcamın büyük oğlu Yusuf Ağabey vermişti. Yusuf Ağabey, Karabaş’ı çok küçük bir yavru iken komşu bir köyden almış getirmiş. Onu o kadar çok severmiş ki kendi eliyle küçükken süt içirmiş ve ona bir çocuk gibi bakmış, büyütmüş.
Amcamın anlattıklarına göre Karabaş, Yusuf Ağabeyle birlikte çok maceralar yaşamış. Amcam onu durmadan;
-Kahraman bir köpektir Karabaş, derdi.
Karabaş şimdi biraz yaşlıydı. Amcamın yine söylediğine göre on beş yaşını geçmişti. Fakat hâlâ dipdiri olduğunu, hâlâ cesur olduğunu her zaman ispatlamaya çalışıyordu adeta. Ona bütün ailedeki herkes çok dikkatli bakar ve davranırdı. Kendi yediklerimizden ona da yedirirdik. Yusuf Ağabeyin sevdiği arkadaşı, sadık dostu ve değer verdiği unutulmaz bir hatırası idi. Karabaş’a biz de hep bu gözle bakar, onu bu yürekle severdik.
Karabaş’ın yanımda olması beni çok sevindiriyordu. Onun yanımda olmasıyla kendime daha çok cesaret geliyordu. Karabaş artık bir defa daha yol arkadaşımdı. Fakat bu sefer ilk defa hem uzak hem de ikimiz beraber bir alaca gün yolculuğuna çıkıyorduk.
Bütün köy öyle sessizdi ki... Sanki ben ve Karabaş’tan başka hiçbir kimse ve hiçbir canlı yoktu. Hemen köyü aşmak için o kıvrım kıvrım daracık sokaklardan hızlıca geçiyorduk. Köşe başlarındaki evlerin ve duvarların sokağa vuran gölgeleri garip şekiller andırıyordu. Bazen bir adama benzeyen gölge karşısında ürperir gibi oluyordum. Fakat yanımda Karabaş’ın olması beni bu acayip gölgelerden korkutmuyordu. Hemen bütün cesaretimi toplayarak yürümeme devam ediyordum. Çünkü bir an evvel varmalıydım ‘mantar tarlasına’.
Etraf hâlâ alacakaranlık. Karabaş önümde gidiyor. Onun yanımda olması, bana çok güven veriyordu. Nihayet geride bıraktığım köyün dışına gelmiştim. Ta eskilerden beri adına ‘Çatal Kaya’ denilen yere ulaşmıştım. İşte buraya geldiğimde arkama şöyle bir dönüp baktım; bütün damlar sanki birleşmiş, sanki el ele vermiş, sessizce hiç kıpırdamadan duruyorlardı.
Artık horozlar da ötüyordu. Horozlar sabahın olmak üzere olduğunu haber veriyorlardı.
Çatal Kaya, köye girişteki anayolun başladığı yerdi. Ben ve Karabaş, adımlarımızı biraz daha açarak, aheste aheste anayol üzerinde yürümeye başladık. Hafiften bir rüzgâr esiyordu. Bütün etraf, hatta çok uzaklar bile uyuyan koyu yeşil bir deniz gibi durgundu. Rüzgâr hemen köyün kenarlarına kadar ekilmiş olan buğday tarlalarına sanki el uzatıyor, yavaş yavaş başakları okşayarak sanki onlara ninni söylüyordu.
Yolumuz pek uzak sayılmazdı. Belki de bize öyle geliyordu. Çünkü varacağımız yere daha önceleri defalarca gitmiştik. Gideceğimiz yeri ta buradan görebiliyorduk. Bundan böyle hayli yokuş çıkacaktık. Bazen ekin tarlalarının içinden geçecektik. Hatta bazen de derelerden geçecektik. Anayoldan nihayet elli metre kadar yürüdükten sonra adına ‘Serverin Pınarı’ dedikleri bir yamaca tırmanmak üzere ıssız yolumuza sapıyorduk.
Yokuş yukarı Karabaşla beraber dik yamaçları tırmanırken rüzgâr, içinden geçtiğimiz ekin tarlalarını bir o yana, bir bu yana dalgalandırıp duruyordu. Yukarılara doğru çıktıkça geride bıraktığımız köyün evleri sanki bir derenin içine sıkışıp kalmış küçük birer bağ keliklerini andırıyordu. İlerledikçe, sabahın kokusu daha yakından geliyordu. Ve gittikçe rüzgâr, biraz daha hızlanıyor, ekin tarlalarını, ‘artık vakit geldi ‘uyanın!’ der gibi sallıyordu. Arkasından ekinler uyanmak istemeyen bir çocuğun mırıldanışı gibi sesler çıkarıyordu.
Durmadan önümde yürüyen Karabaş, gideceğimiz yeri sanki benden iyi biliyordu. Zaten buraların pek yabancısı değildi. Fakat benim mantar tarlasına gideceğimi de biliyor muydu acaba?.. Aslında bu, Karabaş için çok önemli değildi. Önemli olan Karabaş’ın yine de gideceğimiz yerlerin yabancısı olmayışı idi. Hatta Karabaş’ın o gençlik yılları bile buralarda geçmişti. Durmadan önümde gitmesiyle bana adeta rehberlik ediyordu. Yürüdüğümüz yolları, tarlaları, dere ve bayırları benden iyi biliyordu sanki. Bu yüzden varacağımız yerleri de anlamış olabilirdi. Karabaş belki de o günleri hatırlamış ve o günleri özlemiş olabilirdi.
Ekinler Karabaş’ın boyunu aşıyordu. Bu nedenle de ekinlerin içinde zıplayarak gidiyor ve bana da adeta yol açıyordu.
Başımı hafifçe sallıyor ve kendi kendime gülüyordum. Çünkü, artık istediğim gibi hareket edebiliyordum. Evden çıkmamı hiç kimse ve hiçbir şey engelleyememişti. Kimse görmemişti. İşte bunun için gülüyordum ve sevinçliydim. Kendi kendime ıslık çalmaya başlıyordum. Türküler söylüyordum. Türküler hep yarımdı. Hiçbir türküyü tam olarak bilmiyordum. Biri bitmeden diğerine geçiyordum. Kendi kendime durmadan hem söylüyor hem yürüyordum. Arada bir geride habersiz ve sessizce bıraktığım kardeşimi, annemi, babamı ve hele ebemi düşündükçe gülüyordum.
-Beni ne kadar çok merak edecekler, diyordum kendi kendime.
Ama bu, benim hiç mi hiç umurumda değildi bile. Aldırmıyordum evdekilere. Bütün tarlaları, dereleri, yamaçları bir düz yol gibi çıkıyor ve sanki gözüm kapalı bir rüyada imişim gibi kendimi birden ‘Karagün Tepesi’nde buluyordum.
Ta tepeye varmıştım. Tepeye varır varmaz hemen yere oturdum ve önce ayaklarımı, sonra bütün gövdemi kendi haline bırakıverdim. Bir ara ellerimi toprağa destek ederek geldiğim yolları ve bütün her yeri seyretmeye koyuldum. Her yer bütün çıplaklığı ile öyle güzel görülüyordu ki... Güneş henüz doğmamıştı. Fakat tan yeri çoktan ağarmıştı. Artık köyden iyice uzaktaydım. Tam bu sıralarda sabah ezanı okunurdu. O kadar çok istiyordum ki bu vakitlerde ezan dinlemeyi... Duyamazdım. Çünkü çok uzaktaydım. Köy, buradan baktığımda bir derenin içine düşmüş gibiydi. Sanki her taraf ayaklarımın altında ve sanki beni bir rüzgâr tepelerden tepelere çıkarmıştı. Bulunduğum yer öyle yüksekti ki aşağıda gördüğüm tepeler ne kadar ufak görünüyordu... İşte, şimdi kendimi adeta göğün en yükseğinde hissediyordum.
.......... ÖYKÜNÜN DEVAMI VAR .......... EKREM GÜRER
YORUMLAR
eşrefi
Ekinlerin yemyeşil bir deniz gibi dalgalanması benim de en sevdiğim manzaralardandır. tepenin en yükseğine çıkıp da ayaklarımı uzatıp yemyeşil etrafı seyretmeyi ne çok severim!
Kendimi o tepelerde hissettiren yazınıza teşekkürler...
Selâm ile.