2
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
4178
Okunma
GAZİANTEP
Akşamüstü Gaziantep’e gitmek üzere Şanlıurfa’dan ayrılıyoruz. Akşam güneşiyle tarlalar yine yemyeşil, yeşilin her tonu…
Önce Birecik’i, ardında, Trakya’daki Uzun köprüden sonra gördüğüm ikinci en uzun köprüyü geziyoruz. Vakit dar olduğu için, ve de bu tip gezilerin doğası gereği, enine boyuna inceleyemedik köprüyü.
Akşam saat 22.30 gibi giriyoruz, kente. Trafik o kadar yoğun ki kentin nüfus ve rakımını gösteren levhayı bile göremedik. Yoğun trafiğe ve sokaklardaki hareketliliğe bakınca kentin büyüklüğü daha iyi anlaşılıyor. Heykelin yanında diye tarif edilen öğretmenevini bulabilmek için epeyce dolaştıktan sonra nihayet tabelayı büyük bir sevinçle görüyor ve rahatlıyoruz. Çünkü ortalık iyice karadığı için belki şoföre yardımcı olabiliriz düşüncesiyle hepimiz dikkat kesilmiştik. Eşyalarımız elimizde, bir sürü merdivenden inip karanlık yollardan geçerek öğretmenevine ulaşıyoruz.
Onarımdaymış, öğretmenevi. İzbe ve loş lobi, inşaat malzemeleriyle doluydu. Danışma şeklinde düzenlenen masada genç bir bayan görev yapmaya çalışıyor. Odalarımız tespit edildikten sonra eşyalarımızı odalara bırakıp tekrar aşağı iniyoruz. Bahçeli bir yoldan geçip lokal kısmına giriyoruz. Uzunca bir masada içilen çayların ardından günün yorgunluğunu gidermek üzere erkenden istirahata çekiliyoruz. Arkadaşlardan birisine telefonla Tokat’tan bir çorba önerisi gelmiş. “Gaziantep’in en meşhur çorbasıdır. Mutlak tadın.” diye.
Sabah erkenden aracımıza binip, bileceğini tahmin ettiğimiz kişilere adını tam olarak bilmediğimiz çorbayı sora sora şehirde, özellikle Atatürk heykelinin etrafında birkaç tur attıktan sonra usanıyor, rastladığımız ilk lokantaya gözümüzü karartıp dalıyoruz. Arkadaşımız aradığı çorbayı bulabildi mi bilinmez ama biz, “bilinmedik aş, ya karın ağrıtır, ya baş.”sözüne itibar ederek kahvaltı istiyoruz.
Aracımızı bir garaja çektikten sonra iki saat kadar serbest geziyoruz ama yine de guruplar halinde dolaşıyoruz. Ne olur ne olmaz, koca şehirde kaybolma tehlikesi de var. Hanımların ilk işi, kendilerini mağazalara atmak oluyor. Büyük pasaj, Söylemez pasajı, Beğendik mağazaları geziliyor.
Neler yok ki mağazalarda … Elektrikli ev aletleri, termoslar, telefonlar, en çok ta telislere sarılı kocaman sandık ambalajları içinde ay çiçeği şeklindeki kara kara Seylan çayları!.. Buralarda tekelin çayına pek rağbet yok galiba. Nerede çay içtiysek simsiyah, buruk, Seylan çayları geliyor. Bir kez olsun açık çayı ne anlatabildik, ne de içebildik.
Gurupla gezerken alış veriş etmek te ayrı bir özellik gösteriyor. Vitrinlere toptan bakılıyor. Birçok şey beğeniliyor fakat kimse alış veriş etmiyor. İçimizden birisi cesaret edip bir eşya alırsa o eşya hemen beğeniliyor. Hatta birkaç hevesli daha çıkıyor. Mağazadan çıkınca rengi de şekli de aynı olan eşyalar taşıyan insanları görmek, her zaman olasıdır. Mesela biz, valizi öyle aldık, termosu da. Kimisi de alacağı eşyayı ta baştan karlaştırmış. Her yerde onu soruyor ve buluncaya kadar da araştırmasını ısrarla sürdürüyor. Hüseyin Bayram’ın telefonu ile Tahir Türkmen’in siyah- beyaz küçük televizyonu öyle alındı.
Hanımların bir bölümü Beğendik mağazasını gezerken Ali Akarçay, Hüseyin Bayram ve bendeniz bir parkın içinde bulunan sanatkârlar kahvesinde çay içip dinleniyoruz.
Gaziantep kalesini gezmek istedik. Pazartesi günü müzeler tatil olduğu için gezemedik. Turizmin yoğun olduğu yaz mevsiminde haftalık tatil gerekçesiyle haftada bir gün müze ve benzeri yerlerin kapalı tutulmasını anlamıyorum. Evet, hafta içinde çalışanların bir gün olsun dinlenmek hakları vardır. Ancak çalışanlar nöbetleşe tatile çıkarılıp müzeler her gün açık tutulamaz mı?
Yuşa Peygamberin makamını da ziyaret ettikten sonra saat l4.00 sularında Kahramanmaraş’a gitmek üzere yola koyuluyoruz.
Gaziantep’te bir gece yarım gündüz kaldık ama bu kent hakkında akılda kalıcı bir iz edinemedim. Yuşa Peygamberin makamından başka koskocaman kentin hiçbir özelliğini göremedik. Örneğin üç dört dönem üst üste belediye başkanı seçilen Celal Doğan’ın mutlaka olumlu çalışmaları olmalı. Yoksa bu denli seçim başarısı gösterebilir miydi? Yalnız arkadaşlardan birisi, “Celal Doğan, elli kilometrelik park yaptırıyormuş. Bunun on iki kilometrelik bölümü tamamlanmış, kalanına da devam ediliyormuş.” dedi. Bu söz gerçek mi, yoksa espri miydi, bilmem. Çünkü ben öyle bir park görmedim.