“YALANCININ MUMU YATSIYA KADAR YANAR"
Hani derler ya; ‘ne yaramaz’, ‘maşallah, ‘ele avuca sığmıyor...’ Ve neler neler... İşte İsmail, hiç yerinde duramayan bir çocuktur.
Sofrada bile sanki dışarıda çok acele bir işi varmış gibi yemeğini hep telaşla yarı oturur, yarı ayakta atıştırır. Annesi, babası ve bütün aile onu bu huyundan bir türlü vazgeçirtemezler. Annesi ona;
-Yavrum otur, yemeğini düzgün ye. Bizim de içimize sinsin, senin de... der durur.
Fakat İsmail hiç aldırmaz söylenenlere. ‘Bana mı söylüyorsun?’ demez bile. Hiç aldırış etmez. Sanki hiç duymaz söylenenleri. Annesi, geçmeyen sözüne devam ede dursun, İsmail, dış kapıya çoktan bir ok gibi fırlamıştır bile.
İsmail, neşeli türküler söyleyerek sokağa çıkar. Bu sokak benim, şu sokak senin... Bir gezdiği dolaştığı yeri bin eder İsmail.
Evden o çıktığıdır İsmail’in Artık akşam olmuştur. Eve gelmek aklına bile gelmez. Çünkü gezmeye hiç mi hiç doyamaz İsmail. Ne acıktığını anlar ne de yorulduğunu hisseder.
Yine böyle bir gün İsmail, akşama doğru evden çıkmıştı. Her zaman olduğu gibi gezip duruyordu. Yollarda hep ağır ağır yürüyor ve bir yandan da türkü söylüyor, ıslık çalıyor, bazen de kendi kendine konuşuyor. Böylece sokakları sanki o dolduruyordu. Nedense hep yalnız gezmeyi pek severdi İsmail. Bu arada gece yarıyı bulmuştu. İsmail’in canı hâlâ gezmek istiyor, eve gitmeyi hiç mi hiç düşünmüyordu. Sokaktan sokağa girip çıkıyordu.
Sokaklar hep ıssızdı. Çünkü bu saatlerde böyle küçük bir yerleşim olan köy yerinde herkes çoktan evlerinde idi. Herkes ya yatmış ya da yatmak üzereydi bu saatlerde.
İsmail gezip dururken, bu sırada yarı karanlık bir sokağa girmişti ki sokağın hemen ilerisinden yarı belirsiz ayak sesleri gelmeye başlar. İsmail bunları hiç duymuyordu. Çünkü kendi kendine ve hafiften türkü, ıslık birbirine karıştırıp gidiyordu. İsmail bunları birazda aklına korku girmemesi için yapıyordu.
Ayak sesleri iyice yaklaşırken, giderek bir gölge beliriyordu. İsmail öyle dalmış ki köşede beliren ve hemen yakınında bulunan bu gölgeyi birden fark edemiyordu. Gölge iyice yaklaşmıştı ki, ancak o zaman fark etti. Hemen şöyle bir durakladı ve gölgeye doğru baktı. Bu, büyük bir adam gölgesine benziyordu. Önce aklına bir danıştı; ‘saklanayım mı, saklanmayayım mı?’ diye düşünüyordu kendi kendine. Ama vazgeçti;
-Boş ver... dedi kendi kendine.
Aynı rabıta ile yürümeye devam etti İsmail. İşte tam bu sırada gölgenin kendisi de çıkıverdi. İsmail kimi görse iyi... O gölgenin sahibi İsmail’in öğretmeni değil mi!?.. İsmail şaşırdı bu beklenmedik durum karşısında. Aniden durakladı ve hareketsiz kalıverdi birden. İsmail, karşısında bulunan öğretmenini önceden fark etseydi kolaylıkla saklanabilirdi. Öyle ya, çocuklar gece yarıları ve hele ıssız, kimsesiz yerlerin dâvetsiz misafirleri değil mi?.. İsmail’in öğretmeni ise o vakitte bir öğretmen arkadaşının evinden geliyordu.
Öğretmen, İsmail’i görünce kendisi de şaşırmıştı. İsmail’in bu saatlerde hem de yalnızca, bu ıssız sokaklarda gezmesine akıl erdiremedi. Ve hemen İsmail’e sordu;
-Merhaba İsmail! Nerden geliyorsun? Ne işin var?.. gibi arka arkaya sorular geliyordu İsmail’e.
İsmail, öğretmeni karşısında iyice sıkılmıştı. Kolay değildi tabi! Böyle bir durum karşısında bir cevap bulup vermek... Fakat bizim İsmail, aradan kısa bir an geçmesine rağmen bir şeyler düşünmüş, bir cevap hazırlamış olacak ki hafiften kekeleyerek;
-Şey öğretmenim... Teyzemler bize misafir olmuşlardı da, onları evlerine kadar uğurladım, deyiverdi.
İsmail nasıl buldu bu cevabı, hayret! Öğretmeni, İsmail’e çok güvenirdi. İsmail’e inanmıştı. Bu gece yarısında ‘fazla beklemek, fazla konuşmak iyi olmazdı’ düşüncesiyle ayrılmak istiyorlardı. Fakat yine de öğretmen, İsmail’e;
-Herhalde annen ve babanın haberleri vardır; değil mi İsmail? diyordu gülümseyerek. Arkasından öğretmen, İsmail’in başını okşayarak;
-İyi etmişsin ama senin gibi çocuklara göre değil. Buna dikkat et. Hadi git, yat. Yarın erken kalkacaksın, diyor ve son defa olarak;
-İyi geceler İsmail. Allah rahatlık versin, diyerek İsmail’den ayrılıyordu.
İsmail sadece dinliyordu öğretmenini. Öğretmeninin her sözünün sonunda ‘evet’ der gibi hep başını sallıyordu. Daha sonra İsmail de öğretmenine;
-İyi geceler öğretmenim, diyerek karşılık veriyor ve yoluna devam ediyordu.
İsmail, sanki gündüzün o öğle vakti güneşinin altında çalışmış gibi, bütün vücudu su içinde kalmıştı. Ve öğretmeninden ayrılır ayrılmaz;
-Oh bee!.. diyerek rahatlamıştı adeta.
İsmail, bütün bu olanlardan sonra gezmeyi düşünmüyordu artık. Birden hızlıca koşmaya başladı. Evlerinin ışığı çoktan kararmıştı. Yatmıştı bütün ailesi. Fakat annesi hâlâ uyumamıştı. Uyuyamazdı ki... Yine İsmail’i bekliyordu kadıncağız. Eve geldiğinde her zaman yaptığı gibi kapıyı yumruklarıyla dövmeye başladı. Annesi yine sinirli bir durumda kapıyı açıyordu İsmail’e;
-Senin bu halin nereye varacak, ha benim akılsız oğlum, diyordu.
İsmail’in yaptığı bu hareketleri, annesini çok mu çok üzüyordu. İsmail eve hemen her gün böyle geç gelirdi. Gece yarıları, hatta daha geç vakitlerde de gelirdi İsmail.
Ertesi gün olmuştu. Sabah kahvaltısı için annesi, İsmail’i bir şeyler almak üzere bakkala gönderir. İşte o sırada İsmail’in öğretmeni de bakkalda bulunmaktadır. O da bir şeyler almak için bakkala gelmiştir. Köyde bakkal iki tanedir. Birisi yani İsmail’in gittiği bakkal, köydeki büyük çeşmenin karşısında ve İsmaillerin evinin de hemen yakınındadır. İsmail, daha yeni girmişti ki bakkala, arkasından annesi de geliverdi. Belli ki annesinin sonradan aklına gelen unuttuğu bir şeyler vardı. İsmail yine, o her zamanki hareketlerinden birini yaparak annesini görür görmez;
-Madem sen geldin, sen al. Tamam mı?.. diyerek birden bakkalın kapısından hızlıca çıkar, gider. Bütün alışveriş böylece annenin üzerine kalır.
Öğretmen, İsmail’in annesini görünce;
-Affedersiniz, teyze,der. Arkasından;
-Nasılsınız, iyi misiniz teyze? Müsaade ederseniz, size bir şey sormak istiyorum, teyzeciğim, der. İsmail’in annesi;
-Buyurun öğretmen bey! Sorun, der. Öğretmen;
-Teyzeciğim! Bu akşam geç vakitlerde, dışarıda, giden gece yarısında İsmail’i gördüm. Galiba teyzeleri misafirmiş sizlerde. Onları uğurlamış eve gidiyordu. Kendisi öyle demişti. Benim diyeceğim; o gecenin geç vakitlerinde İsmail’i alıştırmayın dışarılarda gezmeye, diyorum, der.
Öğretmen sözünü bitirir bitirmez İsmail’in annesi;
-Doğrudur… Doğrudur öğretmen bey! Amma bir şey doğrudur, o da İsmail’in her gün geceleri geç vakitlere kadar gezip durmasıdır. Teyzeleri filan misafir değildi, öğretmen bey, diye karşılık verir.
Öğretmen bu söz karşısında, önce kafasını hafifçe sallar ve arkasından;
“-Demek benim akıllı öğrencim, bana yalan da söyleyecekti, ha…” der. Daha sonrada;
-Yine de çocuktur işte. Bir kez hata yapması normaldir teyzeciğim! Fazla üzerine varmamak lâzım İsmail’in. İsmail’i her zaman severim ben. Akıllı çocuktur, der.
Öğretmen beyin bu konuşmasına karşılık olarak İsmail’in annesi;
-Ne bir keresi öğretmen bey, ne bir keresi... Hemen her gün böyle gece yarılarına kadar gezen çocuk hiç akıllı olur mu? Canı sağ olasıca, pek üzüyor beni, öğretmen bey! Akıllı mı, deli mi gayrı orasını da sen düşün, der.
Öğretmen bey, ağzının içerisinde bir şeyler mırıldanır durur. Onun bu mırıldanışı, İsmail’in annesinin dikkatini çeker ve;
-Bir şey mi dediniz, öğretmen bey? diye sorar. Öğretmen;
-Şey diyorum, dersleri fena değil keratanın da… Nasıl böyle çok yaramazlık yapar, annesini üzer, geç vakitlere kadar gezer?.. İsmail’in annesi kapıya doğru yönelir;
-Yaa, işte böyle öğretmen bey! Sen biraz kulağını çek bu yaramazın. Hadi iyi günler sana, diyerek bakkaldan çıkar gider.
Gün yeni başlamıştır, pırıl pırıl bir gündür. İsmail, okula gitmek üzere çoktan hazırlanmıştır bile. İsmail, erkenden okula varır. Çünkü zil çalıncaya kadar arkadaşlarıyla yine oyun oynayacaktır. Her zaman olduğu gibi oyunlarının tam ortasında birden zil çalar. Oyun bozulur. Bütün öğrenciler sınıflarının yerini almak üzere bayrak direğinin karşısında toplanırlar. İsmail beşinci sınıftadır. Sonra beşinci sınıftan başlayarak bütün öğrenciler sınıflarına, ders yapmak üzere girmişledir. Öğrenciler sınıflarında öğretmenlerini beklemektedirler. Teker teker öğretmenler sınıflarına girerler. İsmail’in öğretmeni de derse girmiştir. İşte İsmail’in öğretmeni giden gece sokakta kendisiyle karşılaşan öğretmendir. Öğretmen yoklamayı yaptıktan sonra kürsüden kalkar ve;
-Herkes arkasına yaslansın ve beni dinlesin, der.
Bu arada kürsüden yazı tahtasının tam ortasına ağır ağır gelir ve durur. Hafiften gülümseyerek;
-Kalk bakalım İsmail, der.
Sınıfta bir İsmail adlı öğrenci vardır zaten. İsmail hemen kalkar ve olduğu yerde ayakta bekler. Öğretmen;
-İsmail, tahtaya gel, der.
İsmail hemen yerinden çıkar ve tahtaya doğru ilerler. Tabi hiçbir şeyden habersizdir İsmail. Tahtaya gelir gelmez yüzü öğretmene dönük vaziyette öylece kalır. Öğretmen, İsmail’e dönerek;
-İsmail! Bugün erkenden bakkala gitmiştim. Orada anneni gördüm, der.
İsmail hâlâ hiçbir şeyden habersiz ve merakla dinler. Hiçbir şey anlamaz öğretmenin bu sözlerinden. Sonra öğretmen tebessüm ederek;
-Evet İsmail!.. Şimdi söyle bana. Geçen gece seninle sokakta karşılaştığımızda bana ne söylemiştin, hatırlıyor musun? der.
İsmail sanki her şeyi anlamıştır ve utandığından hiçbir şey söylemez. Öğretmen devam eder sözüne;
-Evet İsmail, annenle bakkalda kısa bir konuşma yaptık. Annen bana, senin o gece teyzelerini savuşturmadığını, o gece teyzelerinin sizde misafir olmadığını söyledi. Sen ne dersin? der.
İsmail öyle utanmıştır ki hiçbir şey söylemez. Öğretmen hâlâ sorularına devam eder;
- Anneni çok üzüyormuşsun. Sözünü hiç tutmuyormuşsun. Ayrıca hemen her gece dışarılarda gezermişsin, diyerek İsmail’e arka arkaya sorular sorar.
İsmail, hiçbirine cevap vermedi. Cevap veremedi ki… İsmail neye uğradığını şaşırdı. Şaşırmakla beraber, utancından benzi kıpkırmızı kesiliverdi. ‘Yer yarılsa da içine girseydim’ der gibi bir haldeydi. Ama olanlar olmuş, İsmail, öğretmeninin yüzüne hiç bakamaz bir halde ve yüzünü tahtaya döndürmüş öylece durur.
Öğretmen, İsmail’in ne kadar mahcup, ne kadar pişman olduğunu halinden anlamıştı. Çünkü, İsmail’i severdi öğretmeni. Onun böyle bir hata yaptığını ilk defa görüyordu. Ve onu bağışlıyordu öğretmeni. Fakat bir daha böyle bir şey yapmayacağına, hele yalan söylemeyeceğine dair söz alıyordu. İsmail’e yetmişti bu ders. İsmail sınıfta, arkadaşlarının huzurunda, öğretmenine doğru başını zorla kaldırıyor ve hafif bir sesle;
-Evet… diyebiliyordu sadece.
Bunu söylerken başını da hafifçe sallıyordu, ‘evet’ der gibi. İsmail kesin söz veriyordu öğretmenine. Hem de içten söz veriyordu. Daha sonra öğretmen;
-Haydi, şimdi yerine otur, der İsmail’e.
Ve öğretmen sınıfa döner;
-Unutmayın ki çocuklar; ‘yalancının mumu yatsıya kadar yanar, der ve derse başlar.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.