- 1656 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
İki Adam
Babam için...
Neden hayatımızın bazı anları hafızamızdan asla silinmez?
Vicdan azabı...
Bu sorunun bendeki cevabı vicdan azabından başka bir şey değil...
Çocukluk yıllarımın sonlarına doğru tanımıştım onu. Benim yaramazlığımın ve şımarıklığımın aksine, sakin ve efendi bir çocuktu Ahmet. Belki de sırf bu yüzden ilk başlarda pek hoşlanmadım ondan. Ben ne kadar haylaz bir çocuksam, o da efendiliğinden hiç taviz vermeyen her zaman ölçülü bir çocuktu. Yaşıtlarının aksine, bu dünyanın öteki yüzünü sanki taa o zaman görmüştü de, ondandı o bilge ve durgun deniz halleri. Kendimi denizlerde kıyıları döven hırçın dalgalara, onu ise güneşli günlerde parıl parıl parıldayan sığ denizlerin güven verici tuzlu sularına benzetirdim hep. Onda insana güven veren, huzur veren bir şeyler vardı. Kendimi hep eksik ve kötü hissettiren bir duyguyu anımsatıyordu bana. Kibirden ve böbürlenmeden öylesine uzaktı ki, mahalledeki arkadaşlara ne kadar ayak uydurmaya çalışsa da kendisini hemen fark ettiren o efsunlu hallerini görmemek olanaksızdı. Belki de bu sahip olduğu sağlam kişiliğinden ötürü herkesin içten içe kıskançlığı ve çekememezliğine maruz kalmıştı. Ben hariç...
Onunla iki zıt karakter olmamız birbirimizi dengelemeyi sağlıyordu. Benim asiliğimi onun uysallığı frenliyor, onun yumuşak başlılığını benim öfkeli hallerim diğer insanların Ahmet’in zaaflarından faydalanıp onu ezme çabalarından koruyordu. Birbirini tamamlayan gece ve gündüz gibi, siyah ve beyaz gibi kendi bütünümüzü oluşturmuştuk.
Ondaki bu tılsımı fark ettikten sonra diğer arkadaşlar artık bana bir tat vermemeye başladı. Giderek ona daha çok yakınlaştığımı hissediyordum. Sağlam ve emin adımlarla kurduğumuz iletişim hergün çoğalarak büyümeye devam ediyordu. Öyle bir zamana gelmiştik ki, arkadaş olduğumuz guruptaki diğer çocukların haklı kıskançlığını ve düşmanlığını kazanmıştık. Ama bu durum ne Ahmet’in, ne de benim umurumuzda değildi. Ahmet bu dünyadaki diğer yarımdı. Ahmet için de durum farklı değildi. Her günümüzü birlikte geçiriyor, yediğimizi içtiğimizi bölüşüyor, birbirimizi görmezsek özlüyorduk. Sanki birlikte nefes alıp veriyor, kalplerimiz birlikte atıyordu...
O uğursuz gün gelene kadar günler, aylar birbirini böyle kovaladı... Çocukluktan çıkıp gençliğe adım atmış ve yılların verdiği katmerlenmiş dostluk tohumlarımızla birbirimize olan sadakatimize devam etmiştik. Gençlik yıllarımız da aynı bağlılıkla devam etti. O, bu dünyada beni en iyi anlayan, her ne olursa olsun yanımda olan, bana koşulsuz güvenen yegâne insandı..
O ’uğursuz’ gün babamın tüfeğini alıp bizim bağın yamacındaki tepeye ava gitmek için sözleşmiştik. Ahmet öğle yemeğinin hazır olduğunu söyleyip beni içeriye davet etmişti. Ben de geç kahvaltı yaptığım için davetini geri çevirerek onu kapılarının önünde beklediğimi söylemiştim. Ahmet’i beklemeye koyulduğum sırada Salih’i gördüm. Yanıma geldi ’hayırdır’ dedi. Ben de Ahmet’le ava gideceğimizi anlattım. Salih dalgacı bir çocuktu. Aslında ne Ahmet’ten, ne de benden pek haz almazdı. Boş boğazlık etmek için lafa tutuyor, her zamanki fütursuzluğuyla saçma sapan bir muhabbetin içine sürüklüyordu beni. Elimdeki tüfek ilgisini çekti. Her erkek çocuğu gibi silahlara, mermilere, tüfeklere meraklıydı. Bakmak istedi, geri çeviremedim. İstemeye istemeye uzattım tüfeği. Tüfeğin içi saçma doluydu. Onun dengesiz olduğunu nasıl da unutmuş, nasıl da güvenebilmiş ve ellerine teslim edebilmiştim hala bilmiyorum.
Salih tüfeği kurcalarken Ahmet kapıda göründü, ayakkabılarını giydi ve tam yanımıza geliyordu ki, Salih tüfeği Ahmet’e doğrulttu. Yıllar sonra dahi unutamayacağım o iğrenç ve yapışkan kahkahası eşliğinde; ’Kaldır ellerini Ahmet seni vuracağım!’ diyerek aklınca şaka yapıyor, Ahmet ve ben ne yapmaya çalıştığını anlamaz halde şaşkınlıkla onu izliyorduk. Her şey bir anda oldu, Ahmet ellerini havaya kaldırdı, tüfekle arasında yaklaşık üç metre vardı. Nasıl oldu, nasıl bitti, o kulakları sağır eden sesle tüfeğin ateş alması, Ahmet’in yüzüne götürdüğü elleri, parmaklarının arasından akan kanlar, yere düşüsü, ’ahh’ sesi, baka kalışım, Ahmet’in yemek davetini geri çevirip evlerine girmeyişim, Salih’i görmeseydim hiç! diye iç geçirişim, hepsi o an oldu, hepsi film şeridi gibi gözümün önünden süzülüyordu sanki. Neden, neden, ama, keşke... Sonrasını hatırlamıyorum...
Ahmet’in iki gözünü de kaybettiğini ve yüzünde bir dolu saçma izi kaldığını duydum annemlerden. Günlerce evden çıkmadım. Kendimi birinci derece suçlu hissediyordum. Kimseyle konuşmadım. Ahmet’e gitmedim. Onu görüp de yerin dibine geçmekten korktum belki... Yüzüne bakmaya ne gücüm, ne de yüzüm vardı. Aradan günler geçti, Salih’in varlıklı ailesi, Ahmet’in mütevazı ailesine sus payı olarak, geçmiş zaman parasıyla bir ev parası bağışladı! Şikayetçi olmasınlar diye yapmadıkları bayağılık kalmadı. Giden geri gelir miydi? Para Ahmet’in o canım gözlerini geri getirir miydi...
Ahmet’in ailesi asil insanlardı, tıpkı yetiştirdikleri evlatları gibi... Şikayetçi olmadılar, ne baş suçlu olarak benden, ne de ellerine arkadaşımın gözlerini ondan alan tüfeği verdiğim Salih’den. Ama yapamadılar, kalamadılar, yaşayamadılar daha fazla orada. Bir müddet sonra tası tarağı toplayıp taşınıp gittiler. İyi ki de gittiler, diye düşündüm o zamanlar. Beni artık göremeyecek olan Ahmet’imi her gördüğümde nasıl yaşayacağımı hiç kestiremiyordum. İyi ki gittiler dedim, vicdan azabımı yumuşatmak için. Vicdanımı huzura ulaştırmak için... Ne aptal, ne bencilmişim... Yakamı ömrüm boyunca bırakmayacak bu azaptan hiçbir zaman kurtulamayacağımı nerden bilecektim...
Aradan yıllar geçti, ne bir ses ne bir soluk... Hiçbir şey yoktu Ahmet’ten. Geriye kalan tozlanmış anılardan ve onun hayatım boyunca bir daha eşi benzerine rastlayamayacağım güzelim yüreğinden başka bir şey kalmamıştı hafızamda. Onu düşünmediğim tek bir gün olduysa Allah şuan alsın canımı. Ah Ahmet, ah benim güzel kardeşim...
Bugün tamı tamına altmışüç yaşındayım. O uğursuz günün üzerinden kırk seneden fazla geçmiş. Hayatın akışına kapılıp giden herkes gibi çok şey gördüm, çok şey yaşadım. En çok da Ahmet’i düşündüm. Söndürdüğümüz hayatını, ellerinden aldığımız hayallerini, mavi gökyüzünü, kırmızı gülleri, bir bebeğin gülümsemesini, alımlı bir kadının ona bakan gözlerini hiç göremeyecek gözlerini ve ondan söküp aldığımız her şeyi...
İki ay evvel çalan bir telefonla sarsıldım. İlk önce anlamaya çalıştım. Gerçek olamaz dedim. Benim için yüzleşme, onun için kadim bir dostla hemhal olmak için açılan o telefonun bir ucunda öylece dona kaldım. Arayan Ahmet’ti. Ne diyeceğimi bilemez halde dolan gözlerimle, titreyen sesimle zar zor konuşmaya çalıştım. Telefonun diğer ucundaki işte benim Ahmet’imdi. Geçenlerde abimle karşılaşmışlar, numaramı ondan aldığını ve bana öyle ulaşabildiğini söyledi. Sesi öyle yürekten geliyordu ki... Konuşmayı fazla uzatmadan, en yakın zamanda beni görmek istediğini söyledi. Evimize davet ettim. Ertesi gün görüşmek üzere sözleştik...
Otobüsten inince aradı, evin adresini verdim ve on dakika sonra kapı çaldı. Heyecanla kapıya koştuk. Eşim durumu bildiğinden, en az benim kadar o da, sabırsızlıkla bu muhteşem buluşmayı bekliyordu. Kapıyı açtım, karşımda kolunda eşi ile birlikte Ahmet öylece duruyordu. Öyle bir atıldım ki kollarına. ’Kardeşimm’ dedi. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladık. O duygu yüklü an ne kadar sürdü bilmiyorum. Omuzlarında dakikalarca ağladım. Eşlerimiz de yarı tebessüm, yarı dolmuş gözlerle bizi izliyorlardı. Sonra kendimizi toparlayıp salona geçtik. Önce yıllardır bilmediğimiz hayatlarımızı anlattık birbirimize. O anlattıkça ben utandım. O anlattıkça gurur duydum kardeşimle. İşte benim kardeşim dedim. Allah bir yanından aldığını sanki öteki yanına vermiş kardeşimin. Zehir gibi bir akıl, kuvvetli hafızama rağmen benim bile hatırlayamadığım ne çok anı kalmış zihninde...
Ahmet mahalleden ayrıldıktan sonra, sanılanın aksine hayallerinden hiç vazgeçmeden hayatına kaldığı yerden devam etmiş. Okumuş, üniversite bitirmiş, avukat olmuş. Evlenmiş, iki tane oğlu olmuş. Aslanlar gibi aslanlar yetiştirmiş, birini doktor, diğerini mühendis yapmış. Ah benim güzel kardeşim, ah benim azimli dostum...
Sohbetin devamında geçmişten açıldı söz. Utana sıkıla yerin diplerinden yer beğendiğimi gören Ahmet, kalkıp bir de teselli etti beni. Olanların kader olduğunu, başına geleceği değiştirmeye gücümüzün yetmeyeceğini, gözlerini kaybetmesinden asla kimseyi sorumlu tutmadığını anlattı. Allah’ım dedim, nasıl koca gönüllü bir insan... Asıl kendimi ondan mahrum bıraktığım için üzüldüğünü dile getirdi. Vicdan azabından yüzüne bakmaya cesaret bulamadığımı söyledim. ’Olur mu hiç’ dedi, ’sen benim kardeşimsin’ Saatlerce konuştuğumuz her cümlede ağladım. Bana güç verip teselli etti. ’Sen hala benim en kıymetli dostumsun, seni hiçbir gün unutmadım’dedi...
Birkaç hafta sonra onlar bizi evlerinde misafir ettiler. Yıllar sonra kaldığımız yerden, kaybettiğimiz zamana inat görüşmeye başladık... Ahmet ne derse desin, kendimi bir türlü affedemedim. Bu azabın hiç bitmeyeceğini, benimle mezara gideceğini, bir insanın hayatına mal olan hatamı Ahmet’in gözlerine her baktığımda yeniden yaşayacağımı hiç unutmayarak, onu bana yenide bahşeden Rabbime şükürler olsun....
fulya/haziran2012
*Yaşanmış bir hikayedir...
YORUMLAR
Çok güzeldi Fulya...
Karanlığa güzel demek zor bilirim. Ama güzel. Güzel olan iki adamın birbirini ne çok sevmeleri. Eminim birinin imkanı olsa gözlerini verecek kadar, diğerinin ise, gözlerini önemsemeyecek kadar.
ve Babanın üzgün yıllarını hissettim, hissettirdin.
İkisine de bundan sonra mutlu olmalarını dilerim.
Sevgilerimle.
Ateşli silahlar malesef bilinçsiz ellerde sıradanlaşabiliyor.Asıl tehlike zaten o noktada başlıyor.Taşıma ruhsatı sahibi olan insanlar arasında en takdir ettiklerim, silahlarına evlerinde belki en erişilmez köşelerde yer oluşturanlardır.Şeytan doldurur denilir ya.Şeytan bu.Yapar ve gider..Olan yaşayana olur.
Güzel paylaşımdı.Dostlukların devam etmesi olayın en iyi yönüydü.Emeğinize saglık.Saygılarımla.