- 716 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Mazbut Mahalle 4/4
DEDEM VE NİNEMLER
Annem Ankara’ya göçtüğü zaman güvenli olsun diye ninemlerin bitişiğindeki eve taşınmıştı. İki ev arasında karanlık bir dehliz, dehlizin sonunda da ninemlerin evine açılan bir kapı vardı. Anahtarı her zaman dedemde dururdu. O istediği zaman kapıyı kullanır, dilediği zaman evimize girebilirdi. Dedem huysuz bir adamdı. Bütün herkes ondan çekinirdi. Mahallenin çocuklarının ise ödü kopardı. Bize de rahat vermezdi. Kapı önündeki kayısı ağacından çağla iken meyve kopardık diye bütün ağacın çağlalarını yere indirir, çok elektrik kullanıyoruz diye evi basar, bütün ampullerimizi kırardı. Yolda ona rastlayacağız diye sokağımızı değiştirirdik. Bir defasında arkadaşımızın yaş gününden çok yağmurlu bir günde eve dönerken, tek dedem görmesin diye, asfalt yol yerine dere yatağından gitmeyi seçmiş, yarı yolda büyük bir su baskını ile karşılaşmıştık. Ağaçlara tutunmuş vaziyette feryatlarımıza komşular yetişmese, bu gün ablam hariç üçümüz de ölmüş olacaktık. Bununda sebebi dede korkusu olacaktı.
Ninem ise dünya iyisi bir kadındı. Annem çalışırken bizlere kol kanat gerer, oyun oynarken acıktığımız zaman, bize kahvaltı hazırlardı. Namaz kılarken ona muziplik yapar, seccadede biz de namaz kılma taklidi yapar, onu güldürürdük. Hiç kızmadan namazını birkaç kez tekrar ettiğini bilirim. Ninem cidden mazbut bir kadındı ve evi de o olduğu zaman pürü paktı. Ben o evin içindeki diğer kapıyı hep bilirdim. Şimdi düşünüyorum da çocukken bile güvenilir bir insanmışım. Olay patlak verinceye kadar annem dahil kimseye söylemedim.
Ninem ne zaman memleketine ziyarete gitse, dedem yanında örtülü, bürgülü bir kadın getirir, bizim dehlizin sonundaki kapıdan evine alırdı. Bu duruma çok kere şahit oldum. Annemin iş yerinde, ablalarımın da okulda olduğu saati seçer, okuldan erken dönen benim ise kendisini gördüğümü hiç anlamazdı. Kadını içeri aldıktan kısa bir zaman sonra beni çağırır, midesinin ağrıdığını söyleyerek bakkaldan ‘’cep konyağı’’ almamı isterdi. O zamanlar çocuklara içki satılamaz gibi bir durum yoktu. Ben koşturarak bakkala gider, gazete kağıdına sıkıca sarılmış içkiyi kapı aralığından dedeme verirdim. Bu arada yatak odasının buzlu camının arkasında kadının soyunmuş sülietini görür, dedemin ise holde gazocağı üstünde kazanla su ısıtmasına hiç mana veremezdim. Şimdi ise bazılarınca, dinimizde büyük günahlardan biri olan ‘’zina’’dan korkulmadığı, ancak abdestsiz gezmekten korkulduğunu öğrenmiş bulunuyorum.
Bu durum dedemin üç oğlunun durumu öğrenip, evi basmasına kadar devam etti.
Kadın, örtülerine sarınıp, ara kapıdan kaçarken oğulları da dedemi bahçe hortumu ile bir güzel dövdüler.
Benim ise bu durum sona erinceğe kadar dedemin hasta midesi için ona,
onlarca konyak taşımışlığım vardır.
O hortumlu dayaktan sonra dedemin midesi bir daha hiç ağrımadı.
KAPTAN AMCA
Subaydı. Sanırım havacı yüzbaşı. Boylu poslu, kumral, mavi gözlü çok yakışıklı bir amca. Amca dediysek, yine bize göre amcaydı. Aslında otuz beş yaşından büyük olduğunu sanmıyorum. Bizim mahallede küçük bir evde Belma Abla ile yaşıyordu. Belma abla diyorum, Belma teyze değil. Bize göre ablaydı. Gencecik, sarışın, renkli gözlü, bembeyaz tenli şahane bir ablaydı. Bir de üç yaşlarında kıvırcık sarı saçlı ‘’Kutu Bebeği’’ gibi kızları vardı. Evleri, Türk Filmlerinde sözü geçen ‘’Mavi Panjurlu’’ ev misali, rengarenk bir evdi. Pencereleri her daim çiçekli sardunyalarla doluydu. İçeriye girince ev adeta neşe saçardı. Aydınlık, tertemiz ve hoş kokulu. Sakız gibi yıkadığı çamaşırların hepsini, hatta Kaptan amcanın çoraplarını bile ütülerdi. El işi, çiçekli masa örtüsü serdiği sofrasında ise, daha önce görmediğimiz, tatmadığımız yemeklerle Kaptan Amcaya içki masası hazırlardı. Evde daima hafiften müzik olur, daha çok yabancı parçalar dinlenirdi.
Belma Abla zengin bir göçmen ailenin tek kızı idi. Ama kader ona iyi davranmamış, güzelliği hayır getirmemiş ve türlü belalara karışarak, kendini toparlayamaz hale gelmiş, kötü yola düşmüş, ailesi de onu silip atmıştı. İşte bu dönemde Kaptan amca ona aşık olmuş. Öyle aşık olmuş ki; bir tarafta çok sevdiği mesleği, diğer tarafta aşkı.
Neticede, emekli olunca evlenmek üzere bizim mahallede ev tutmuş, Belma abla ile orada nikâhsız olarak yaşamaya başlamıştı.
Mahalleli bu durumu bilir, onların aşkına saygı duyardı. Belma abla asla hor görülmez, onunla da herkesle yapıldığı gibi komşuluk yapılırdı.
Kaptan amca mahallede bir kere bile askeri üniformayla görülmemiştir. Sabah sivil kıyafetlerle çıkar, akşam sivil kıyafetlerle dönerdi. Üniformasını nerede giyer, nerede çıkarır bilmezdik. Hafta sonları ise küçük arabasına Belma ablayı ve kızını alır, çevrede gezintiye çıkardı.
Ankara’da halen korunmakta olan Atatürk’ün hediyesi Cumhuriyetin simgesi binalardan biri de Türkiye İş Bankasıdır. O zaman, diğer binalar arasıda öyle görkemli ve güzel bir bina idi ki, Bankaya girdiğinizde kendinizi çağ atlamış sanırdınız. Çocuklar için ‘’kumbara’’yı da ilk olarak Türkiye’de, İş Bankası yapmıştır. Yıl Başlarında ise üzerinde Atatürk’ün resmi olan okul defterlerini ve bir tarafı kırmızı, bir tarafı mavi kalemleri öğrencilere hediye olarak dağıtırdı.
Ben de bir gün bu defterlerden almak üzere Bankaya gittim ve orada Kaptan amca’yı ilk defa üniformalı olarak gördüm. Aman Allahım o nasıl bir şeydi. Havacı üniforması içinde, bir İlah gibiydi. Oda beni gördü, hafiften gülümsedi. Çakıldım kaldım. Karşımda sanki Atatürk duruyordu. Nasıl vazgeçebilmişti bu üniformadan. Nasıl kaçak gibi gizliden giyiyordu. Bu nasıl bir aşktı o zaman anlayamamıştım. Kaptan amca üniformasını giyemiyor diye Belma ablaya karşı içimde hep kızgınlık barındırdım.
O gün bugündür Askeri Üniforma bana hep çekici gelmiştir.
Mazbut sandığım mahallenin en mazbut ailesi Kaptan amca ve onun kötü yollarda iken kurtardığı Belma abla idi. Hep dürüst ve şeffaf yaşadılar. Sahte hiçbir şey yoktu hayatlarında. Evlerinin içindeki öteki kapı, üniformasından vazgeçecek kadar Belma ablayı seven Kaptan amcanın büyük aşkına açılan kapıydı.
O, mazbut kapılar bir daha açılmamacasına kapandılar tek tek, içlerindeki mahrem kapıları da alarak yanlarına. Kimisi bizden önce kapandı gitti, kimisi daha oradayken biz terk ettik oraları. O sokak, o mahalle, o zamanki şehir yerini yepyeni sokaklara, mahallelere, şehirlere devşirdi gitti, her yeni hane kendi yeni kapılarını yaratarak.
YORUMLAR
güzel bir öyküydü. iyi ki farketmişim sizi. diğerlerini de okuayacam. kalemine sağlık.
Ne yazık bitti. Büyük bir keyif ve merakla okudum. İlk aileden sonra bir şeyler bekledim ama hiç birinin sonunu tahmin edemedim. Dedenizin oğullarından dayak yemesi içimi burktu. Empati dahi yapamadım. Gerek hikaye, gerekse anlatımınız çok güzeldi. Yeni paylaşımlarda buluşmak ümidiyle,
Ayten Tekin
"DEDEM VE NİNEMLER" başlığı hikayeye çok şık durmuş. Çok güzel bir hikaye tebrik ederim.
Selamlar...