- 2581 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
POSEİDON'UN GÜLÜŞÜ
POSEIDONUN GÜLÜŞÜ
Beyrut Limanı 1920
Marie Shamaoun Bernard yüzüne düşürdüğü tüllü şapkasının gölgesinde yaprak yeşili gözlerini üzüntüyle kırpıştırdı. Koyu kahve saçlarını zarifçe toplamış ve en iyi arkadaşı Esther’in hediyesi incili tarak ile tutturmuştu. Lacivert yolculuk giysisi ile tezat oluşturacak kadar beyazdı yüzü genç kadının…akıcı Arapçası ile titrek bir sesle ailesinin geri kalanına, aslında tümüne veda etmeye çalışıyordu…3 ay önce Mayısın o inanılmaz güzel ve aydınlık günlerinde uzun süredir nişanlı olduğu genç Fransız subayı Paul Bernard ile evlenmişti ve şimdi artık evli bir kadın olarak yaşayacağı Brüksel’e doğru yola çıkıyor olmanın hüznü içindeydi. Paul Bernard Brüksel’de yeni düzenlenen evde genç karısını bekliyordu kollarına almak için ama içinde ülkesine karşı güçlü duygular besleyen Marie Shamaoun henüz Marie Bernard olmaya hazır mıydı acaba ?...
Limanda üzüntülü bir genç kadın daha vardı Esther İsraeli…Marie ile Fransız mektebinde okumaya başladıkları ilk günden dost olmuşlardı, dinleri, yolları ayrı da olsa…Beyrut’un yumuşak ve renkli ikliminde dostluklarına bir yer bulmaları hiç de zor değildi aslında... Ta ki her şeyin karışıp alt üst olduğu o günlere kadar…
Esther Marie ye uzaktan cılız bir selam göndermeye çalışırken genç Osmanlı aydını Necip Rıza herkesten önce gemiye atlamış, küpeşteye dayanarak yeni sardığı sigarasını tellendiriyordu…Beyrut ebedi şehir, nasıl da kayıp gidiverdi Osmanlı’nın kucağından diye düşünerek içini çekti…Bir yanda İstanbul’da onu bekleyen gencecik karısı Müjgan, öte yanda kalbini kaptırıverdiği Dürzi kızı Leyla…Yanmışsın oğlum sen diye söylendi sigaradan bir soluk daha çekip…Aniden Leyla’nın isyankar ağabeyi Cemal geldi aklına ürperdi…Nereye gidiyoruz diye sordu Beyrutu saran akşam alacasına karşı…Bir yumruk vurmak istedi küpeştenin demirlerine…Bir yumruk da belki kendine…
Necip Rıza’nın kendiyle cebelleştiği dakikalarda güvertede sakince gazetesini okuyan genç adam Yunanlı milliyetçi öğretmen Eleutherios Kipriadis ise Marunileri de, Dürzileri de sevmediğini düşünüyordu…Ortodoks kilisesinin gücü olmadan hiçbir yer huzur bulamazdı…”Elimden geleni yaptım” diye düşündü…”Artık vatanıma Hellas anaya gitmek ve mücadeleme orada devam etmek istiyorum.”Gazetesini kaldırıp geri kalan dünya ile bağlantısını kesiverdi yeniden.
Fransız gemisi Poseidon yolcularını beklerken kaptan piposuna tütün basmakla meşguldü…Az sonra diye söylendi kendi kendine…
…………………………………………………………………
3 Ay önce Marie’nin Düğünü
-Marie bak duvağın geldi hem de Fransa’dan…Dantelası muhteşem bu Paul ne ince bir adam çok şanslısın doğrusu.
Beyrut’un en seçkin evlerinden biriydi Shamaoun ailesinin evi ve bu sabah inanılmaz bir karmaşa içindeydi. Danteller, tüller, çiçekler, sağa sola atılmış kumaşlar, elbiseler, yelpazeler, kutulardan sarkan inciler, şişelerde parlayan egzotik parfümlerle dolu odalar, salonlar…Koşuşturan genç kızlar, saten elbiselerinde hareket güçlüğü yaşayan dolgun vücutlu kadınlar, terziler, kuaförler ve sürekli azarlanan hizmetçiler…Bütün bunların dışında pencerenin kenarında sessizce oturan genç bir kız…Marie Shamaoun…Beyazdan beyaz yüzünde iyice belirginleşen yaprak yeşili gözleriyle avludaki koşuşturmayı izliyor. Elinde buruşturmakta olduğu fildişi ipek bir mendil…
-Haydi artık gelinliğini giyinmelisin Marie !...Paul’u kilisede bekletmek istemezsin değil mi ?
-Umurumda değil anne !...Bu evlilik benim değil sizin isteğinizle yapılıyor…Sevmediğim, doğru dürüst tanımadığım bir adamla apar topar evlendiriliyorum hem de ne uğruna ?...
-Ne uğruna olduğunu sende bizden daha iyi bilirsin Marie !...Bunu sen istedin ve şu durumda Paul gibi bir koca bulabildiğin için haline şükretmelisin. Bereket var ki baban önemli mevkilerde görev almış asil bir insan…Onun sayesinde adımızı ayağa düşürmekten kurtardık…Yoksa milletin dilinden kurtulamazdık…Aman tanrım !...Shamaoun ailesinin büyük kızları…Söylemeye dilim varmıyor.Kalk ve giyin Marie…Hem de hemen!...Bu düğün sana rağmen olacak!...
Penceredeki dantel örtü ılık Mayıs rüzgarının etkisiyle hafifçe dalgalanırken bahçedeki çiçek tarhının içinde bir gölgeyi fark etti Marie. Koyu renk giysileriyle bir ağacı kendine siper etmiş öylece bakıyordu en can arkadaşı Esther İsraeli…
Marie sessizce kayıverdi merdivenlerden ve bahçeye kaydı…Yüksek çitlerin arkasında Estheri bulup sıkıca sarıldı…
-Ah Esther mecburum buna biliyorsun kardeşim…
-Marie bunu sana Yosef gönderdi. Buruşuk bir kağıt parçası Esther’in elinden Marie’nin eline akıverdi ve içinden tek bir inci tanesi düştü…
Yosef İsraeli Esther’in ağabeyi, yıllardır Marie’nin aşık olduğu tek erkek…Beyrut’u Marie’nin düğün gününde terk etmiş ve vaat edilmiş topraklara gitmişti…
-Bir gün bu inci tanesi sana geri dönerse Marie bil ki ben çok uzaklardayım…
Sıkılmış avucunda tek bir inci tanesi ile evlendi Marie…
6 Ay önce Beyrut’da Bir kahvehane…
Necip Rıza sıkıntılıydı… Nargilesi kaç köz, kahvesi kaç fincan olmuştu hatırlamıyordu…Elinde akik tespihi, önünde hiç okunmamış gazetesi ile bir yandan iç çekiyor, bir yandan da köstekli saatine bakıp duruyordu.
Yedi yıldır Beyrut’da gazetecilik yapıyordu. Hevesli, genç bir aydın olarak kente gelmiş, hatta ailesini de getirmişti. Doğma büyüme İstanbullu olan Müjgan bu yarı Arap, yarı Fransız, yarı Osmanlı şehrinden hiç hazzetmemişse de kocasının isteği bu olduğu için sesini çıkarmamıştı…Bir çok iyi yetişmiş Osmanlı kadını gibi Müjgan’da Fransızca bilirdi…Haliyle birkaç Fransız arkadaşı bile olmuştu…Seçkin Maruni ve az sayıda Dürzi aile ile görüşürler, kendilerince komşuluk, ahbaplık ilişkileri kurmaya çalışırlardı. 4 yıllık evliliklerine rağmen çocuklarının olmayışı hayatlarındaki tek acı veren nokta idi…Bir Fransız doktora gitmişler, artık bir Osmanlı kadını ne kadar görünebilirse doktora o kadar görünmüş, “Çocuğunuz olabilir Madam Necip” sözüne rağmen maalesef bir kez olsun hamilelik belirtisi dahi göstermemişti. Necip Rıza karısını severdi…İçindeki erkek evlat isteğini bastırmanın yolunu kendini işine vermekte bulmuştu…Hali vakti yerinde bir paşa torunuydu, hani çalışmasa da olurdu ama o tek geçim yolu gazetecilikmiş gibi işine sarılmıştı…Sadece Osmanlı gazetelerine değil, Fransız, İngiliz gazetelerine de haber geçer olmuştu…Mösyö Necip kısa sürede Beyrut’da iyi tanınan ve sevilen bir şahsiyet haline gelmişti.
-Selamun Aleykum Necip!...
-Ve aleykum selam Halid buyur otur kardaşım…
Nargileden boğazı yanan Necip Rıza naneli çayını yudumlarken Halid yeni köz aldığı nargilesini zevkle fokurdatıyor, ama arkadaşı Necip’e de endişeyle bakıyordu.
-Buralardan gitmen en doğrusu Necip…Sen de biliyorsun ki Beyrut iyice karıştı, senin ahvalinde Beyrut’dan daha iyi sayılmaz. Bana sorarsan evine, hanımına dön…Senin memlekette de işler bir iyi bir kötü…Kemalin askerleri iyi işler yapıyorlar diye duydum.
-Allahın inayeti, Paşamızın gücü ile atacağız bu belaları başımızdan Halid…Türkün bileği kolay bükülmez…Tam bitti , düştü dersin canlanır yeniden…Amma dersin ki gideyim nasıl gideyim ya Leyla ?...Ya oğlum Enverim ?...Buna yürek nasıl dayansın.
-Necip kardaş bilirsin ki Leyla’yı bir daha görebilme şansın yoktur…Dürziler Sünniye kız vermezler. Şimdi o Cebel-i Lübnan’da ulaşmayacağın bir yerlerdedir. Enver için uğraşalım bakalım belki bir umut olur…
Bir Yıl Önce Shamaoun Ailesinin Evindeki Davet…
-Peki şimdi ne olacak ?...Osmanlı gitsin diyorduk gitti…Fransız sömürgesi olarak mı kalacağız ?
-George Shamaoun evindeki rutin davetlerden birinde kentin önde gelen isimleriyle bir kenarda oturmuş durum değerlendirmesi yapıyordu. Yanında Beyrut St. Joseph üniversitesinde hukuk ve tarih eğitimi gören oğlu Viktor , sohbet grubunun içinde Yunanlı idealist öğretmen Eleutherios Kipriadis ve çeşitli Maruni ailelerden milliyetçi vatansever isimler vardı.
-Tabii ki diye söze girişti Viktor, Biz Maruniler Fenikelilerin soyundan gelmekte olup Lübnan’ın gerçek sahipleriyiz. Asırlardır bu topraklar bizim, atalarımız burada ticaret yapıp güçlenmişler, alfabeyi icat etmiş ve bugünkü Batı medeniyetinin temellerini atmışlar. Lübnan bağımsız Katolik Hıristiyan bir devlet olmalı, Maruniler bunu yeterince hak ediyorlar.
-Fakat unutuyorsunuz ki burada sadece Katolikler değil yoğun şekilde Ortodokslar hatta Yunanlılar da yaşıyor. Bizi dışlamanıza şaşırdım Viktor…Öğretmen Kipriadis yüzü heyecandan kızarmış, avuçları iyice sıkılmış halde öne doğru bir hamle yapmıştı.
-Sizi hiçe sayan yok Kipriadis !...Ancak anlayın ki bu toprakların gerçek efendisi Fenikelilerin soyundan gelen bizleriz…Sizin vatanınızın Hellas olduğu gibi…George Shamaoun bu tartışmayı gereksiz görüyormuşçasına sakindi.
-Ben de Beyrutluyum diyerek ayağa fırladı Kipriadis…Atalarımın mezarları burada…Sahiplik aranıyorsa ya da eskilik hiçbir farkımız yok !...
Kipriadis daha fazla bu saçmalığa katlanamayacağını düşünerek hızla kapıya doğru yürüyüp bahçeye yöneldi. Bir an önce bu ihanet evinden uzaklaşıp patrik efendinin evine giderek duyduğu vahim şeyleri aktarmak istiyordu ki aniden biriyle çarpıştı… Bahçenin karanlığına sığınmış Yosef Israeli ne zamandır Marie’yi bekliyordu. Bir aralık yaratıp da bahçeye kaçabilir mi acaba diye…
Marie aklı ve ruhu bahçedeki aşkında, yüzüne yapmacık bir gülümseme oturtmuş halde iken genç Fransız subayı Paul Bernard ile tanıştırılıyordu.
Aynı saatlerde Necip Rıza Shamaounların evindeki daveti hatırlamış, ancak geri çekilmiş yenik bir imparatorluğun ferdi olarak gitmeyi onuruna yedirememiş, onun yerine kentin diğer ucundaki bir evin kapısına tereddütle gelmiş ama kararlılıkla tokmağa vurmaya başlamıştı.
-Açın açın Leyla !... Enver burada mısınız ?...Leyla !...Leyla…
-Necip ya Necip git buralardan!...Yaşatmazlar seni Necip…
Akdeniz yasemininin baygın kokusu olanca gücüyle içine dolarken yukardan bir yerlerden Leyla’nın boğuk sesini duydu Necip Rıza ve dua edercesine ellerini havaya kaldırdı. Gecenin karanlığında pencerede kenarında duruyordu Leyla kucağındaki 2 yaşlarında bir çocuğu camdan sarkıtarak acıyla yere çökmüş durumdaki adama gösterdi…
-Anwar iyidir Necip…Git artık yalvarırım sana…
Aniden kapı açıldı Cemal ve adamları dertop edip dışarı yuvarladılar Necip’i …Şansı vardı ki dayak atmadılar. Sallanarak ve bir çocuk gibi ağlayarak dostu Halid’in evine gitti.
2 Yıl Önce Osmanlı Orduları Geri Çekilirken
-Bitti mi her şey Salihim ?...Koskoca Osmanlı, anlı şanlı imparatorluk bitti mi ?...Yarabbim bu günleri demi gördük…
Necip Rıza son Osmanlı karargahında başını elleri arasına sıkıştırmış adeta dövünüyordu. Son sürat toparlanma işine girişen karargahta Miralay Salih bulduğu son kahve kırıntısını da dostu Necip’in önüne pişirtip sunmuştu.
-Halep’in güneyine çekileceğiz Necip…Kemal paşa olmasaydı çok zayiat verirdik ama paşa sağolsun orduyu düzenli bir şekilde Halep’ yönlendirdi.
-Salih yetim mi kaldık buralarda…Ata toprağımızı böyle bırakıp kaçacak mıyız hırsızlar gibi…
-Sırtımızdan bıçakladı bu Araplar bizi kardaşım…Din kardaşıyız dedik güvendik ama ne oldu bak elin keferesine İngilizine Fransızına peşkeş çektiler bizi…Bittik biz Necip bittik!...Hala zaman varken sende bir an önce ayrıl buralardan bize hayır yok artık. Son treni yakala kardaşım.
Necip Rıza artık kendine yabancı olan Beyrut sokaklarında yüreğinde taş gibi bir acı ile yürürken bir yandan da son Osmanlı gazetecisi olarak gözlemlerini kaydetmeye çalışıyordu. Doğunun incisi, güzel Beyrut amansız bir karışıklık içindeydi…Bir yandan son kafileyi yakalamak için uğraşan Osmanlı aileleri yükleri, çantaları, çoluk çocuklarıyla hızla ilerliyor, diğer yandan bedeviler sağa sola koşuşuyor, Maruni ailelerin evleri sıkıca kapanmış, pencereler örtülmüş ve her yerde ne yapacağını, nereye gideceğini bilemeyen çaresiz bir insan yığını…Şehrin muhtelif yerlerinden duyulan silah ve patlama sesleri ürkütücü bir müzik gibi kulakları dolduruyordu…Bir serseri kurşunun kendine isabet etmesinden korkan şehir halkı başını eğe eğe , duvar diplerine sine sine sağa sola koşuşuyordu. “Hey Allahım bu gidiş nereye” diye haykırarak koşan bir adam, “Ya Amma Ya Ammar “ diye feryat figan bağırarak dövünen bir Arap kadını…Ya da şaşkın şaşkın etrafa bakınan bir Madam…Beyrut buydu işte…
Necip Rıza adımlarını iyice hızlandırd, Gazete acentalarına uğramaktan vazgeçip direk eve gidecekti. Bu karışıklıkta Leylasının, henüz 1 yaşını yeni doldurmuş olan Enverinin başına bir iş gelmesinden korkuyordu.
Evin bahçe kapısından içeri girdiğinde bir tuhaflık olduğunu anlamıştı. Kapı ardına kadar açık, hizmetçi kadın elleri böğründe merdivenlere çökmüş oturuyor.
-Gittiler Beyim!...Hanımın ağabeyi bir sürü adamla gelip Hanımı ve bebeği sürüklediler…”Artık Osmanlı Beyrut’ta bitmiştir, söyle efendine Dürzi kızı ona yaramaz, peşine düşmesin canına kıyarız, evine ülkesine dönsün, kaçan ordusuyla” dediler.
Osmanlı’nın Beyrut’u kaybettiği gün Necip Rıza Leyla’yı ve oğlunu kaybetmişti…Bu geri çekiliş Devlet-i Ali Osmani’nin kalbine nasıl bir hançer gibi girdiyse, Necip Rıza’nın da içine bir hançer dalmış kalbini söküp çıkarmıştı adeta…
Aynı saatlerde öğretmen Kipriadis mutluluk içinde dua ediyordu. Olmuştu işte…Yüzlerce yıl beklene mucizeler bir bir gerçekleşiyordu…Önce Hellas şimdide Ortadoğu esaretten kurtuluyor, antik dönemin büyük kahramanları Akhilleus, Hektor, Aeneas gibi tüm Yunan halkları şahlandıkça şahlanıyor, ululaştıkça ululaşıyordu. “Çok yakın” diye geçirdi içinden “Ortadoğu Ortodoks halkı büyük bir devlet kuracak ve bu devlet en yakın hamisini Hellas anamızda bulacak”…
Ancak nedense Patrik Efendi o kadar neşeli görünmüyordu…”Oğlum bekleyelim görelim bu karmaşadan payımıza ne düşecek” diyordu. O miskin din adamı ne bilirdi ne düşeceğini…Kahramanların, ilahların Zeus’un, Ares’in, Poseidon’un çocuklarının payına zaferden başka ne düşebilirdi ?...
George Shamaoun ise oldukça neşeliydi denebilirdi. Bu çekilişin sonunda akrabaları Fransızlar gelecek ve onların desteği ile Katolik Lübnan teşkil edilecekti. Şimdilik kargaşa dinene kadar herkes gibi evlerine kapanmışlardı ama bu fazla sürmezdi…Aziz Maron’un çocukları bayram hazırlığına başlayabilirlerdi…Her şey ne kadar da planlandığı gibi gidiyordu. Sevgili eşi Bayan Lisa silah seslerinden oldukça endişelendiği için aile üyelerini pencereye yaklaşmaktan men etmişti. Şimdilik hepsi şerbetlerini yudumlayarak Bay George’nin çalışma odasında oturuyorlardı; Büyük oğlu Viktor, kızları Marie ve İsabelle, ufaklıkları Antoine…Viktor ciddi, İsabelle ürkmüş, Marie ise çok tedirgin görünüyor, sık sık pencereye bakıyordu.
-Ne oldu Marie? diye sordu kızına en sonunda
-Şehrin geri kalanı ne haldedir şimdi babacığım ?...Arkadaşlarımı merak ediyorum acaba başlarına bir şey gelmiş midir ?
-Maruni aileler evlerine çekildi Marie korkacak bir şey yok…Zaten kısa bir süre sonra Fransız korumasına gireceğiz.
-Ya diğerleri baba ?
-Diğerlerinden sana ne kızım ?
-Şeyy ben Estherleri merak ettimdi.
-O Musevi ailesiyle bir daha görüşmeni istemediğimi söylemiştim…Sen ne söylediğinin farkında mısın ?
-Baba Esther eskiden beri…
-Sus diye araya Lisa girdi…O aile bizi hiç ilgilendirmiyor…Kendi işine bak Marie ve bir daha da bu konuda ağzını dahi açayım deme kötü olur !...Yeter artık gerekirse seni elimle manastıra götürürüm haddini bil…
Viktor öksürdü, İsabelle ise kıkırdayıp haç çıkardı. Marie sustu ve içinden “Tanrı seni korusun Yosef” diye dua etti.
Beyrut 1916 Sıfır Noktası
Beyrutun sıcağını hafifleten bir öğle sonrası kız okulunun çiçekli bahçesinde bir gölgeliğe çekilmiş kıkırdaşıyorlardı Esther ve Marie…Simsiyah kıvırcık saçlarını pembe bir kurdele ile toplayan Esther, gülerek arkadaşını kahverengi bukleleri ile oynuyor ve bir yandan da heyecanla konuşuyordu…
-Ağabeyim Yosef yarın Almanya’dan dönecek Marie…Çok heyecanlıyım bakalım bana neler getirdi…
-Almanya’da ne işi vardı ki ?
-Oooo çok zekidir o !...Almanya’da mühendislik okudu…
-Benim ağabeyimde Beyrut Üniversitesinde biliyorsun Hukuk okuyor.
-A bak aklıma geldi yarın ufak bir davet olacak Yosef’in şerefine öğleden sonra…Sen de gelsene ne olur…
-Gelebilir miyim bilemiyorum ?...Annem istemiyor size gitmemi.
-Neden ama ?
-Biliyorsun Esther siz şeysiniz diye !...
-Yahudi.
Ama gitmişti. Bir başka arkadaşının Ghalia’nın adını vererek kısacık bir izin alabilmişti. Çok merak ediyordu Esther’in ağabeyini…O kadar çok anlatırdı ki , acaba Viktor gibi suratsız mı diye aklından geçirdi, zira ağabeyler çok sevimli yaratıklar değiller gibiydi.
Marie sonraları çok düşündü acaba o ilk gün mü tutuldum ona diye…Yosef ben sana görür görmez aşık oldum diyordu. “Şık bir topuzla toparlanan buklelerinin asi kaçamaklarını, pembe kordelalarla süslü Şam ipeği elbisesini ve utangaç bakışlarını izledim durdum Marie çarpıldım sana” diyordu.
Yosef uzun boylu, esmer, tütün rengi gözleri ve neşeli sohbeti ile çok çekici bir genç adamdı…Öyle çok espri yaptı ki kızlar gülmekten kıpkırmızı kesildiler…Getirdiği hediyeler içinden birisini, saça veya şapkaya takılacak cinsten zarif pembe bir gülü Marie’ye hediye etti…
Sonraki iki yılda öyle çok mücadele verdi ki ailesiyle Marie…İçindeki gücü o tek gülden aldığına inandı…Gözyaşlarıyla yıkanan, acıyla çerçevelenen imkansız bir aşktı onunki…
Son kez buluştuklarında ve her şey iyice kötüleşmişken aniden boynundaki inci kolyeyi kopardı Marie ve hepsi yere dağılıp giderken elinde sadece bir tek inci kaldı…Yosef o inciyi yavaşça alıp elinde tuttu…
-Bir bana sana verdiğim gülü gönderirsen bilirim ki artık umut yoktur…Ve sana bu inciyi gönderirsem anla ki ben çok uzaklarda vaat edilmiş topraklardayımdır…
……………………………………………..
Necip Rıza Beyrut’un karışık halinden çok tedirgin olan Müjganı yenilerde İstanbul’a annesi Saadet Hanımın yanına yollamıştı ki, belki o yüzden daha çok evden çıkar oldu…Şehrin ileri gelen Dürzi ve Maruni ailelerinin davetlerine iştirak etmekten ve haber, dedikodu toplamaktan hoşlanıyordu aslında…Nihayetinde işi bu değil miydi…en yakın can dostu Halid içe kapalı biraz da sert mizaçlı olan Dürziler tarafından da çok seviliyordu, haliyle Necip Rıza’da toplantılarına çağrılır olmuştu. Müslümanların geri kalan mezheplerini aksine kaç göçleri pek yoktu belki o yüzden kendilerine ikramda bulunan Leyla’yı sık sık görür olmuştu…Leyla’nın ağabeyi Cemal Halid’i pek severdi…
O günlerde üzerinde sim işlemeli ağır giysilerle odadan odaya koşar dururdu Leyla…Koyu renk saçlarına örttüğü ince bürümcük altından sıyrılan kına kızılı teller yaramazca göz kırpardı Necip Rıza’ya…Genç bir duldu Leyla…Belki o yüzden biraz daha serbest, biraz daha rahattı…Kendinden hayli yaşlı olan kocası evliliklerinin 3. Ayında aniden ölüvermişti. Böylece Şam’daki koca evinden, Beyrut’daki baba evine kısa sürede dönüş yapmıştı genç kadın.
Her şeyin nasıl geliştiğini sorsalar anlatamazdı Necip Rıza…Zira bir sis bulutu altında gibi büyülü ve belirsiz oluvermişti işte…Yeniden yaşlı bir adama verilmeye hazırlanan Leyla bir gece Necip’e kaçmış, apar topar nikahları kıyılmış ve ikinci Hanım olarak eve yerleşivermişti…O günlerde Osmanlı hala efendi olduğu için, Necip’inde arkasında koskoca imparatorluk durduğu için aile sessiz kalmış, izlemekle yetinmişti gelişmeleri…Ama Halid rahat değildi…”Dürziler kızlarını başka mezhepten olana vermezler Necip, sen sen ol ayağını denk al…Karını İstanbul’a götür…Şeriatın kestiği parmak acımaz iki hanım baş başa otururlar…”
Öyle de öylesi var…Necip Rıza “Müjgana nasıl açarım bunları” ben diye kara kara düşünürken, bir de Leyla’nın hamile olduğu haberi gelmişken…Nasıl giderlerdi onca yolu ?...Yok yok zamanı değildi…Hem koskoca Osmanlının bir tebaasına, arkasında da ordu komutanı varken kim ne edebilirdi ki ?...
……………………………………………………………………
Gururlanıyordu öğrencileriyle Kipriadis…Homerosu, Herodot’u nasıl da hemencecik kavrayıp okur olmuşlardı…O büyük Yunan destanlarının dizeleri minicik ağızlardan dökülürken yüreği eriyordu genç Öğretmenin…Belki bu yüzden Atina’ya göç eden ailesinin peşinden gitmeyip Beyrut’da kalmıştı…Annesi,babası, kardeşleri hep birlikte bir Fransız gemisine binip Yunanistan’a gitmişlerdi.Birgün kendisi de giderdi öz vatanına ama, şimdi kalıp bu minik Yunan çocuklarının kalplerini kahramanlık hikayeleriyle coşturmaya devam etmek istiyordu…Daha güzeli daha aydınlık, daha özgür bir gelecek için onları hazırlaması lazımdı…”Benim küçük Evzon askerlerim” diye mırıldandı.
Beyrut 1920
Yolculuktan Bir Hafta Önce Halid’in Evi
Aniden açılan kapı Necip Rıza’nın tüketen bekleyişine son verdi. Halid kucağında üç buçuk yaşındaki Enver ile içeri girdi ve çocuğu babasına uzattı.
-Annesinden ayrılırken hiç ağlamamış öyle dediler kardaşım. Akıllı çocuk…
-Ya Leylam ?
-Onu Cebel-i Lübnan’da evlendirmişler, senden nikahı düştü biliyorsun…Bir daha onu göremezsin hiç aramasın sormasın dediler…Ama çocuk bizden değildir alsın babası ne ederse etsin deyip verdiler…
-Şükür Allahıma Halid evladcığıma kavuştum…Hemen ilk gemi ile İstanbul’a dönüyoruz varsın Müjgan istemesin ben yavrucuğuma bir yer yurt kurarım. Ancak çocuk çok ufak yolda yalnız başında bir kadın olmadan ne edecek ?...Ya hastalanırsa ?
-Dur dur telaşlanma onu da düşündüm. Benim yaşlı bir dadım var adı Fatıma…İki oğlu da savaşlarda ölüp gitti, kocası desen o da salgında gitti…Kimi kimsesi yok…Alır yanında götürürsün ama oralarda sahip çıkmak kaydıyla…Namazında duasında, hayırlı bir kadındır, ortalarda kalırsa çok üzülürüm.
-Halid kardaşım ben annemi hiç bilmem…Doğumumdan hemen sonra ölmüş…Fatıma kadın eğer ki oğluma bir nene olursa bende onu anne bilir başımın üzerinde gezdiririm.
-Orasını hiç merak etme…Bana anamdan iyi bakmıştır emin ol…Enveri’de torunu beller…Bu arada Fransız gemisi Poseidon bir hafta sonra kalkacakmış sen var git hazırlığına başla…Çocuk burada kalsın bizim hanım ilgilenir.
Fransız Gemisi Poseidon 1920 Ağustos’u
-Beyim oğlan uyudu…Yemeğini de yedi çok iyidir sen merak etme…
-Fatıma ana sağ olasın oğlum bundan kelli senin torunun…Elin Fatıma anamızın eli gibi oğluma şifalar verir inşallah…
-Beyim, oğlum için rahat olsun…
Garip bir huzur vardı Necip Rıza’nın içinde…Bunca dalgadan sonra limanına sığınmış bir gemi gibi huzurlu ve mutluydu…Soranlara “annem ve oğlum” diyordu…”Haa refikam önden gitti efendim Bizi İstanbul’da bekler…”
Öte yandan gemi tutması bir yana, ağlamaktan gözünde yaş kalmamıştı Marie’nin…Evlendikten hemen sonra birliğine katılan, hiç tanımadığı kocası Paul Bernard’ın yanına, hiç bilmediği bir hayata doğru yol alıyordu genç kadın. “Keşke gemi batsa da hiç ulaşamasam limana” diye dua ediyordu bindiğinden beri…”Yosef ah Yosef!...Gemiye binmeden limanda bir punduna getirip uzaktan bakan Esther’in yanına gitmiş ve boynuna sarılmıştı…”Affet Esther Affet”…Genç kadın sadece eğilerek Marie’nin kulağına tek bir kelime fısıldamıştı…”Haifa”…
Kaptan köşkünden aceleyle indikten sonra çarşaflı yaşlı bir kadının kucağında uyuyan sevimli Enveri okşamış ve hızla odasına koşmuştu…Eşyalarını hızla yatağın üzerine atmaya başladı…
Yolculuktan belki de en fazla ilham alan öğretmen Kipriadis’di…ki onun zaten her şeyden ilham alıp coşan taşkın bir mizacı vardı…Tam da her şeyden vazgeçip Atina’ya giderken Yunan kahramanları ve ilahları teker teker rüyasına girmeye başlamışlardı…en fazla da gemiyle adaş olan Poseidon…Elinde üç dişli yabasını sallayarak Yunan haritasını işaret ediyor ve kahkahalar atıyordu…Demek ki çok isabetli bir iş yapmıştı Kipriadis…Büyük ideallerini gerçekleştireceği yer köhnemiş Osmanlı artığı Ortadoğu olamazdı…Tabii ki taptaze rüzgarların estiği ana vatanı Hellas olacaktı…Gururla başını dikleştirdi…
Antik dönemde olsak eminim o zamanın bilgili insanları gülen Poseidon rüyasına fazla sevinmezlerdi…Zira tüm antik tanrılar gibi oynak denizlerin tanrısı Poseidon’da bir hayli değişken ve zorlu idi…Denizin ne yapacağı belli olmadığı gibi Poseidon’un gülümsemesinin arkasından da ne geleceği hiç belli olmazdı…
Sonsöz
Marie Shamaoun Bernard Brüksel’e hiç gitmedi…Çünkü ilk limanda yani Haifa’da aceleyle gemiden inip bilinmez bir yönde kayboldu…
Gemi İstanbul’a vardığında Necip Rıza, Fatıma ve Enver atlı bir arabaya binip Beşiktaş’taki konağa gittiler. Fatıma ve Necip’e iyice alışmış olan çocuk yol boyunca bir baba dedi bir nene…
Konağın bahçe kapısında kocasını gören Müjgan koşarak karşılamaya çıktı, arkasında da annesi Saadet Hanım…Ancak Necip Rıza el ederek onları durdurdu…
-Dur Müjgan !...Bak sana bir şey diyeceğim önce dinle sonra kararını ver…Bu Enver benim özbeöz oğlum…Anası yani Leyla ile hiçbir ilgim kalmadı…Ya bu çocuğu evladım der bağrına basarsın seni anne beller, ya da ben ona ayrı bir ev açarım sen benim yine helalim hanımımsın…Bu Fatıma kadın da Enver’in dadısı değil nenesi oldu artık benim de anam…Var git düşün…acele de etme…İkisini de kabul edeceksen de etmeyeceksen de gönül koymam…Hatanın büyüğü benimdir.
Müjgan’dan önce Saadet Hanım atıldı;
-Oğlum gel hele kapı önünde durmayın…Bahçeye oturun bakalım…Biz nicedir olanı biteni eşten dosttan duymuştuk zaten…Beyrut’da ikinci bir hanım aldığını, bir oğlun olduğunu…Müjgan sana bir evlad veremedi…Bu onun suçu değil Allahımın takdiri…Lakin Mevlam sana evladını buradan değil de başka yerden verdi…Kısmet böyle imiş…Bundan sonra aranızda ayrılık gayrılık istemem…Oğlanın anasının dönüp gelme ihtimali var mıdır ?
-Yoktur Efendim…Mezhebimiz ayrı idi, yeniden everdiler…
-Öyleyse bundan gayri bu oğlan senin evladın Müjgan…Yaşı küçük seni ana beller…Fatıma Hanıma da madem ana dedin oğlum bizde öyle sayarız kendisini…Hadi kızım !...
Müjgan kocasının dönmesinden umudunu kesmişti bile...Öyle mutlu oldu ki hemen atılıp çocuğu kucağına aldı…Fatıma kadının elini öpüp içeri buyur etti…
Ve böylece Necip Rıza’nın yeni aile hayatı başladı…Zamanla Enver’in kendi çocuğu olmadığı gerçeğini bile unuttu Müjgan…Günlerce nasıl ağlayıp dövündüğünü, hacılara hocalara koştuğunu unuttu…Akıllı bir kadın olan Saadet Hanımın öğütleri olmasa, inat edip ayak direse şimdi ne kocası olacaktı, ne de oğlu…Fatıma kadını da zaman geçtikçe daha çok sevdi…Öyle çok dua ederdi ki Fatıma ona…”Sen bir hayır ettin kızım, Allah da sana hayırlar göndersin”…Gönderdi de …Yıllar sonra bir kızları oldu…Leyla Pervin…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.