- 871 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ağıt
Sıcak bir yaz ayıydı. Kışlık okul giderlerimi çıkarabilmek amacıyla girdiğim, iş yerinde orman işçilerinin başında görevli olan orman memurlarına yardım ediyordum.
O yıllarda, köylerin pek çoğunda devlet eliyle yapılmış doğru dürüst yol yoktu, Çünkü devletin her köye yol yapacak ne bir dozeri ne yeterli diğer iş makineleri de maddi olanakları vardı.
Pek çok köy o zamanlarda, kendi yolunu belli bir yerden sonraki kısmını, kendi olanaklarıyla kazma kürekle el emeğiyle imece denen usullerle yaparlardı.
İmece demek, köy halkının toplanıp toplumun müşterek kullanacağı yapılması gereken yeri, ya da bir işi hep birlikte yapmasıydı.
Halk toplanır ve köyde yapılacak iş için gücü yeten her kimler varsa köye ulaşan yollarını kazma kürekle kendileri yaparlardı.
Yaptıkları bu yollar da saten sadece bir hastalık durumunda kullanılan, köylerden şehre ciple hasta götürebilmek ya da haftada ya da ayda bir ciplerle şehre gidip gelebilmek için yapılan dar inişi yokuşu çok fazla olan keçi yoluna benzeyen daracık yollardı.
Eski zamanlarda köylere ulaşan kamyon yolu, otobüs yolu pek bulunmazdı hele dağ köylerinde hemen, hemen hiç yoktu.
İşte böyle bir yılda böyle bir zamanda başladı, benim burada sizlere hikayesini anlatacağım şu unutamadığım Ağıt a konu olan anılarım.
Ak deniz arkası olan orta Toros dağlarının orta yerinde, Taş eli platosundan geçip Mersin ili Silifke ilçesinden denize dökülen, Gök su ırmağının kaynağının başladığı yerlerde şehirden çok uzakta olan güzel şirin bakir bir orman köyü vardı.
Bu köyün etrafı, o güne kadar hiç el değmemiş halkın akçam dediği ormancılarınsa karaçam dediği ormanların arasında asırlık ceviz ağaçlarıyla ünlü şirin yemyeşil bir köydü.
Köyün hemen altındaki kanyonlarla dolu vadiden uzun ve derin kanyonlardan akarak Ak denize ulaşan Göksu ırmağında ise o yıllarda beton köprü desen hiç yoktu.
Halkın imece usulüyle kendi yaptığı keçi yoluna benzer dar bir cip yolu şehirden ırmağın kenarına kadar gelirdi, oradan da ırmağın üzerindeki asma köprüden korkula, korkula köye geçilirdi.
Böyle bir zamanda orman idaresi bu köyün çevresindeki bakir ormanlardan faydalanmak amacıyla kereste biçtiriyordu. Ve biçtirdiği keresteleri de kamyon yolu olmadığı için, su yoluyla o yöreden en az 50-60 km. uzaklıktaki kamyonların varabileceği ve yolu olan ve orman idaresi mensuplarının son depo dedikleri yerlere taşıyorlardı.
İşte ben bu işi yapan, adına tahtacı dedikleri orman işçilerinin başlarında görevli memurlarına yardım etmek amacıyla ve kışlık okul harçlığımı çıkarmak amacıyla bir zamanlar görev almıştım.
Erkekli kadınlı çoluk çocuk müşterek ailece çalışan, bu tahtacılar o yıllarda daha henüz motorlu testere çıkmadığından ormandan kesilmesi gereken ve orman idaresi yetkililerinin ormandan seçerek işaretlediği ağaçları kolasar dedikleri kalın dişli testerelerle kesiyorlardı.
Daha sonra da bu ormandan kestikleri ağaçların kabuklarını, tahtacılar ailece özel keskin baltalarıyla soyuyorlar ve orman içinde bir iskele yapıp iskele üzerinde bunları tekrar katırlarının taşıyabileceği ve idarece belirlenen ölçülerde lata haline getiriyorlardı.
Latalar tahtacı katırlarının kolayca taşıyabileceği kalınlıkta üç dört metre boyunda 25x30 cm. ebatında falan olan, dört köşe şeklindeki, kabuğu soyulmuş yuvarlak ağaçtan lataya dönüştürülmüş taşınabilir ağaçlardı.
Tahtacılar ormandan bu hale getirdikleri ağaçlarını katırlarıyla ırmak kenarına taşıyıp orada istif ediyorlardı ve bizler de bunları buradaki istif yerinde ölçerek lataların alınlarına ölçülerini yazıyor ve özel defterlerine kaydediyorduk.
Daha sonra bunları işçiler, ormandaki işleri bitince lataları ırmak suyunun içinde bazen sallar yaparak, bazen’ de ırmaktaki suyun aktığı geçitlerinin dar olduğu yerlerinde sallardaki ağaçlar salınarak teker, teker son depo denen 50-60 km. uzaklıktaki artık kamyonların girip çıkabildiği ve değişik şehirlere ulaşan yolu olan son depolara su yoluyla taşınıyorlardı.
Artık tahtacıların ormandaki iş bitmişti ve yapılması gereken iş sırası, bunların ormandan kesip katırlarla ırmak boyuna indirdiği lata dedikleri ağaçları, ırmaktaki su vasıtasıyla ırmağın içinden son depolara nakline gelmişti sıra.
Latalar birer, birer suyun üzerinde sal haline getirildi ve kancalar vasıtasıyla kıyılardan ite kaka suyun akış yönünde götürülüyorlardı.
Bir ara suyun şelaleler yaparak aktığı dar bir kanyona gelinmişti. latalardan oluşan salların buradan geçmesi imkansız olduğundan, sallardaki ağaçların çözülmesi ve lataların teker, teker kanyondan geçirilmesi gerekiyordu.
Genç bir işçi salların üzerine Salı çözmek için çıktı. Sonra bir başkaları öbür salların üzerine aynı iş için çıktılar. Gurup kalabalıktı. Her salın başında üç beş kişi olmak üzere kırk kişiydiler.
Her işçi altındaki salın bağlarını çözüyordu, saldaki lata halindeki ağaçlarını kanyondan teker, teker geçirmek istiyordu. Birden bu işle uğraşan içlerinden birinin saldaki ağaçları sağa sola dağıldı tetbirsiz ve tecrübesiz olan genç işçi bir anda kendini azgın suların içinde buldu.
Etrafından diğer arkadaşlarının bıraktığı yüzlerce belki binlerce kendi yaptıkları latalar suyun hızıyla hızla kanyonun şelalesine doğru hızla sürükleniyorlardı.
Olacak ya bunlardan biri geldi, bu işçinin kafasına çarptı. İşçinin kafası patlamıştı can havliyle etrafındaki arkadaşlarına bağırıyordu.
Etrafındaki diğer işçiler hemen onun yardımına koştular, onu sudan alıp çıkardılar amma, genç adam beynine darbeyi çok fena yemişti.
Yakınlarda ne bir doktor, ne bir hastane, ne de yardım isteyecek bir telefon vardı. Araba yok yol yok, şehir desen hayvan sırtında en az iş yerine iki günlük mesafedeydi.
İşçiler toplandılar yaralarını sarıldılar, ama onun iyileşmesi mümkün değildi. Çünkü genç işçi darbeyi tam kafadan yemişti beyin parçalanmıştı.
Irmaktaki akan su kıpkırmızı olmuştu şelalelerden köpük, köpük kanlı sular akıyordu. Bağırmalar ağlamalar vadinin içerinde yankılanıp duruyordu.
Ve çok geçmeden de, bu ormandan ağaç kesme ve kesilen ağaçları su yoluyla son depolara nakil işinde çalışan bu genç adam çıkarıldığı kıyıda can vermişti.
Tahtacı denen orman işçileri konuşurken genellikle kelimeleri uzatarak konuşurlar hatta bunların pek çokları da konuşurken (R)harfini kullanamazlar. Bu harfin yerine pek çokları (Y )harfini koyarlardır.
Üç kuruşluk geçim parası uğruna günlerce hatta aylarca bin bir zorluklarla rezillik içinde ormanda ve daha sonra da, su naklinde çalışırken bunların başına gelen bu hiç beklemedikleri acı ölüm olayı onları çok derin acıya boğmuştu.
İşçilerin içinde kadın kız erkek çoluk çocuk kim varsa toplanmış ortalığı çınlatan dağı taşı inleten bir yastır bir ağıttır başlamıştı.
Vadinin kayalık kanyonlarında onlardan ağlarken çıkan acıklı ağıt sesleri, adeta dağlardan inen çığlar gibi çoğalıp durur tüyleri ürpertiyordu.
Yalçın kayalar adeta seslerine çoluk çocuğun kadın kız erkeğin birlikte yaktığı ağıtlarına bir hoparlör vazifesi görüyordu.
Ağıt
Yiğidim, yiğidim, kanlı yiğidim,
Yanında baltayla yatan yiğidim,
Akçamı baltayla kesen yiğidim,
Çok sessiz bir hal var, sende yiğidim.
Bu kan ne damlardır senden yiğidim.
Çamları ketsin’ de, yaptığın salda,
Ne yaptın sen birden, kapıldın suya,
Ses versem ağlardır kanyonda kaya,
Uyan beyim uyan, bak sabah oldu,
Kalk da bak, ortaya sofran kuruldu.
Kartallar kuzgunlar, dönüp dururken,
Sen hiç mi korkmazsın anlamadım ben,
Ah oğlum vah oğlum /nasıl düştün sen,
Başında kuzgunlar, döner dururdur,
Her yerin yarandan kanar dururdur.
Ah oğlum, vah oğlum, delirttin beni,
El bebek gül bebek, büyüttüm seni,
Yar dedin, kız buldum, everdim seni,
Bir kadın üç çocuk, kaldı da senden.
Bir veda etmezsin, kalkıp da yerden..
Ah dağlar vah dağlar, bu nazın kime,
Bir kara taş koydun, benim göğsüme
Beş oğlum daha var, hiç de sevinme,
Gözyaşım gün gelir dinerdir bir gün,
Bu dağda orman var, yaparız düğün.
A.Yüksel Şanlı er
15 Mayıs 2012-05-15
Antalya.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.