ANADOLU YÜREKLİ KAR ÇİÇEKLERİ
Altı yüzyıl; üç kıtada ve yedi iklimde, İslam’ın bendesi, adaletin yılmaz savunucusu, “ulu çınar” Osmanlı İmparatorluğu, son yüzyıllar da, bitmek tükenmek bilmeyen savaşlardan ve iç isyanlardan bitap düşmüştü. Topraklarının büyük bir bölümünü kaybetmiş, Batılıların ve Rusların yakıştırması olan hasta adamdı. Ancak Batı’nın ve Rusların bilmediği tek şey ise, yüce Çınar’ın ayakta öleceği gerçeğiydi. Osmanlı İmparatorluğu, Anadolu insanının gönlünden filizlenmiş ulu bir çınardı. Anadolu insanı yurdunu nazlı bir yar bilir, aşk bilir, namus bilir, ana ve baba bilirdi. Anadolu insanı, mahremini nasıl korursa ana yurdunu da öyle korurdu. Dünya üzerinde hiç bir ulus yoktur ki, Vatan’ını böyle bir aşkla sevsin! Osmanlı İmparatorluğuna, Ruslar ve Batılılarca biçilen kefeni; ancak Anadolu insanı yırtabilirdi...
Hazan mevsimi; kış Ayı’nın nedenli şiddetli ve sert geçeceğini anlatmak istercesine, sert rüzgarlarını delicesine estiriyordu. Esen Rüzgar’ın uğuldayan sesi, gecelere derin bir kasvet katmaktaydı... Trabzon’un, şirin köylerinden biri olan Al yazı Köyü de kışa hazırlanıyordu. Al yazı Köyü; zümrüt yeşili ormanlar arasında, engin Karadeniz dağlarının eteğinde kurulmuş tipik bir Karadeniz köyüydü. Al yazı Köyü, ülkede hüküm süren kıtlık ve yokluktan fazlaca etkilenmemiş olsa da, köyün birçok erkeği vatan müdafaası için cephelere koşmuş ve birçoğu geri dönememişti. Geride kalanlar ise; yaşlılar, kadınlar, çocuklar ve birkaç gençten ibaretti. Anadolu insanı gibi Al yazı köyü de tek vücut olmuş, tüm mevcudiyetiyle cephedeki yiğitlerine, gecelere gizledikleri en temiz dualarıyla Cenab-ı Hak’tan yardım diliyorlardı. Karadeniz insanı çalışkandı! yaşlı, kadın ve çoluk çocuk demeden çalışıp, hem cephelerde savaşan aslan yiğitlere yardım yolluyor, hem de kendi ihtiyaçlarını temin ediyorlardı. Al yazı Köyünün kadınları; kocalarını ve evlatlarını Vatan müdafaası için büyük bir metanetle ve dualarla cepheye uğurluyordu. Cephede kocaları ve evlatları olan kadınlar her ay, Köyün Muhtarı Mehmet Efendi’nin Trabzon’dan getireceği asker mektuplarını heyecan ile beklerlerdi. Muhtar Mehmet Efendi ise Trabzon’a inmek istemese de mecburdu! çünkü cephedeki yiğitlerin mektupları yerine, şehitlik haberlerini getirmekten kalbi yorulmuştu. Bazen bir iki asker mektubu getirse de, çoğunluğu şehitlik haberi oluyordu. Zaman geçtikçe, mektup yollayan yiğitlerin mektupları da gelmez oluyordu. Muhtar Mehmet Efendi; kendini yollarda bekleyen anne, eş ve ihtiyarların önünde, şehitlik haberlerini verirken hüzne boğuyordu…
Yine soğuk bir sonbahar sabahı, Muhtar Mehmet Efendi Trabzon’a doğru yola çıktı. Muhtar Mehmet Efendi yine hüzünlüydü; çünkü geçen ay, köye ne şehitlik haberi ne de mektup getirebilmişti. Muhtar Mehmet Efendi; Trabzon’a inene kadar dua eder, duasın da Rabbine yalvarır ki, gözü yaşlı bir anne ya da eşe şehitlik haberi vermek zorunda kalmasın… Muhtar Mehmet Efendi, uzun ve sıkıntılı bir yolculuktan sonra Trabzon’a varabilmişti. Çarşıda her zamankinden farklı bir kalabalık vardı, olup biteni anlamaya çalıştı. Ancak bu kalabalığın nedenini araştıracak da vakti yoktu. Korkak ve ürkek adımlarla Valiliğin yolunu tuttu. Korkusunun sebebi; bir şehitlik haberi daha almaktı… Valiliğe vardığında, Valilik önündeki kalabalığın, çarşıda gördüğü kalabalıktan, daha fazla olduğunu gördü. İçinden ne olabilir diye düşünürken, Tellalın davulunun sesiyle irkildi. Tellalın: "duyduk duymadık demeyin, eli silah tutan kim varsa silahaltına alınacaktır" diyen sesini işitti. Korktuğu da en sonunda olmuştu, köyde kalan son geçler de cepheye gidecekti. Belki de onların da şehitlik haberini kendisi vermek zorunda kalacaktı. Muhtar Mehmet Efendi’nin sırtına koca bir dağ yüklenmişti sanki ve altında eziliyordu. Bu haberi köydeki insanlara nasıl verebilirdi ki! Muhtar Mehmet Efendi, bu düşünceler içerisinden çıkamıyor olduğu halde, Valilik önünde ki kalabalığı yararak, Valilik binasına girdi. Yavaş adımlarla Vali Murat Bey’in odasının kapısını çaldı ve içeri girmek için izin istedi. Vali Murat Bey, Muhtar Mehmet Efendi’yi odasına buyur etti. Vali Murat Bey’in Babası ile Muhtar Mehmet Efendi, çocukluk arkadaşıydı, bu yüzden Vali Murat Bey Muhtar Mehmet Efendi’ye büyük bir hürmet beslerdi… Oda içeresinde; Trabzon’da bulunan bütün Köylerin Muhtar’ları vardı. Muhtar Mehmet Efendi, haberin doğruluğuna bir kez daha inandı; ancak, Trabzon’daki en yetkili ağızdan gerçeği duymak istercesine sordu:
“Tellalın ilan ettiği haber doğrumu?”
Vali Murat Bey hüzünle, başını sallayarak: “doğru dedi.”
Muhtar Mehmet Efendi’nin içi burkuldu, derin bir nefes aldı ve dudaklarından şu cümleler döküldü: " mademki vatan, eldeki son canları ve kuzularımızı da ister bizde Allah ve Vatan yolunda, Hz. İsmail’e inen “Koç” gibi, evlatlarımızı kurban veririz."
Oda içerisindeki tüm Muhtar’lar Muhtar Mehmet Efendi’nin sözlerini tekbir ağızdan tekrarladılar. Vali Murat Bey ve tüm odadakilerin gözleri doldu. Birbirlerine "vatanca" baktılar ve ellerini kaldırıp Vatan’ın muzafferiyeti için dua ettiler. Muhtar’lar helalleşip odadan tek tek çıktılar. Oda da sadece Vali Murat Bey ve Muhtar Mehmet Efendi kaldı. Muhtar Mehmet Efendi de izin isteyip, mektup olup olmadığını sordu. Vali Murat Bey kâtibini çağırdı ve Al yazı Köyüne mektup ya da şehit haberi gelip gelmediğini sordu.
Kâtip: şehit haberi olmadığını, sadece iki mektup geldiğini söyledi. Muhtar Mehmet Efendi’nin duası kabul olmuştu; iki mektup gelmiş, şehit haberi de yoktu. Buruk bir sevinçle Vali Murat Bey’le vedalaşıp yola çıktı...
Muhtar Mehmet Efendi, yine uzun ve sıkıntılı bir yolculuktan sonra, Al yazıya vardı. Köy yolunda, kendisini bekleyenler, eskisi kadar çok değildi artık. Nerdeyse, cepheye gidip de şehit olmamış kimse yok gibiydi… Muhtar Mehmet Efendi Köy girişine geldiğinde, kendisini bekleyenlerin; bir iki kadın, bir kaç ihtiyar ve çocuktan ibaret olduğunu gördü. Bekleyenler, Muhtar Mehmet Efendi’yi görür görmez, merak ve heyecanla mektup ve haber olup olmadığını sordular. Muhtar Mehmet Efendi cebindeki iki mektubu çıkartıp, sahiplerine verdi. Mektubu gelmeyenlere ise, acıyla başını sallayarak mektuplarının gelmediğini; ancak umutlu olmalarını, şehitlik haberlerinin de gelmediğini, inşallah bir daha ki ay mektupları gelirse kendi elleriyle mektupları evlerine getireceğini söyleyerek yanlarından ayrıldı. Muhtar Mehmet Efendi, şehitlik haberi vermemişti; ancak seferberlik haberini nasıl verecekti. Haberi ilan etmek için bir yol arıyordu, ama nasıl. Çözüm arayışıyla derin derin düşünürken, aklına, bu sıkıntılı haberi tüm köyü yatsı namazında Camide toplayıp, ilan etmek geldi. Cami Allah’ın eviydi ve tüm bu mücadele ve savaş Allah’ın dini ve mukaddes Vatan içindi. O zaman, bu haber Allah’ın evinde verilmeliydi... Koşar adımlarla Camiye gitti, Köy ’ün İmam’ını bularak konuyu anlattı. Muhtar Mehmet Efendi’nin isteğini derhal yerine getireceğini söyleyen İmam, Köy Camisinin minaresinden, tüm köy Sakinlerinin yatsı namazında camide olmasını isteyen bir sela verdi...
Yatsı ezanıyla birlikte tüm köy ahalisi, Camiyi hınca hınç doldurmuştu. Yatsı namazını huşu ile kılan köy halkı, bu olan üstü toplanışın sebebini birbirlerine sormaya başladılar, kalabalığa uğultulu bir merak hakimdi. Muhtar Mehmet Efendi, İmam’dan izin isteyip kürsüye çıktı. Camide bulunanlara hitaben sessizce kendisini dinlemelerini rica etti.
Muhtar Mehmet Efendi: ” Ey! Ümmeti Muhammet, ey! Türk Ulus’unun vefakar evlatları! biliyorum ki, şimdiye kadar çok acı ve keder çektiniz ve yine biliyorum ki, ocağında şehitlik dumanı tütmeyen tek bir ev yok. Ancak, Vatan yine can kan ve fedakarlık ister, genel seferberlik ilan edilmiştir. Eli silah tutan son yiğitlerimiz de cepheye gönderilecektir. Ancak, evladından başka kendisine bakacak kimsesi olmayanlar, evlatlarının seferberlikten affı için, Vali Murat Bey’den ruhsat isteyebilirler.”
Muhtar Mehmet Efendi, sözünü devam ettirecekti ki, cemaatten gür bir ses yükseldi
“ Olmaz öyle şey”! Sesin sahibi Ayşe nineydi. Ayşe nine, kocasını bir kardeşini ve iki evladını çeşitli cephelerde şehit vermiş 70 yaşında feraset sahibi bir Karadeniz kadınıydı.
Ayşe nine, Muhtar Mehmet Efendi’ye öfkeyle:” sen kimsin de, şu düğün gibi kutlanması gereken anı, ölü evindeki gibi mateme çevirirsin. Ne demek seferden af? Sen bilmez misin ki, biz ne savaştan ne de Allah ve Vatan yolundan şehit olmaktan korkarız. Düşman kapımızda ne din ne de namus emniyetimiz kalmayacak. Gün Allah yolunda cihat günüdür, bugün bayramdır. Sonsuza kadar yaşamayacağız, bunca şehit verdik yine veririz. Şehitlerimizle vuslatımız cennete kalmıştır. Ocağımda son bir yiğit kaldı, oda “16” yaşında ki torunum Hamza’dır, onu da bugün ALLAH yoluna bu sefere kurban olarak adadım.”
Ayşe ninenin yıldırım gibi kükreyen sözlerinin bitimiyle, Cami tekbirlerle inlemeye başladı. Köylüler hem ağlıyor hem dua ve tekbirlerle cezbeye geliyordu. İmam cemaati sessizliğe davet edip, Fetih süresini ve devamında cihat, şehitlikle ve de Vatan’la alakalı birçok ayet ve hadisi Arapça ve Türkçe olarak okudu. Cemaatin gözlerinden gözyaşları sel olup akıyordu. Sabah namazına kadar, şehitlerin ruhuna kuran okudular, ordularının muzafferiyeti için de dua ettiler ve ilahiler söylediler. Bu şekilde sabahlayan cemaat, sabah namazını da kılarak dağıldı...
Trabzon’da, hazırlıklar başlamıştı. Köy ve Kazalardan bölük bölük gelen yiğitler, Trabzon’da toplanıyorlardı. Al yazı köyü de hazırlığa başlamıştı, hiçbir evde matem yoktu, insanlar sanki düğüne hazırlanıyordu. Ayşe nine de hazırlık içeresindeydi, torunu Hamza’yı kutlu yolculuğa hazırlıyordu. Hamza’nın annesi Hamza’yı doğururken ölmüş, babası Mustafa’da Balkanlar’da şehit olmuştu. Küçük Hamza’yı bebekliğinden bu yana, Ayşe nine büyütmüştü. Hamza Ayşe Nine’nin göz nuruydu. Ayşe nine torununun adına Hamza koydu ki şehitlerin babası Hz. Hamza gibi Aslan yürekli olsun…
Ayşe nine ağaç sandığından, şehit kocası Hasan’ın Kafkas kamasını çıkarıp Hamza’ya verdi. Hamza’yı dizi dibine oturtup: “Ey oğul sen benim kalbimin gülüsün, seni bugünler için büyüttüm. Gün namus günüdür, Vatan ve Din uğruna cenk günüdür. Kafir kapımızda, ümmet darda ve esaret bize yakışmaz. Dünya geçici, Allah baki. Bugün Allah yolunda sefere çıkıyorsun. Yaşım çok ilerledi, gidip de dönmez isen ben senden iki cihanda da razıyım. Gidip de vatan kurtulmadan Din ve namus, emniyete alınmadan silahını bırakırsan hakkım haramdır. Lakin savaş bitterde dönersen, ben de ebedi aleme göçmüşsem hakkım helaldir. Ola ki ben ahir ömrümü tamamlamadan şehit olursan; Dede’ne, Baba’na, Annene, Amcana ve tüm şehitlere selam et ve şefaatlerini arzu ettiğimi söyle. Ve yine de ki; Ayşe Allah için sizi çok sevdi ve özledi…”
Hamza’nın göz pınarları doldu, anladı ki canı ninesini dünya gözüyle son görüşüydü bu…
Köy düğün alayı gibi süslenmişti, davul ve zurnalar cenk havaları çalıyordu. Yiğitler meydandaydı, en büyüğü 20 yaşında en küçüğü Hamza 16 yaşındaydı. Çoğu yetimdi, babaları ve amcaları ya şehit olmuş ya da halen daha cephede savaşıyorlardı. 15 yiğit yaşları küçük yazacakları destan büyüktü...
15 yiğidin çehresinde ilahi bir nur vardı, annelerinin ciğer pareleri artık gidiyorlardı. Ayşe nine, akça kocalar ve analar kuzularını uğurlamak için köy meydanındaydı. Belki de son kez kucaklaşıyorlardı! uğurlamaya gelen insanların çehresinde dev bir gurur ve şeref vardı. 15 can tek yürekti, yiğitler tek tek Ayşe Nine’nin, diğer yaşlıların ve annelerinin elini öptüler. Hamza’nın yüreği buruktu. Hamza son kez anne kokulu, cennet bakışlı ninesine sarıldı. Ayşe nine gözyaşlarını yüreğine akıttı ve gözünün nuruna veda etti. 15 Aslan dua ve tekbirlerle uğurlandı. Yolculuk başlamıştı artık, bu yolculuk dönüşsüzdü sanki…
Yiğitler ilk önce Trabzon’a, oradan da Erzurum’a acemi eğitimi almaları için gönderildiler…
Erzurum kışlası, Anadolu’nun dört bir yanından gelmiş gencecik delikanlılarla dolmuştu. Acemi eğitimine alınan Anadolu yiğitleri arasında, çocuk denecek yaşta askerler vardı. Ancak, hiç bir yiğitte en ufak bir sızlanma ya da pişmanlık emaresi yoktu… Acemi eğitimini tamamlayan askerler, ihtiyaca göre çeşitli cephelere dağıtıldılar... Hamza ise doğu cephesinde kalmıştı. Hamza’nın yaşı küçük azmi büyüktü, acemilik eğitimi süresince gösterdiği öğrenme azmi ve maneviyatı sebebiyle kumandanlarınca sevilen bir er olmuştu. Hamza, askerlik sanatının en önemli öğesi olan, nişancılıkta da çok iyiydi. Hamza, acemilik eğitimi sırasında, mavzer atış talimlerinde attığını vuruyor, kumandanlarının beğenisini kazanıyordu. Hamza, Ayşe ninesine verdiği söze sadakat etmek istercesine, büyük bir azimle mücadele veriyordu. Hamza Ayşe ninesinin öğrettiği namazdan da asla taviz vermiyor, en zor şartlarda dahi namazını aksatmıyordu. Vakti olduğunca Kuran okuyor, asla duayı bırakmıyordu. Hamza isminin hakkını veriyordu, Ermeni çetecilerle girilen çatışmalarda, Ermenilere kök söktürüyordu. Tüm zamanı cephede ya da nöbette geçiyor, vakit buldukça Ayşe ninesine mektup yazıyor, bazen de ninesinden mektup alıyordu. Hamza Ayşe ninesinden gelen mektupları tekrar tekrar okuyor, okuduktan sonra da, koynunda saklıyordu... Kış kapıya dayanmıştı, hava her geçen gün daha fazla soğuyordu, mevsim kara kışa dönmek üzereydi. Hamza için de, günler su gibi akıp gitmekteydi. Hamza, artık tecrübeli bir asker olmuş, çatışmalarda da birçok yararlılık göstermişti…
Hamza soğuk bir kış gecesi, koğuşunda derin bir uykuya daldı. Rüyasında hiç görmediği kadar güzel bir yer görüyordu, hayatında bu kadar güzel ve yeşilliklerle dolu bir yer görmemişti. Ne olduğunu anlamak istercesine bakınırken, az ilerisinde kendine doğru gelmekte olan, ak sakallı, yiğit cüsseli, nurani yüzlü ve heybetli bir adam gördü. Hamza, daha önce bu kadar güzel bir yüz görmemişti.
Hamza’nın yanına yaklaşan adam: “selamın aleyküm” diyerek Hamza’yı selamladı.
Hamza da: “aleyküm selam” diyerek karşılık verdi.
Adam: “benim kim olduğumu biliyor musun?”
Hamza:” hayır efendim bilmiyorum” dedi.
Adam: “ben Hamza’yım…”
Karşısında duran kişi, Hz. Hamza’ydı şehitlerin babası, Resulullah’ın amcasıydı… Küçük Hamza’nın sanki kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. Hamza ne yapacağını şaşırdı, edepten iki büklüm oldu, konuşamıyordu.
Hz. Hamza: “ey oğul, sen bizim evladımızsın artık, sana, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammet Mustafa’dan (S.A.V) selam getirdim. Yanımıza gelişin yakındır, hazırlığını yap, adın şehitler listesine yazıldı... “
Küçük Hamza olduğu yere yığıldı ve ALLAH diye haykırarak uyandı. Ter içindeydi, kalbi deli gibi çarpıyordu. Gözlerinden gözyaşları boşalıyordu, hemen kalkarak, abdest aldı ve iki rekat şükür namazı kıldı. Hamza çok mutlu olmuştu, bir müjde almıştı, içi içine sığmıyordu. Hamza bu mutlulukla, sabah namazına kadar Kur’an okudu. Sabah olunca gördüğü Rüyayı bir mektuba yazarak, Ayşe ninesine gönderdi. Hamza gelecek mektubu da heyecan içinde bekliyordu, acaba Ayşe ninesi ne yorum yapacaktı? Hamza aldığı müjde ve Ayşe ninesinden gelecek mektubun heyecanıyla, daha çok çalışıyor, görevlerini eksiksiz yerine getiriyordu. Günler bu şekilde, gelip geçiyordu. Sonunda Hamza’nın sabırsızlıkla beklediği mektup bir ay sonra gelmişti. Hamza gelen mektubu, kokladı öptü ve heyecanla açtı, mektup buram buram Nineciği kokuyordu. Hamza mektubu okumaya başladı.
Ayşe ninesi: “oğul kutlu ve mübarek olsun, senin üstünde ki tüm haklarım helal olsun, öyle bir rüya ki bu; Hz. Hamza seni evladı kabul etmiş, Resulullah sana selam ve müjde yollamış. Nasibine şehitlik düşmüş, evlat seni ALLAH için çok seviyorum, şu kocamış ninen hep seninle ve gün gelecek, senin şefaatine muhtaç olacak. Elveda; gözüm nuru, kalbimin gülü, kavuşmak mahşere kaldı ELVEDA.“
Hamza gözyaşları içinde mektubu okumayı bitirdi, hem çok üzgün hem de çok sevinçliydi. Şahadet yakındı inşallah, Vuslat’ta yakın olur deyip, ALLAH’A sücut etti...
Hamza, gördüğü Rüya’nın müjdelediği şehitliğe her geçen gün daha çok özlem duyuyordu. Bu özlem Hamza’yı düşünceli ve dalgın hale getirmişti. Son zamanlarda ki dalgınlığı kumandanlarının ve arkadaşlarının gözünden kaçmıyordu. Hamza, bu düşünceli ve dalgın halini kim sorsa, konuyu geçiştiriyordu. Gördüğü Rüya’yı bir tek Ayşe ninesine söylemişti, başka kimseye de söylemek istemiyor, bu sırın kendinde kalmasına özen gösteriyordu. Yine dalgın bir halde nöbet tutacağı mevzi ye giderken, hızla gelen bir atlının AT’ı altında kalmaktan son anda kurtuldu.
Atlı bir haberciydi. Haberci: “bre yiğidim bu ne dalgınlık, az dağa canından olacaktın.”
Hamza haberciye: “ağam bağışla, kusurumuza bakma.”
Haberci gülümsedi ve:” yiğidim bu yaşta Vatan ve Din uğruna asker olmuşsun, ALLAH seni bağışlamış biz kimiz ki. Sen de hele, Hasan İzzet Paşa’mızın Karargâhı nerededir?”
Hamza: “ağam düz git ilerde göreceksin.”
Haberci: “eyvallah yiğidim selametle kal...”
Haberci Enver Paşa’dan doğu cephesi komutanı Hasan İzzet Paşa’ya emirler getirmişti. Emirler şu şekildeydi; Anadolu’nun doğusunu kısmen elinde tutan, Rus ordusuna, ani bir baskınla darbe vurulacak ve neticesinde Rus ordusu Anadolu’dan atılacaktı. Hasan İzzet Paşa bu emri beğenmemişti ve itiraz etti. Hali hazırda ki kuvvetlerinin böyle bir taarruz için hazır olmadığını. Hava muhalefetinin de böyle bir taarruzu yapmaya engel olduğunu, bu taarruz ’un intihardan farksız olacağını söylediyse de dinletemedi. Enver Paşa ve Kurmay heyetinin, yapmayı planladıkları ani taarruzun başarıyla sonuçlanacağına inançları tamdı. Ve hiçbir itiraza da kulak asmadılar. Enver Paşa; büyük ve ani bir taarruzla, Doğu Anadolu’nun bir kısmını işgal etmiş Rus ordusunu, bozguna uğratacağına kesin emin olduğu Plan’ını, uygulamaya sokmuştu. Anadolu’nun dört bir yanında bulunan askeri birlikler, Erzurum’a kaydırılıyordu. Erzurum; yapılacak taarruz için, karargah ve üst bölgesi olarak seçildi. Anadolu insanı vatanına olan Aşk’ını bir kez daha kanıtlayarak, elinde avucunda ne varsa Ordusuna bağışlıyordu...
Hazırlıklar tüm hızıyla sürüyor, eldeki tüm imkânlar zorlanıyordu... Taarruz için yapılan hazırlıklar çerçevesinde, İstanbul’dan denize açılan, yükü; gıda, ilaç, askeri mühimmat ve kışlık askeri üniforma olan dört yük Gemisi’nin Karadeniz açıklarında, Rus donanması tarafından batırılması, taarruzu büyük tehlikeye atmıştı. Osmanlı Askeri’nin üzerinde bulunan üniforma yazlık ve inceydi, doğru düzgün postalı ( botu) olan asker de çok azdı. Bu da yetmezmiş gibi, gıda ve ilaç sıkıntısı da hat safhadaydı. Bu şartlar altında, Osmanlı askerinde eksik olmayan şeyler ise; sarsılmaz bir iman, karşılıksız ALLAH ve Vatan sevgisiydi.
” Osmanlı askeri, aldığı emri asla sorgulamaz, Peygamber ocağının gerekliliği olan şehitliğe gözünü budaktan sakınmadan yürürdü. Bu cesaretini asırlar boyunca göstermiş olan Osmanlı askeri, sonu ne olursa olsun aldığı emri yerine getirecektir”...
Osmanlı ordusu, birçok eksiğe ve imkânsızlıklara rağmen hazırlıklarını tamamlamıştı. Tüm planlar yapılmış, taarruz planları ve noktaları netleşmişti. Harekât merkezi Erzurum’da hareketlenmiş; ancak askerin taarruzdan halen daha haberi yoktu. Tüm yapılan plan ve hazırlıklar gizli tutulmuş, düşman Kuvvetleri’nin üzerlerine yapılacak taarruzdan haberdar olması engellenmeye çalışılmıştı. Ne kadar da gizlilik esas alınarak hazırlıklar yapıldıysa da, yerli Ermeniler Ruslara istihbarat taşımak konusunda ki görevlerini eksiksiz yerine getirmişlerdi. Taarruzu haber olan Rus kuvvetlerinin kumandanı, bu zor şartlar ve soğuk Havada Osmanlı Askeri’nin başarılı olabileceğine inanmıyordu. Ancak, gerekli tedbirleri almak konusunda ihtiyatlı davranarak, ordusunu teyakkuz haline geçirmişti... Taarruz vakti yaklaşırken, Erzurum kışlası, tarihinde hiç bu kadar hareketli olmamıştı. Her gün, çeşitli bölgelerden gelen askeri Alay’lar Erzurum kışlasında ikmal yaparak taarruz bölgesine intikal ediyorlardı. Sonunda, Erzurum kışlasındaki son Alay’da taarruz bölgesine ulaşmıştı. Genel taarruza; çok az bir vakit hatta saatler kalmıştı.
Osmanlı Askeri’nin mevcudu 90 bini bulmuştu. Her Alay’ın kumandanı, askerlerine, yapacakları taarruz hakkında bilgi veriyordu.
Hamza’nın da mensup olduğu üçüncü Alay’ın kumandanı Miralay Mustafa Nihat, askerlerine dönerek: Evlatlarım, kardeşlerim, ağalarım; “biliyorum ki, üzerinizde ne doğru dürüst giysiniz ne de ayağınızda sağlam çarığınız yok. Çoğunuz belki evlerinizin son erlerisiniz, hiç çekinmeden ve korkmadan ceddinize layık evlatlar olduğunuzu kanıtlarcasına asker ocağına koştunuz. Bugün, büyük bir taarruz için, burada bulunmaktayız. Bu taarruz belki bir çoğu muzuna şehitlik, bazılarınıza da gazilik müjdesi verecek. Bu mevsimde böyle bir taarruz, zor ve meşakkatli olacaktır, sizden bu zorluklara tüm inancınızla direnmenizi istiyorum. Şu arkamda gördüğünüz ALLAHU EKBER Dağ’larını aşacağız ve Allah’ın izniyle Sarıkamış’taki Rus ordusunu bozguna uğratacağız. Böyle bir Dağ’ı aşmak imkanız gibi gözükse de, içinizde ki İman ve Vatan aşkı bu zor görevi başarmamızı sağlayabilir. Ola ki başaramazsak, bir destan yazamazsak ta, mücadelemize ve imanımıza ALLAH şahittir. Ben Kumandanınız olarak sizden razıyım ve hakkımı sonuna kadar helal ediyorum. Gazamız mübarek olsun evlatlarım.”
Miralay Mustafa Nihat’ın konuşması biter bitmez tüm Alay hep bir ağızdan: “ALLAHU EKBER ALLAHU EKBER bizde senden razıyız Kumandan baba! Vatan ve Din uğruna canımız kurbandır” diyerek uzunca bir süre tekbir getirdiler. Hamza’da tekbir getiriyor ve Alay’daki askerlerin coşkusuna katılıyordu. Hamza sevinçliydi, hayalini kurduğu şehitlik belki de bu taarruzla gelecekti. Hızlı bir şekilde hazırlıklarını tamamlamaya koyulan Hamza; sevgilisine hazırlanan bir aşık gibi şendi...
Büyük taarruz için; binlerce Osmanlı askeri ALLAHU EKBER dağları eteklerinde toplanmıştı. Nihayet, tüm hazırlıklar tamamlanarak yürüyüş başlatıldı. Osmanlı askeri nizamı bozmadan düzenli bir şekilde yürüyor, çelikleşmiş bir iradeyle zafer ya da şehadet ‘ten başka bir düşünceyi, zihninde ve yüreğinde barındırmıyordu.
“ALLAHU EKBER dağları çetin ve zorlu bir dağ silsilesiydi.”
Osmanlı askerleri dağ zirvesine doğru yürüyüşlerini sürdürürken, soğuk her geçen dakika şiddeti tini artırarak, dayanılmayacak hale geliyor, buda yetmezmiş gibi kar yağışı da hızlanmıştı. Askerler yürümekte zorlanmaya başladılar, ancak geriye dönmek Osmanlı yiğitleri için zilletti. "Türk evladı imkânsız denen şeyleri, asırlarca başaran tek ulustu." Bu taarruzu da başarabirlerdi, lakin kar ve tipi, bitmek tükenmek bilmeyen bir şiddetle hızlanıyordu. Kar ve tipinin soğukla harmanlanmış ölümcül etkisi yiğitlerin canına kastetmek istercesine delice uğuldayarak gürlüyordu. Soğuk ve tipi, imkânsızı dahi imkânsız kılan bir hal almıştı. Yağız Yiğitlerde insandı ve öldürücü soğuğa dayanacak güçleri kalmamıştı. Taarruz bir felakete dönüşmek üzereydi, kışlık üniforması olmayan, ayağında ki çarığı delik deşik olan yiğitler birer ikişer karlı yamaçlara yığılıyorlardı. Dağ’ın sarp yamaçları yiğitlere beyaz ölüm oluyor, binlerce yiğit kar ve tipi altında kayboluyordu. Göz gözü görmüyor, “beyaz ecel” soğuk nefesini yiğitlerin kalbine dolduruyor ve asla acımıyordu.
Hamza da dayanılmaz soğukla mücadele ediyor bir yandan da, gücü tükenmiş bir yiğidin koltuk altına girerek onu taşımaya çalışıyordu. Soğu ha dayanabilen ve son gücünü kullanarak gücü tükenmiş kardeşlerini taşıma çalışan yiğitler dünya tarihinde hiçbir ulusa nasip olmayacak fedakârlık örneği gösteriyorlardı.
Bir süre sonra Hamza kar ve tipinin şiddetiyle taşımaya çalıştığı yiğitle birlikte yollarını kaybetmişlerdi. Dondurucu soğuk Hamza’nın iliklerine işlemeye başlamıştı, ayaklarını ve ellerini uyuşturuyordu. Hamza takatten düşmek üzereydi, dayanacak gücü kalmamıştı. Gözlerine derin bir uyku çökmek istese de, Hamza direniyor, beyaz ölümün getireceği ecele isyan edercesine tüm gücüyle soğuk ve tipiyle mücadeleyi bırakmıyordu. Hamza dönüşsüz bir çıkmaza girdiğini, menzile ulaşamadan soğuğa teslim olacağını düşündükçe kahroluyor, böyle bir ölümü zillet görüyordu. Böyle şiddetli bir soğuk; doğada ki yabani hayvanların dahi, açık havada sağ kalmalarını imkansız kılarken, Hamza direniyordu. Hamza son gücüyle bir çam ağacının altına kendisini ve taşıdığı yiğidi atabilmişti. Hamza sırtını dayadığı, Çam Ağacının altına yığılı verdi. Hemen taşıdığı yiğidi kontrol etti. Taşıdığı yiğidin canını çoktan Allaha teslim etmiş olduğunu gördü. Hamza’nın gözlerinden süzülen gözyaşları yanağından düşmeden donuyordu. Büyük fedakârlıkla taşıdığı yiğidi kurtaramamış olmak canını çok yakmıştı. Bir süre sonra Hamza dayanılmaz bir uyku isteği duymaya başlamıştı. Gözlerini açık tutmak için heybesindeki tuzu gözlerine sürüyor; ancak, tuz dahi göz kapaklarının kapanmasına mani olamıyordu. Hamza sonunda gözlerini kapadı, sessiz ölümünün uykuyla gelen soluğu, Hamza’nın damarlarında dolaştırmaya başlamıştı. Hamza donma eşiğindeydi, kendinden geçmiş bir haldeyken, derinlerden tanıdık bir ses kulaklarında ve ruhunda çınladı.
Ses: “ey oğul sen bizim evladımızsın, şehitlik vaktin daha gelmedi, Allah’ın izniyle kalk!”
Hamza sesin sahibini tanıdı, o an damarlarında donmaya başlayan kan, deli bir çağlayanın buzlarını kırıp akması gibi akmaya başladı. Kısa bir süre önce kendinden geçerek, donmaya başlayan Hamza bir dağ gibi doğrularak ayağa kalktı. Hamza, sesin sahibini tanımıştı; çünkü o ses rüyasında kendisine şehitlik müjdesi veren Hz. Hamza’nın sesiydi. Hamza gücünü toparladı, ne tipi nede kar artık kendisini etkilemiyor, soğuk düşman olmaktan çıkmıştı sanki. Hamza’nın içi el vermese de hayatını kurtarmayı başaramadığı yiğidin cansız bedenini ardında bırakarak tekrardan yürümeye başladı.
“Hamza üzgün, Hamza gamlı Hamza kahır içinde, yola birlikte çıktığı yiğit Osmanlı erleri bu şiddetli soğuğa nasıl dayanırlardı?”
Hamza bu kahreden üzüntüyle yürürken, gözüne kayalar arasında bir mağara takıldı, yönünü o mağaraya çevirerek usulca Mağara’nın içerisine girdi. Mağara, dışarısının öldürücü soğuğundan sıcaktı. Hamza, mağara içerisine sokulmuş sarmaşık dallarından kuru olanları kırarak, koynunda tuttuğu kibritini kullanıp küçük bir ateş yaktı. Hamza, üzerinde kas katı olmuş üniformasını çıkararak kuruması için ateşin yanına serdi. Hamza ısınmış, üniformasını da kurutmuştu, ancak yüreği üşüyordu. Hamza dışarıdaki yiğitlerin ahvalini merak etse de, akıbetlerini az çok tahmin edebiliyordu. Şafak sökmek üzereydi, alaca karanlık yerini, gündüze bırakıyordu.
Hamza gece boyunca gözünü hiç kırpmamıştı, gece açık havada kar, tipi ve ayazda kalmış yiğitlerin, sağ kalmış olmaları için dua etmişti. Geceki kar, tipi, soğuk ve ayaz azalmış olsa da, halen daha kar yağıyor ve soğuktu. Hamza mağaradan çıkarak yürümeye aynı zamanda da gece kaybettiği Alay’ından sağ kalmış olabilecek yiğitleri bulmak için çevresine bakınıyordu. Hamza’nın önünde dik bir yamaç vardı, gayretle o yamacı aştı ki, o an gördükleri karşısında üzüntüden dizlerinin üstüne çökerek dona kaldı. Karşısında gördüğü şey; binlerce Osmanlı yiğidiydi, ancak hiçbiri yaşamıyordu. Kardelen çiçekleri gibi, kar altına ve üstüne yayılmış bir vaziyette şehit olmuşlardı.
Hamza bu acıya nasıl dayanırdı ki? Hamza hıçkırıklara boğuldu, ağıtlar yakarak ağlıyordu. Hamza ne yapacağını bilemez bir halde, çevresine boş gözlerle bakınıyordu, belki de gözleri sağ kalmış bir yiğit var mıdır umuduyla alanı tarıyordu. Hamza güçlükle ayağa kalkarak, belki bir yaşayan bulma umuduyla, şehitlerin arasında dolaşmaya başladı. Gözleri tek bir canlı arıyor, "ancak ne mümkün", geceki soğuk yiğitlerin canına kastetmişti. Hamza şehitlerin arasında dolaştıkça, Osmanlı Yiğitlerinin ne kadar büyük bir fedakârlıkla şehit olduğuna şahit oluyordu. Hamza öyle şeyler gördü ki! Bir Türk yiğidi, can yoldaşı kardeşini ALLAHU EKBER Dağ’ını sırtlarcasına sırtlamış ve o anda donmuş, bir başka Yiğit’te kendi üzerindeki parkayı (Montu) yerde yatan kardeşinin üstüne örtmüş halde canını Allaha teslim etmiş. Diğer bir yiğit ise dimdik ayakta, gözleri açık, düşman üzerine taarruz edecekmişçesine, elinde Osmanlı sancağı ve bir elinde mavzeri, düşmana, “şehit olsak da sancağımız yere düşmez” mesajını vermiş bir halde şehit olmuş olduğunu gördü. Tüm yiğitlerin ellerinde mavzerleri, her an savaşmaya hazırlardı sanki.
Hamza’nın elinden bir şey gelmiyordu, yapacak da bir şey kalmadığını da görüyordu. Hamza, yoluna devam etmesi gerektiğini, aldığı görevi tek başına kalmış olsa da, yerine getirmek zorunda olduğunu biliyordu. Hamza tekrar Sarıkamış istikametine doğru yürümeye başladı. Her adımında bir şehidin naçiz bedeni görüyordu. Şehit düşmüş yiğitler, geride bıraktıkları bedenleriyle, Hamza’ya gitmesi gereken istikameti gösteriyorlardı sanki.
Hamza kar kaplı yoları ve tepeleri aşarak epeyce yürümüş ve yorulmuştu. Biraz dinlenmek ve su içmek için durdu, o esnada yol kenarında ki tümseğin yanında ayakta duran bir Osmanlı yiğidi gördü. Hamza çok sevinmiş ve o sevinçle çabucak, ayakta dikilen yiğidin yanına varmıştı. Hamza gözlerine inanamadı! karşısında duran yiğit, Alay Kumandanı Miralay Mustafa Nihat’tı. Ne yazık ki kumandanı da şehit olmuştu. Miralay Mustafa Nihat; ulu bir çınar gibi ayakta dimdik, düşmana nazire yaparcasına eli silahında şehitlik şerbetini içmişti.
Hamza: “vah kumandanım, kaderimde seni şehit görmekte varmış” diyerek; ağlamaktan kurumuş göz pınarlarından, bir iki damla gözyaşı yanaklarına süzüldü. Hamza kumandanına uzun uzun baktı, o kadar canlı gözüküyordu ki, gözleri güneş gibi parıldıyordu. Kumandanı heybetini kaybetmemiş, ilk kez kışlada gördüğü gibiydi. Bir cesaret abidesi gibi, hisar burçlarında ki sancak gibi, dimdik yiğitçe şehit oluş, askerlerine verdiği sözü tutmuştu. Hamza, halen daha sözünü tutamamış olmaktan mahcuptu. Hamza hiç değilse, kumandanına son görevini yapmak istercesine bir mezar kazdı. Yiğit kumandanını, kara toprağın bağrına vermeyi hiç istemese de mecburdu. Hamza kumandanını, bir kardelen çiçeğini ellerinde tutarcasına, yavaşça kabrine yerleştirdi ve defnetti. Hamza mezar başında, Yasin-i şerif okudu ve şehitlerin şefaatini istercesine gözyaşı akıttı. Hamza bir gecede üzüntüden çökmüştü. Binlerce vatan evladının ve kumandanlarının cansız bedenlerinin ortasında canlı olmak ağırına gidiyordu. Bir insan bu kadar büyük ve şiddetli acılara nasıl katlanabilir ki?
Ve nasıl bir Allah ve Vatan aşkıydı ki, binlerce yiğit gözlerini kırpmadan, şehitlik yolunda can vermişlerdi. Hamza, işte o zaman anladı ki, gerçek aşk buydu. Hamza, bu düşünceli halinden sıyrılarak, gözlerini gökyüzüne dikti ve ellerini Rabbine açıp, şehitlik makamının kendisine nasip olması için tüm kalbiyle dua etti.
Hamza duasını bitirmiş, yarım kalmış seferini tamamlamak için ayağa kalkmıştı. Hedefinde Sarıkamış vardı, tek başına dahi olsa Sarıkamış’a girecek yada bu uğurda Sarıkamış’a varamasa bile, Rus’a kurşun atmadan şehit olmayacaktı. Ve nihayet Hamza’nın şehitlik yolculuğu başladı, Hamza kar üstünde; boz bir "KURT" gibi asilce yürüyor, tüm benliğinde duyduğu şehitlik arzusuna ulaşmak için heyecan ve umutla adımlarını hızlandırıyordu. Hamza 1 saat kadar yürüdükten sonra, ağaçlık dik bir yamacın önünde durdu. Yönünü tayin etmek için önündeki yamaca bir çırpıda tırmandı. Hamza yamaç tepesinden çevreyi kolaçan ederken, doğu istikametinde, 500 metre mesafede, 100-110 kişilik bir gurup insanın, bulunduğu istikamete doğru geldiğini gördü. Hamza bu gelenlerin hayatta kalmış Osmanlı yiğitleri olmasını umut etti. Ancak bu gelenler Rus keşif gücüne bağlı askerlerde olabilirdi. Hamza her ihtimale karşı siper alıp beklemeye başladı. Gelen gurup nizami yürüyordu, asker oldukları belliydi ama hangi tarafın askerleriydi Hamza bunu kestiremiyordu. Hamza karşısından gelen gurup yaklaştıkça, gelenlerin Rus askeri olduğunu anladı. Hamza hiç tereddüt etmedi, kaçmayacak ve çekilmeyecek asla teslim olmayacaktı.
"Hamza saklanırsa kurtulurdu; ancak binlerce Vatan evladı şehit olmuşken Hamza’ya yaşamak haramdı."
Hamza’nın yeterince cephanesi yoktu ama keskin nişancıydı, şehit olmadan Ruslara epeyce zayiat verdirebilirdi. Hamza’nın bakışları Ala Doğan gibi keskinleşti, besmele çekerek mavzerini ateşledi. Hamza arka arkaya 5 atış yaptı her atışında bir beden cansız kar üstüne yığıldı. Rus’lar neye uğradığını şaşırmıştı, siper almaya fırsat bulamadan 5 askerleri ölmüştü. Ruslar da ilk şoku atlatır atlatmaz ateş etmeye başlamışlardı. Hamza sürekli yer değiştiriyor, farklı yönlerden ateş ediyordu. Hamza hiç ıskalamıyor, Ruslar siper alsa dahi Hamza’nın kurşunu ufak bir hatayı affetmiyordu. Hamza soğuk havaya ve ’beyaz ölüm’ kara aldırmadan sarsılmaz bir iman ile çarpışıyordu. Karşısında ki Rus askerleri, soğuk havada savaşabilecek donanıma sahiptiler, Hamza’dan da sayıları ise çok daha fazlaydı. Ancak, hiçbiri Hamza’nın imanına ve azmine sahip değildi. Rus’lar perişandı karşılarında bir bölük Osmanlı askeri var sanıyorlardı. Rus askerlerinden hangisi başını kaldırsa indirmeye fırsat bulamadan vuruluyordu. Hamza attığını vuruyor, bunu gören Rus Askerinin kalbinde büyük bir korku hâkim oluyordu. Rus askerlerinin Kumandanı düşünceliydi. Bu nasıl olmuştu, akşam ki soğuk havadan nasıl olurda, bir kısım Osmanlı askeri sağ kurulabilirdi. Hâlbuki kendilerine iletilen istihbarat raporlarında; ALLAHU EKBER Dağ’larına tırmanan tüm Osmanlı askeri ya donarak ölmüş yâda savaşacak halde deniyordu. Eğer ki istihbarat raporu doğruysa, bunlar kimdi...
Rus Kumandan bir karar vermeliydi böyle giderse tüm askerleri bu karlı dağ da ölecekti. Ancak, bir bölük Osmanlı askeri sandıkları ’Hamza’ çok sert vuruşuyor, başlarını dahi çıkartamıyorlardı. Çatışma başladığından bu yana 25 Rus Asker’i ölmüştü. Rus Komutan askerlerinden 5’ini ateş altına alındıkları tepenin gerisine sızmaları ve bilgi toplamaları için görevlendirdi. Görevlendirilen askerler, uzun bir mesafeyi sürünerek, ateş altına alındıkları ağaçlık tepenin arkasına sızabilmişlerdi...
Hamza ise son anda arkasına sızan Rus askerlerini fark etti. Rus askerleri de Hamza’yı gördüler, Rus Askeri’nin gördüğü son şey de Hamza oldu. Hamza, Rus askerlerinden hızlı davranarak Mavzerine sarılmış, çevik hareketlerle Rus askerine aman vermemişti. Rus askerlerden 4’ü cansız beyaz Kar üstüne yığılmıştı. Bir tanesi hariç, ;çünkü Hamza’nın kurşunu bitmişti. Hamza ve Rus asker göz göze geldi, Hamza yavaş ve emin bir hareketle dede yadigarı Kafkas kamasını kınından çıkardı...
Rus asker Hamza’ya hayran kalmıştı, iki saatte kendilerine 29 asker zayiat verdiren bu çocuktu. Rus asker mavzerini yere attı "böyle bir yiğitle anca erkek gibi dövüşülür dercesine" kılıcını kınından sıyırdı. İkisi de amansız bir çarpışmaya hazırdı artık. Hamza bir Kurt gibi düşmanına hücum etti, artık sadece kılıç ve kamanın şakırtısı duyuluyordu. Hamza ile Rus Asker’i kıyasıya vuruşuyordu. Hamza hızlı bir hareket ile Rus Asker’inin kılıcını elleriyle kavradı. Rus askeri kılıcını ne kadar kurtarmak istediyse de başarılı olamadı. Hamza’nın elleri kanıyordu, ancak yine de kılıcı bırakmıyordu. Hamza düşmanının gözlerinin içine baktı ve tek elini kılıçtan ayırark kamasını Rus Askeri’nin bacağına sapladı. Rus askeri acı ile yere yığıldı, Hamza düşmanının hayatını bağışlamıştı...
Hamza yaraladığı Rus askerinin yere attığı mavzeri almak için eğilecekti ki, bir el mavzer sesi duydu ve bir an sendeledi, az sonra da sırtında küçük bir sızı hissetti. Hamza’nın cehresinde tebessüm belirdi, anlamıştı; kör bir kurşun şehitliğini müjdeliyordu. Hamza’nın sırtından ve göğsünden kan akmaya başladı. Hamza’nın ayakları, yorgun bedenini taşıyamıyordu artık. Hamza dizleri üstüne çöktü ve gözlerini gökyüzüne dikti. Sanki gözleri gökyüzünde bir şeyler arıyordu, kim bilir hangi âlemleri seyre dalmıştı. Hamza şehadet parmağını gökyüzüne kaldırdı ve kelimeyi şehadet getirerek son nefesini verdi...
...Rus Kumandan, 4 el silah sesi duydu; ancak kendilerine açılmış bir ateş değildi bu. Eğer ki bu ateş, kendi üzerlerine açılmış olsaydı, kesinlikle 4 Askeri’ni daha kaybetmiş olacağını biliyordu. Çatışma başladığından bu yana, karşılarından açılan her ateşte bir askerini kaybetmişti... Rus Kumandan, üzerlerine ölüm yağdıran mavzerlerin, neden susmuş olabileceğini anlamaya çalışıyordu. Keşif için gönderdiği askerleri de geriye dönmemişlerdi. Bu sessizlik, Osmanlı Askeri’nin uyguladığı bir taktik miydi? bundan bir türlü emin olamıyordu. Ancak, oldukları yerde kalırlarsa, kuş gibi avlanmaya devam edeceklerini de biliyordu. Rus Kumandan, yapacağı en doğru şeyin, taarruz olduğu kanaatine vardı. Emrindeki tüm askerlere, genel taarruz için hazırlık yapmalarını emretti. Rus kumandan nihayet, hazırlıklarını tamamlayan askerlerine taarruz emrini verdi. Rus Kumandan ve askerleri aynı anda taarruza başladılar; ancak üzerlerine tek bir el dahi ateş edilmiyordu. Bu şaşkınlıkla ve korkuyla ilerlemeye devam ediyorlardı... Sonunda, üzerlerine 2 saat ölüm kusan ağaçlık tepeye ulaşabilmişlerdi. Fakat ne taarruzları sırasında ne de bulundukları tepeye ulaştıklarında, en ufak bir direnmeyle karşılaşmamışlardı. Etrafta da bir tek Osmanlı askeri yoktu, Rus Kumandan buna bir anlam veremiyordu, yoksa hayaletlerle mi savaştım diye düşünmekten de kendini alamadı... Rus Komutan ve askerleri çevreyi kolaçan ediyorlardı ki; 50 metre ilerlerinde cereyan eden hadiseyi gördüler. Hiçbiri gözlerine inanamadı, şaşkınlıktan dona kaldılar. Keşif için gönderilen Rus Asker’inden 4’dü, kar üstünde cansız yatıyor, kalan son asker de 15-16 yaşlarında çocuk sayılabilecek bir gençle amansız bir mücadeleye girişmiş halde birbirleriyle kılıç ve kama ile dövüşüyorlardı. Rus Kumandan kendi kendine yoksa dedi… O anın sessizliği, tek bir el ateşlenen mavzer sesi bozdu. Ateş eden Rus askerlerinden biriydi. Rus Kumandan kendisinden ruhsat almadan ateş eden asker ‘inin yanına hızlı adımlarla giderek, asker ‘inin yüzüne sert bir tokat indirdi. Rus kumandan ateş eden askerine: Vatanı için bunca cefa ve fedakârlığa katlanan, böyle bir yiğide elinde silah yokken mermi sıkılır mı diyerek haykırdı. Ancak iş işten geçmişti, o yiğit vurulmuş ve vurulduktan kısa bir süre sonra ölmüştü. Rus Kumandan derhal o yiğidin Hamza’nın cesedinin yanına getirilmesini emretti. Rus askerler, kumandanlarının emrini çabucak yerine getirerek Hamza’nın cansız bedenini Kumandanlarının yanına getirdiler. Rus Kumandan Hamza’nın yüzüne uzun uzun baktı. Hamza’nın yüzünde ince bir tebessüm gördü, sanki yaşıyordu. Rus kumandan, bir çok ülkede savaşmış, tecrübeli bir askerdi; ancak şimdiye kadar böyle cesurca ve azimle savaşan bir yiğit görmemişti. Rus Kumandan askerlerine dönerek: "Bu yiğit şan ve şerefine layık bir şekilde bu Dağ’ın en yüksek zirvesine defnedilecektir, " Rus kumandanın emrini duyan askerleri, “ Sözünde sadakat gösteren dağ yürekli “ Hamza’nın cansız bedenini ellerinde ve omuzlarında ALLAHU EKBER Dağ’ının en yüksek zirvesine taşıdılar ve defnettiler...
Türk evladı Hamza; azmi, vatan sevgisi, onuru ve şerefiyle, düşmanlarının dahi taktirini ve saygısını kazanmıştı. Hamza; ALLAHU EKBER Dağlarında, canlarını hiç çekinmeden ve en ufak bir tereddüt göstermeden veren, 90 bin şehidin kanı olup aktı. Hamza verdiği sözü tuttu, özlemle yanıp tutuştuğu şehitlikte vuslat buldu. ALLAHU EKBER Dağ’larında bugün açan Kardelen çiçekleri, vatan ve din uğruna şehit olmuş, 90 bin yiğit Türk evladının Ruhundan filizlenir...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.