ZÜMRÜDÜ ANKA OLSAYDI ZAMAN
ZÜMRÜDÜ ANKA OLSAYDI ZAMAN
Zaman durmuştu… ‘’Az öncesi’’ veya ‘’biraz sonrası’’ yoktu. Zaman akmıyordu; ne ileriye ne geriye doğru. Oysa o da biliyordu… Zaman; ileriye doğru geleceğe geriye doğru maziye akardı… Oysa şimdi… Zaman durmuştu…
Bir çocuk ağlaması geliyordu çok derinlerden. ‘’Rüyasında mı görüyordu yoksa kızımı ağlıyordu?’’ bir an ayırt edemedi. Yatağında doğruldu; gözlerini ovuşturdu. Evet, ağlayan kızıydı.
‘’Aman kızım ya! Bir kerede ağlamadan uyan şu güzel uykundan…’’
Diye söylenerek kalktı yataktan. Saate baktı; alarm çalmak üzereydi. Çalmadan susturdu. Kalktı, kızının odasına gitti. Yatağının içinde oturmuş avazının çıktığı kadar ağlıyordu Bennu.
‘’Kuzum niye ağlıyorsun yine…’’
Dedi anne yüreğinin tüm şevkatiyle. Kucağına aldı. Saçlarını öptü. Sarı bukle bukle saçları vardı küçük Bennu’nun. Beş buçuk yaşındaydı. Çok zeki ve çabuk kavrayan bir kızdı. Algılama yeteneği tüm yaşıtları gibi doruğundaydı. Her yeni bilgiyi sünger gibi içine çekiyordu. Kelimeler büyümüşte küçülmüş birinin ağzından dökülüyordu sanki.
‘’Korkunç bir kâbus gördüm anne…’’
Dedi bilmiş bilmiş. Daha geçen gün rüyanın ve kâbusun ne demek olduğunu anlatmıştı annesi. Uykusunun içinde aynı film izler gibi bir şeyler görürse bunun adı rüyaydı. Şayet korku filmi gibi korkunç şeyler görürse buna kâbus denirdi. Bu iki kelimeyi öğrendiğinden beri her uykudan kalkışında ne gördüğünü anlatır olmuştu.
‘’Rüya mıydı kâbus muydu?’’
‘’Kâbustu anneciğim. Eminim kâbustu.’’
‘’Anlat bakalım, beraber karar verelim kâbus mu yoksa rüya mı?’’
‘’Çok kalabalık bir yere gitmişiz. Senin elinden tutmuştum. Pazar gibi bir yer. Sonra ben oyuncaklara bakıyordum, elini bıraktım, sonra sen kayboldun. ‘’Anne, anne!’’ diye bağırdım; ama bulamadım seni. Çok korktum anne. ‘’
‘’Hımmm! Evet, kâbus görmüşsün birtanem. Ama anlatmıştım ya güzel kızım rüyalar da kâbuslarda gerçek değildir diye. ‘’
‘’Ama gerçek gibiydi. Ben çok korktum anne… Seni gerçekten kaybettim sandım…’’
‘’Bak yanındayım artık. Geçti… Korkma artık oldu mu? Gel seninle kahvaltı hazırlayalım. Sonra ağabeyinle babanı kaldıralım. Sürpriz yapalım onlara. Ya da istersen babanın yanına yat kucakla onu ne dersin.’’
‘’Sana yardım edeyim anne. Beni bırakma. Hep yanında durayım!’’
‘’Tamam, küçük cadı hadi kalk o zaman…
Beraberce kahvaltı masasını hazırladılar. Minik ayaklarıyla mutfakta gezinip durdu. Sonra Ata’yı kaldırdılar. Ata dokuz yaşındaydı. İlköğretim üçüncü sınıf öğrencisiydi. Eşi Mustafa eczacıydı. Kendisi ise bankacı. Sabah erkenden kalkar; kahvaltıyı hazırlar, herkesi doyurur evden çıkarlardı. Eşinin işyeri eve yakındı. Oğlanı okula kızı anaokuluna Mustafa bırakırdı. Oldukça mutlu bir yuvası vardı. Zaman zaman Mustafa ile fikir ayrılıklarına düşerlerdi ve şiddetli tartışmaları olurdu. Ama yinede çabucak barışır bu tür tartışmaların, kavgaların evliliklerini sağlamlaştırdığına inanırlardı. Kendisinin iş yeri eve uzak olduğu için arabayla giderdi. Çalıştığı bankanın biraz uzağındaki otoparka arabayı bırakır, oradan yedi sekiz dakika kadar yürür ve işyerine ulaşırdı. Yine hep beraber güle eğlene kahvaltılarını yaptılar ve beraberce evden çıktılar. Kalbinin üstünde adını koyamadığı bir sıkışma, bir ağırlık, bir daralma hissetti. İçinden en iyi bildiği bir duayı okudu. ‘’Allah’ım eşimi çocuklarımı sen kazadan, beladan ve şerden koru…’’ diye bitirdi.
Otopark bugün haddinden fazla doluydu. Zar zor bir yer buldu. Arabayı park etti. Gün, sıcak geçeceğe benziyordu. Zira sabahın daha erken saatleri olmasına rağmen sanki her yer yanıyordu. Havalar böyle sıcak olunca insanların içinden bir deprem olacak korkusu geçerdi son büyük İstanbul depreminden sonra. ‘’ Tövbe tövbe yarabbim. Ne bugün böyle içimdeki felaket tellalcısı!’’ dedi kendine kızarak. Eliyle hayali şeytanları kovdu başından. Hızlı adımlarla yürümeye başladı düşüncelerinden kurtulmak için. Birkaç adım atmıştı ki bir adam takıldı gözüne. Yaz gününde hem de bu sıcakta kalınca bir mont giymişti adam. Sanki kafası vücuduna göre küçücüktü. Ya da güneşte adamı öyle görmüştü. Çalıştığı banka ünlü bir otelin yanı başındaydı. Yaz turları başlamıştı. Otobüsler otele yanaşıyor ve dünyanın dört bir yanından gelen turistleri otelin önünde indiriyordu. Sonra o otobüs ilerliyor başka bir otobüs yanaşıyordu. Bugün; emeklilerin maaş alma günü olduğundan bankanın önünde sabahın erken saatlerinden itibaren gelen yaşlılardan oluşmuş bir kuyruk vardı. Sanki bugün İstanbul başka bir kalabalıktı. Montlu adam tekrar gözlerine çarptı Aysun’un. İki günlük sakalı vardı. Gözleri siyahtı galiba. Oldukça uzun boyluydu. Kafasında bir beysbolcu şapkası vardı. Oldukça esmerdi. Bir an göz göze geldiler. İçinden bir ses;’’Karşı kaldırıma geçmesini ve oradan olabildiğince uzaklaşmasını!’’ fısıldadı. Adam elinde bir şey tutuyordu. Parlak bir nesneydi sanki; güneş vurunca gözlerine doğru parlamıştı. Olduğu yerde kaldı öylece. Kıpırdayamıyordu. Zaman durmuştu. Tıpkı ‘’Matrix’’ filminde gibi hissetti kendini. Adam oradaydı, insanlar yürüyorlar, gülüyorlar, konuşuyorlardı. Adam yerinden kıpırdadı. Birisi hapşurdu, yanındaki çok yaşa dedi. Kırmızı ışıkta arabalar durmuş yeşilin yanmasını bekliyorlardı. Yayalar ışık kırmızıya dönmeden önce karşı kaldırıma geçmeye çalışıyorlardı. Tüm bunları zamanın saliseler aralığında görmüştü. Düşünceler beyninden bir çağlayan gibi akıyordu. Bir an Adam Fawer ve ‘’Olasılıksız’’ geldi aklına. Demek beyin denilen varlık böyle çalışıyordu. Sahi kim demişti ona bir dakika içinde beyinden bir milyon düşünce geçtiğini? Ne yapmalıydı, neyin ortasındaydı? Kaçmalı mıydı? Bağırmalı mıydı? Bağırsa ne için bağıracaktı? Adam terörist miydi? Belki değildi ve hatta normal bir vatandaştı. Adam elindeki şeye iki eliyle sarılmıştı; sonra gözlerini yumdu…
Dünyayı sarsan büyük bir patlama duyuldu önce. Otelin camları ve etrafta ne kadar işyeri varsa camekânları parçalara ayrıldı, havaya savruldu. Adam parçalara ayrılmıştı. Havada yanık et ve kan kokusu vardı. Gözlerde ise acı ve dehşet. Dünya bir an sağır oldu. Koşuşturan korkmuş insanlar; kumandanın ‘’mute’’ sine basılmış gibi sessizdi. Sonra sesler yükselmeye ve normale dönmeye başladı. . Çığlıklar, ağlamalar ve mahşer... O gün herkes normal bir güne uyanmıştı oysa. Her günkü gibi evlerinden çıkmışlar işlerine gidiyorlardı. Rızklarının peşine düşmüşlerdi. Belki o ayın faturalarının ne kadar çok geldiğine takmışlardı kafalarını. Ya da belki patronlarına kızgındılar yine zam yapmadığı için. Hatta belki de işe gitmeyi canları hiç istemiyordu ama el mecbur gidiyorlardı. Nedenini bilmedikleri bir öfkenin kurbanı olmuşlardı kendilerinin olmayan bir senaryoda. Dört büyük kitapta ve hangi dinde olursa olsun bütün peygamberlerin; Allah’ın birinci buyruğu olan ‘’ÖLDÜRMEYECEKSİN!’’ sözünü hiçe sayarak, haklılıklarını ya da egolarını; hiç tanımadıkları ve suçu olmayan insanları öldürerek ispatlamaya çalışan insanların mağdurlarıydılar.
Zaman durmuştu; Aysun boylu boyunca yerde yatıyordu. Kendisine ve bütün meydana yukarıdan bakıyordu. Döpiyesinin içindeki beyaz gömleği kan olmuştu. Daha geçen hafta sonu; sinema için gittikleri AVM deki ünlü bir mağazadan kredi kartına on iki taksite almıştı mürdüm rengi takımını. Bu kanı çıkartmanın imkânı yoktu. Kuru temizlemeye vermesi gerekecekti. ‘’Kahretsin!’’ diye geçirdi içinden; hem masraf çıktığı hem de daha doyasıya giyemediği için. İnlemeleri duydu. Yerde yatan insanları. Adamın parçalara ayrılmış bedeni her yerdeydi. Sağlam olanlar yaralıların yanına koşturuyorlardı. ‘’Başka bir tane daha var mıdır?’’ sorusu insanların bakışlarına yapışmıştı sanki. Nerede olduğunu ve kendisine ne olduğunu anımsadı yeniden. Evini düşündü yerde yatan bedenine bakarken. Gözyaşları akmıştı yanaklarına doğru. Oysa en ufak bir acı hissetmiyordu. Hani insanlar ölürken ya da ölüme yaklaştıkları anlarda tüm hayatlarının gözlerinin önünden geçtiğini söylerlerdi. Oysa Aysun ölüme bu kadar yaklaşmışken şimdiyi ve geleceği düşünüyordu. Kızı ne yapıyordu şimdi mesela? Sabah gördüğü kâbus doğru mu çıkmıştı yoksa… Oğlunu düşündü… Annesiz geçecek zamanlarını… İlk sevgilisini kime anlatacağını? Hangi üniversiteyi kazanacağını? Evleneceği kızı, torunlarını… Nasıl anlatacaktı oğlu torunlarına babaannelerini? Anlamsız bir savaşın nasıl bir kurbanı olduğunu? Ya kızı! Okuldaki ilk müsameresini annesiz geçirecekti. Bütün anneler günlerinde boynu bükük kalacaktı. Ergenliğe geçerken geçireceği değişiklikleri kim anlatacaktı ona? Regle nedir, ne yapması gerekir? Evlenecek olsa, hamile kalsa, doğum yapsa yanında ‘’Korkma kızım!’’ diyen kim olacaktı? O sabah gördüğü kâbus bütün ömrünü sarsacaktı… Belki bir psikiyatrise götürmek zorunda kalacaktı babası kızını. Tekrar nasıl mutlu olacaktı Bennu? Oysa öyle narin öyle kırılgandı ki küçük kızı… Ve her arife günü toplaşıp mezarına geleceklerdi ellerinde çiçekler ve dillerinde dualarla... Buruk geçecekti bayramları. Ve hep bir eksik kalacaklardı. Masada, arabada, sinemada, bayramlarda, tatillerde, kavgalarda… Yerini kim gelirse gelsin dolduramayacaktı. Ya eşi? Nasıl baş edecekti hem eşinin ölümüyle hem de iki çocuğun sorumluluğuyla? Hastalandıklarında anneler beklerdi çocuklarının başını. Alınlarını öperek anlarlardı ateşi var mı yok mu? Şimdi hangi gömleğine hangi kravatı takacağını kime soracaktı? Kahvaltıyı kim hazırlayacaktı? En sevdikleri yemekleri kim hazırlayacaktı sevgisini de içine katarak? Yatağın diğer yarısını kim dolduracaktı? İşler zora girince kucaklayıp;’’ üzülme bunu da atlatırız!’’ diye kim teselli edecekti? Nasıl toparlanacaktı bir aile… Ve orada sevdiklerini kaybeden daha nice aile… Sahi ne olacaktı şimdi?
Zaman durmuştu. Yerde yatan bedenine bakıyordu. Gözleri hala aralıktı. Nefes almaya çalışıyordu. Daha bu sabah çocukları ve eşi için dua etmişti. Daha bu sabah kızı ile birlikte kahvaltı masası kurmuşlardı. Daha bu sabah her şey normal seyrinde akıyordu. Daha bu sabah zaman kavramı vardı. Ama şimdi zaman durmuştu. Son defa nefes almaya çalıştı. Gözlerini açık tutmaya çalıştı. Gözlerini açık tuttuğu sürece zaman geleceğe doğru akacaktı. O bomba patlamış olsa bile yaşam devam edecekti. Belki bir süre hastanede yatıp evine dönebilecekti. Yapamadı… Gözleri kalbinin sesini dinlemedi… Gözyaşları gözlerinin kenarından istemsizce aktı. Önce bir patlama oldu, sonra zaman durdu… Her yer karanlığa boğuldu… Zaman sonsuzluk oldu…(2011)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.