- 741 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
5. Sokak Figüranları
-I used to worry a lot, especially most, I can’t count that about who I’d be when ı grew up. But, life is curious! How much you think of your future, maybe with many delusions, you had captived by fate and finally like a similar ends, you lost power that the inspiration in God. No trick, no play, no steal; never go to heaven together you had annoying thoughts. I respect myself while death. Sometimes, I imagine pretty things, things I most want doesn’t happen. And sometimes, things I never expect to happen, they does. I am bad and I must go now!
Sahnede söyleyeceği tek repliği buydu. Yarım saat önce telefonlaştığımız da, nasıl yaparım, ederim diye evhamlar içerisindeydi. Fakat son derece profesyonel bir şekilde kendine ait olan repliği söylemişti. Gözleri beni aramıyordu. Sahneye evde dolaşırcasına çıkmış ve de kendisine verilen repliği ismini bilmediğim Antonio Vivaldi eseri eşliğinde söylemişti. Kimsenin benim kadar onu umursamadığını iyi biliyordum. Herkes oyunun son sahnesinde gerçekleşecek, yakışıklı oğlan ile genç kızın öpüşmesini bekliyordu. Önemsiz olmanın ne demek olduğunu iyi bildiğim için, evden çıkıp tiyatroya gelen kadar da ona verilmesi gereken şekilde moral de vermiştim. Fakat bunların eksik kalacağını da iyi biliyordum. Daha fazlasını bekliyordu. Cadı gibi dağılmış ve kabarmış saçlarıyla insanların ona bakmalarını istemiyordu. Yine de azmettiği yoldan geri dönmek istemiyordu. Çaresizliğini bana yaşatması, benim çaresizliğimi de arttırıyordu.
Maria: Kaprisli insanlardan nefret ediyorum.
John: Ben de Maria!
Maria: Sen de benim gibisin demek! Bir erkek, bir kadını ne kadar hissedebilir ki?
John: Sevdikten sonra hissetmenin ne önemi var ki?
Maria: Beni seviyor musun gerçekten?
John: Sevilmeyecek bir kadın mısın?
Maria: Güzel olduğum için mi bunu bana söylüyorsun?
John: Çok soru soruyoruz. Zaten zamanımız az. Biraz sonra Richard gelecek. O varken, bunu yapamayız herhalde.
Maria: Neyi?
John: …
Bütün tiyatro sessiz bir şekilde bu saniyeye odaklanmıştı. Yakışıklı oyuncu, genç kadının dudaklarını emerken, sessizlik en üst seviyeye çıkmıştı. Uçmak isteyen kelebekler dahi, kırmızı perdeye tutunup, bu ana şahit oluyorlardı. Yumruğumu sıkıyordum. Sıkılmıştım. Erkek oyuncu öpüşmeyi uzattıkça uzatıyordu ve kadın oyuncunun da buna itirazı yok gibiydi. Perde arkasından bir elin ikazvari bir şekilde oyuna müdahil olduğunu fark ettim. Anladığım kadarıyla öpüşme sahnesi çok uzamıştı.
Maria: Hayır, hayır olamaz! Seninle bir hayat yaşayamam John. Bunu yapamam, sen buna layık değilsin!
John: Ne demek layık değilim! Senin gibi güzel birinden vazgeçemem, benim olmalısın, benim!
Maria: Buna engel olmam lazım. Ben, ben seninle gelemem Caernarfon’a. Ben buralıyım ve buradan başka bir şehirde yapamam.
John: Yapamam ne demek Maria?
Maria: Seni seviyorum, fakat…
John: Fakat ne? Seven insanı engelleyen ne olabilir? Gel benimle, sadece gelmen yeterli olacak! Gel ve bir hayat yaşa benimle!
Maria: Gelemem. Birazdan Richard gelecek zaten, toparlanmalıyız. Bizi bu halde görmemeli!
John: Seni sevdiğimi o da biliyor.
Maria: Olsun! Bilmenin bir manası yok! Ben istemiyorum.
John: Yani?
Maria: Git, sadece git!
Sıkıldım. Oyunun bu kadar uzatılması bir yana, yıllar öncede bu oyunu izleme imkânım olmuştu. Yahu bu ülkede hiç mi yeni oyun yazılmıyor? Nasıl bir anlayış, ben de bilmiyorum. Şimdi Richard görecek bunları, birleştirecek mi acaba? Sonu saçma sapandı. Hatırlayamadım, takip edeyim oyunu bari.
Maria: John!
John: Maria!
Maria: Gitme, gitmeni istemiyorum John!
Sarılırken birbirlerine, kadının giydiği gothic kıyafetten dolayı göğüsleri iyice ortaya çıktı. Zavallı John kardeş! Sevdiği kadını adamakıllı basamıyor da böğrüne.
O da ne! Richard’da Maria’yı seviyormuş. Ve son. Of ya! Sıkıldım gerçekten. Bizimkisi nasıl acaba? İçeride ne yapıyor?
Richard: John, Maria’yı ben de seviyorum.
John: Sen, sen hainin tekisin Richard! Maria benim kadınım ve benim olacak!
Richard: Maria benden hamile, çocuğumuz olacak John!
John: Ne dedin sen? Yalan atıyorsun değil mi? Maria, Richard ile bunu yapamazsın, yalan atıyor değil mi Richard?
Maria: Hayır John! Maalesef hamileyim. Bir hataydı ama oldu!
John: Nasıl?
Maria: Senden önce biz Richard ile sevgiliydik. Sen gelmeden birkaç gün önce, Richard ayrıldı benden. Ama tamamen kopamadı benden. Seninle olmaz dediğimde, işte bu yüzden demiştim.
John: Lanet olsun ikinize de! Lanet, lanetler olsun…
Richard: John, üzülme dostum! Maria’ya çok iyi bakacağım.
John: Kandırdın beni Richard! Sen bunu hak ediyorsun.
Maria: John, dur yapma, ne olur!
John: Hayır, o ölmeli, ölecek de!
Ve sahte kılıç numarası yine! Of be, Kara Murat daha gerçekçiydi.
Richard: Ahhh! Bunu bana nasıl yaptın!
John: Ölmeliydin Richard, ölmeliydin!
Maria: Hayır, hayır ölemezsin Richard! Seni seviyorum, Richard çocuğumuz olacak, ölme ne olursun, ölme!
Richard: Ölüyorum ama ruhum hep seninle olacak Maria. Elveda!
Maria: Richard! Hayır!
John: Elveda Maria, ben gidiyorum.
Maria: Hayırrr, katil, bunu nasıl yaptın, ah hayır!
İnanmıyorum ya, yanımdaki kadın da tam feminist çıktı. Böyle saçma bir oyun üzerine bile yaptı yine yorumunu: ‘Yine olan, kadına oldu. Biz kadınlar hep acı çekiyoruz. Bizim suçumuz ne?’ Ulan adam da katil oldu, diğeri de öldü. Onlar çok mu rahatlar sanki?
Oyun nihayet bitti. Biterken de Paul Mauriat’ın Isadora müziği çaldı ya, tam oldu! Tüm oyuncular bizi selamlamak için perdenin biraz daha ötesine geçtiler. Güzel bir manzara; hiç de özel hissetmiyorum kendimi ve şehrin en berbat mahallerinden birinde oturuyorum. Buna mana vermem gerekmiyor da zaten!
Aşırı yurtların, hasret telleri ile örülmüş sokaklarında kimsesiz bir hiçim. Sabah erkenden uyandığımda da, dünya aynı, geç uyandığımda da! Beni iyi hissettirdiğini zannettiğim diş fırçalama ayinlerim bile emperyal bir deklare gibi! Hep geç kaldığımı hissettiğim hayatta, biraz daha erken olması gereken mecburiyetlerimi çoktan kaybettim. Terliyim, kokuyorum ve hiç de memnun değilim bu koltukta defalarca sıkışmaktan. Selamlaşma faslında onu göremiyorum. Şimdi çaresizliğini bana yaşatan bir oyuncu yoktu sahnede. Sanırım o da oynamaktan bıkmıştı. Kendisine böyle önemli bir oyun içerisinde verdikleri İngilizce replik ile etkisiz bir eleman gibi sahne de dolaşmayacağını zaten biliyordum. Kafasının karışıklığına ait sebebi düşünmek istemiyorum. Şuur mekanizmamı iğdiş eden bombardımanın etkisi altındayım. Perde bir an önce kapanmalı!
Bu dördüncü sigara! 4. Mahmut’ta zamanında tütünü yasaklamıştı ya, aklıma geldi birden. O zamanlarda beni görselerdi, hafiyelerdi sanırım, hemen gerekli mercilere ismim, namım giderdi de, elimi, başımı artık; bir yerimi alırlardı cellât eliyle. Gerekli olduğum kadar yaşardım ben de ya da hareket ederdim ölene kadar öylece!
Gelmedi hâlâ! Nerede kaldı? Seyircilerin hemen hemen hepsi tiyatrodan çıktılar. O hâlâ yok ortalıkta. Normalde erkenden yanıma gelir, yürüyerek eve dönerdik. Ama yok, gelmedi!
Mayıs yağmurlarında ıslanmak da güzel! Sokağın lacivert asfaltında dans eder gibi voltalar atmak… Bu bir Fransız parfümü, Çinli bir delikanlının imitasyon hikâyelerinde saklı nobran ve hâkim olunmamış duyguların Oliver Twist’li blues takıntısıyla, ayağıma kramp girecekmiş gibi bağırsaklarım sıkışıyor, depresyon ilaçlarını almamış on sekizlik genç bir kızın kırık saç tellerinin düşüşüne benzer, sigaranın küllerini takip ediyor gözlerim. Hırçın denizin dalgalarında uyutulmaya layık hayat hikâyelerini oynayan insanların çıkışı da tamamlanınca, içeri girmem gerekliliğini anımsıyorum. Bu oyundaki Maria değil miydi? Maria, pardon Hümeyra!
-İçeride mi hâlâ?
-Burada mısın sen hâlâ?
Hâlâlaşıp duracak değiliz ya sabaha kadar! Biraz da gıcık olduğum için bu kadına, hiç sormamam gerekiyordu. Duyduğuma göre, kıskanıyormuş bizimkini. Bundan dolayı da bizimkinin rol sayısı azaltılmış. Ne önemi var ki! Yağmuru istemeyen insandan ne medet umabilir ki bir başka insan?
Burası hep sıcak ve de boğuk olmak zorunda mı? Yürüdüğüm karanlıklar arasında, 40 voltluk bir lambanın yanıp yanıp sönüşüne tanık oluyorum. Müşfik elektriğin ampulü yaşatabilmek için son çabaları… Ve umutlu bekleyişler… Burası neden ter kokuyor ki?
Büyükçe, tahtadan yapılmış bir sepet içerisinde değişik renklerde onlarca şapka. Yanında bulunan askılık da kravatlar, papyonlar… Onun arkasındaki masa gibi duran cam levhada ise takma bıyıklar, altındaki plastik kafaların üzerinde ise peruklar… Soyunma odası mıydı burası yoksa ağlama odası mı? Bizimki yine ağlıyor. Beni gördüğünü biliyorum. Beni hep görüyor zaten. Beni hep gördüğü için, ağlayabiliyor rahatça!
-Yağmur var mı hâlâ yüreğinde?
Cevapsız kalacağını bildiğim milyonlarca soru içerisinde neden bu soruyu seçtim, bilemiyorum. Onu İtalyanlara benzetmekle, ona haksızlık mı ediyorum, yoksa onu Kibele’nin ruhuna Fatihalar gönderir gibi kutsuyor muyum, zor bir soru! Siyah saçlı, zayıfça kadınların kaderidir belki de yağmurla hemhal olmak! Saçlarının elektriklenen yanıyla… Üşüyor sanırım. Üzerine aldığı battaniye kaç oyun boyunca kullanıldı ve de kirletildi, cevap vermek de güçlük çektiğim kadar, bu kadar kirli bir şeyi üzerine almasına da şaşırıyorum. Omuzlarının yuvarlaklıkları iki avucumun arasında olmalıydı. Ama battaniyeden dolayı gözükmüyorlar. Sağ elinin parmakları arasında muhteşem bir dayanışma var. Şahane bir manzara! Bakkaldan alınmış kâğıt mendil, hiç bu kadar şanslı olmamıştı! Parmakları arasında ezilen mendilin nefes aldığını biliyorum. Şükrediyor dünyaya geldiğine. Arada sırada burun çekme sesleri, birkaç saniye sonra yerini bir palyaçonun hadsiz merakıyla dolu baş dönmelerine bırakıyor. Başım dönüyor. Dışarıda onu beklerken, ceketimin cebindeki son üç kas gevşetici hapını, susuz olarak yutunca, başım döndü. Sanırım karaciğerimin organelleri arasında ters giden bir şeyler var. Başım dönüyor ve sol elimle metal bir dolabın, ter kokan taytlarla dolu üst tarafına tutunuyorum. Sanırım hata ettim. İntihar vakası olabileceğini polise söyleyebilecek şahidim dahi yok! Hâlâ burnunu çekiyor. Çok ağladığını biliyorum, şimdi teninin kokusu yayılmış odaya. Yaklaşmam lazım ona.
Bu umursamaz bakışı biliyorum. Hayır, hayır umursamaz değil, umursatılmamış bakışı. Bordo renkte eteğini seviyorum. Aslında onu her haliyle seviyorum. Kırmızı, mavi, beyaz, yeşil, sarı, turuncu, pembe ve belki de mor… Onu sevemeyeceğim tek renk gri aslında! Çünkü griyi sevmediğini biliyorum ve onun sevmediği şeyi benim de sevmemem lazım. Ama tarafgirliğe de gerek yok sanırım. Onu ben her haliyle seviyorum. Kadınım…
Başımı baldırlarının üstüne koyup, diz çöktüm. Sandalyenin oturak kısmına yakın yerden tutunca, elbisesine sinen ten kokusunu daha rahat alabilmek için burnumu sağ baldırının hafifçe iç kısmına doğru yaslandırdım. Burnumun aldığı koku yavaşça değişmeye başlamıştı. Odanın içindeki ter kokusundan uzaklaşmış ve de eskiden geceleri hep aynı saatte uyumak için büyükler tarafından çıkartılan yün yastık ve de yorganlar arasında kaybettiğim o kokuyu şimdi alabiliyordum. Sol elinin işaret parmağı ile saçlarımın arasında dolaşıyordu. Uzadıkça daha çok kıvırcıklaşan saçımın arasında onu hissetmem güzel bir duyguydu. En azından onun hüznüne ait bir zaman dilimini ortaklaşa paylaşabildiğimizi söyleyebiliyordum. Mümkünatı olmayan mısmıntılığı yapan serkeş ruhlarımızı dindirebilecek tek ses, yine ona aitti:
-Kimse var mı içeride? Kapıları kilitleyeceğiz.
Bu bağıran, üniversite son sınıf öğrencisi Cengiz olmalı! Geç saatlere kadar tiyatroda durup, kendisine ek para kazanmak için uğraşıyor. Zaten anaparası da devletten aldığı çeyrek bin liralık kredi bursu. Bizimkisi hâlâ kalmak derdinde! Bilmiyorum, gitmeliyiz ama. Ter kokuyor bu oda. ‘Bütün bir gece bahar gibi kokabilir misin?’ diye kendisine sorma isteğim var. Eğer ‘evet’ derse, istediği zamana kadar beraber kalabiliriz.
-This is must be blessing.
Basit bir deyim, uzattığını kendisi de biliyor. Ama neyin Allah’ın ihsanı olduğu konusunda şüpheye düşüyorum. Sabah ezanının okunmasına birkaç saat kaldı ve biz tiyatro içerisinde garip bir halde beraber sessizleşmekle meşgulüz.
2001’in ağustos ayı olmalı! Hâlâ küçük bir yaratık olmanın zelilliği ile beraber savruluyorum. Onu daha tanımamanın handikaplarından biri de, onu tanıyacağımı bilememek olmalıydı! Sıfırdan başlanan bir iş kadar azimle kitaplar üretiliyordu orada. Orası yabancı ve de uzak! Ama oraya gitmek de artık zor değil! Orası uzak da değil, orası aslında hiç uzak değil! Değil olması o sözün o kitap da olmasını da engellemiyor. O söz bir kere çıkmıştı ruhtan!
‘’Directly you cannot ask for slavery; it is too humiliating. And directly you cannot say to someone, ‘’Become my slave.’’ He will revolt! Nor can you say, ‘I want to become a slave to you.’’ So yo say, ‘’I cannot live without you.’’ But the meaning is there; it is the same. And when this –the real desire- is fulfilled, love disappears. Then you feel bondage, slavery, and then you start struggling to become free.’’
Aslında Osho haklıydı. Fakat Osho’yu takacak zamanım var mıydı ki? Dünyanın en önemli yazarlarını önüme getirseler ve bana en güzel metinlerini okusalar da, yine de bu andan vazgeçebilir miydim? Ben ‘özgür’’, ‘’free’’ takılmak istiyor muyum şu anda? Dakikalarca onu bekledim. Bu dakikaların çok olmasının hükmü de yok! Ona ‘’köle’’, ‘’slave’’ olmak için değildi ki bekleyişim ya da ‘’onsuz yaşayamam’’, ‘’I cannot live without you’’ hali değildi ki! Onun kokusuyla ve de onu burnumun ucuyla, dudaklarımın titrekliğiyle hissederken, başka türlü nasıl davranacağımı bilmiyordum. O ve benim aramda ince bir çizgi vardı. Belki de Osho’nun devam ettiği iki sonraki paragraftaki gibiydi:
-Love doesn’t become attachment. Attachment was the need; love was just the bait!
Sonraki balık örneğini düşünmeme gerek yoktu. Kendimizi sudan çıkmış balık gibi hissettiğimiz anda, film kopmuyor muydu zaten? Aşk gerçekten sevgiye dönüşemiyor muydu ve sevgi gibi olamıyor muydu? Sanırım bu sefer ben, hack edilmiş bir banka hesap numarası kadar sahipsizdim. Biz âşık değildik birbirimize. Birbirimizi seviyorduk. Aşk bir tür hayat içinde yemler atmaktı duygularımız içerisine. Ama sevgi öyle değildi. İhtiyacımız vardı birimizin diğerine, diğerliğimizin ikimize, ikimizin diğersiz kalışlarımıza! ‘Sensiz yaşayamam’ diyemezdim ona, o da bana diyemezdi. Çünkü yaşam Maria’nın beklentileri gibi devam etmeyip, bir anda seyrini değiştirebiliyordu. Yalnız değişmeyen onca şey vardı, onca durağan fotoğraf! Mekanizma içinde atomlar ağır yüklerle vazife alırken, madde eylemsizliğini dış dünya ile kutlamaya devam ediyordu. Nispet edercesine, insan egoist oluyordu. Daha fazla atomun parçalanmaması lazımdı. ‘Atomlar parçalanmamalı, kız çocukları yetim kalmamalıydı!’ Srebrenitsa’daki kadınların meçhul hikâyeleri olduğu kadar… Aslında düşünmek zorunda değildim. Sandalyeden ellerim çekilirken, bu sefer ellerinden tutuyordu atmosfer. Basınç hiç bu kadar güzel olmamıştı! Peçetesine dokunan sağ elimin dördüncü parmağı, dışarıda içtiğim dördüncü sigarayı aklıma getirdi. Sımsıkı boynuma sarılınca, basitleşip, artık eve gidebileceğimizi biliyordum. Dişlerinin mızmızlığına, burnu eşlik ediyordu. Yorulmuştum beklemekten, gitmeliydik!
Gidiyoruz. Bu sefer karanlığın ortasından yarılıp, avuçlarımızda dinmek adına ortaya çıkan araba farlarını da umursamıyoruz. Sırtım ağrıları ile ortak bir bahane bulurken yorgunluklara, üzerindeki değişik tonda yeşil renkteki montuna daha sıkı sarılıyor. Antigravitasyon bu olsa gerek! Gülümsediğini biliyorum, yine de bakmıyorum yüzüne.
Yağmur yağıyor. Lacivert asfalt üzerinde yaşlı sokak lambaları… Yer yer kümelenmiş su birikintileri… Yolun her iki tarafından saf tutmuş, farklı modellerde arabalar… Yeşilin en can alıcı hisse bulandığı Selvi ağaçları, az ötede çöpçüler… Saatin kaç olduğunun hiç önemli olmadığı caddeler… Eskidikçe güzelleşen bugün, sabahı olmalı diyen dünün yılgınları… Pencerelerde sarı ve beyaz ışıkların dansları… Sesler, gölgeler arasında gizlenen adımlar… Yağmur yağıyor, saçlarının ıslandığına şahit olduğumuzu ikimizde birbirimizden saklıyoruz. Saçlarımdaki beyazları henüz göremiyor.
Bu ses onun sesi! Katlanabilir miyim sesinin ardı sıra sakladığı hüzne, bilemiyorum.
-Önemli olmak istediğim filan yok! Hangi oyunu verirlerse versinler, yine de oynarım. Fakat bu değil benim üzüntüm. Neden oynayacağım oyunlarda en ağır duygusal rolleri ben alıyorum?
İşte bunu anlayamadım! Gerçekten en ağır duygusal rolleri o mu alıyordu? Acaba oyunu takip ederken bir ara uyudum da, unuttun mu bazı sahnelerini?
Devam etti.
-Aslında yeteneğimin olup olmaması da önemli değil! Ben sevmek istiyorum yaşamayı ve sevdirmek istiyorum insanları. Bunun yolu sanatsa, sanatla yaparım. Çıkarım sahneye oynarım ve de…
Ve de ne?
Sanırım yine gerisi yoktu. Söylediklerinden yorulmuyordu. Söylemek istediği şeyleri tekrarlamaktan da yorulmamıştı. Yorgundu sadece. Sebep aramam ve araması da gerekmiyordu.
Islanan saçlarını eliyle düzeltip, kulağına taktığı begonya desenli küpelerini gecenin karanlığında sallandırmaya başlayınca, bileklerini ovuşuna tanık oldum. Bileğini ovması, dünyanın bütün çocuklarını sevip, saçlarını okşama isteğinden ötürüydü. Anonim bir türkü kadar basit ve doğal varlığı, asudeliğin meltemleriyle sevişiyordu.
Önsevişmesi hiç tükenmeyecek iç yanmalarının izdüşümü olarak, gölgesinden kaçmak istediğinin farkındaydım. İkimizin de bu yolu sonlandırmamak için bahaneler üretip, kendimizden kaçtığımızın farkına vardım. Kendimizden kaçıp, birbirimize sığınmanın tam vaktiydi yine.
Taksi durağının arkasında yıllardır heybetli bir şekilde ayakta duran çınar ağacının ıslak gövdesi, yağmurla karışan teninin kokusunu bu gece saklamakla görevliydi. Artık kimin ağladığının hiçbir önemi yoktu. Yağmur durmuştu.
5. Sokak Figüranları Yazısına Yorum Yap
"5. Sokak Figüranları" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.