Aşkın Halleri I (Ağrı Dağı) Anneme ithafen...
Tüm Annelerin Anneler Günü Kutlu olsun...
Yalnızlığın ifadelerinde hüzün, yok ediyor beni anne… yokluğunda, gökyüzünden topladım açlığımın serinliğini. Yıldızlardan öğrendim sana bir arşın susamışlığımı, aşık olmuşluğum ekmek gibi nafakamdı, demli bir çay bardağında, koyu, çay gibi demli, yoğundu sana olan iki cihan hasretliğim…
Taksim’de daha önce kararlaştırdıkları çay evinin önüne geldiğinde, kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu Merinos’un. Öyle yorgun ve öyle bitkindi ki heyecandan, kendisini toparlayabilmek için, içini çekerek duvara yaslandı. Duvarın buz gibi beton yüzüne sırtını sırtını dayadı ve çöküp duvarın dibine oturdu. Gözleri uzaklara dikili öylece, bardaktan boşanırcasına yağan yağmuru izledi bir süre. İstanbul yağmurlarının pek yaman olduğunu duymuştu, « söylenildiği kadar da varmış » dedi kendine! Duvarın dibinde ne kadar oturduğunu hatırlamıyordu. Yağmur damlalarının piyano tuşlarına vurur gibi, oturduğu yerin fayanslarına düşüşünün ahengiyle, kendisine geldi, heyecanı yatışmıştı! Yagmurun mutluluk olduğunu biliyordu Merinos ve tüm kâinatın üzerine eşit yağdığını da. Evet şimdi birazdan o çok sevdiği adam gelecekti, kollarına atlayıp küçük kız çocukları gibi sevinecek, yağmurun rengi kadar mutlu olacaktı…
Bir süre düşünceler içinde her şeye kayıtsız kaldı Merinos. Daha sonra etraftan bakanların kendisini gelip rahatsız edeceklerini ve kendisine neden öyle duvarın dibinde oturuyor diye soracaklarından çekinerek toparlandı, duvara tutunarak ayağa kalkıp içeriye girmek için hazırlandı. Zaten bayan oluşundan dolayı tek başına rahat dolaşamıyordu buralarda. Nedense kendisinin etrafı incelemesi, insanların dikkatini çekiyor, gelip kendisine « kayıp mı oldunuz » diye sordukları oluyordu. Ya da tarihi yerleri, kendinden geçerek hayran hayran izlerken, veya kendisini tamamen gördüğü şaheserlerin ritmine vermişken, birisinin yanına yaklaşıp bir şeyler söylemek istemeleri, kendisini hem ürkütüyor, hem de korkutuyordu. Şimdi böyle duvarın dibinde oturmasını hele hiç normal karşılamazlardı, dilencidir diye düşünüp para verenler olabilirdi! Gülümsedi Merinos! İçeri girerken okuduğu bir şiiri hatırladı, bir zamanlar kendisini güldüren. Orhan Veli Kanık şöyle diyordu bu mısrasında:
Sokakta giderken, kendi kendime
gülümsediğimin farkına vardığım anlarda
insanların beni deli zannedeceğini düşünüp
daha çok gülümsüyorum...
Merinos, gündüz olmasına rağmen pembe ve mavi ışık karışımı ışınların altında, yüksekçe sandalyelerden birine oturarak, garsona kendisine bir çay vermesini rica etti. Masalar ve sandalyeler alışılmışlığın dışındaydı. Şimdiye dek görsede kimi yerlerde bu türleri, hiç oturmadığından, şimdi oturuşunu garipsemişti. Ayakları yerden yarım metre yukarda sallanarak, iki de bir sanki ayaklarının yere değmesini hissetmek istercesine, bir sağa bir sola oturuş durumunu değiştiriyordu! Ama başka da oturacak sandalye olmadığından mecbur kalmıştı. Başka yere de gidemezdi, sevdiği ile burada buluşmayı kararlaştırmışlardı. Garson çayı getirdi, başka bir şey isteyip istemediğini de sordu. Merinos, şimdilik bir isteyinin olmadığını söyledi. Aklı fikri sevdiği adamdaydı. «Ya kendisini burada bekletip gelmekten vaz geçerse? » Aklına binbir soru takıldı peş peşe, « off! - şimdi sırası mı bu soruların, hem neden ön yargılı düşünüyorum, henüz bir şey yok ortada, henüz onunla tanışmadık! Mutlaka gelecektir, » kafasından olumsuz fikirleri atmaya çalışırak: « ne olacaksa olsun canım, birazdan anlayacağız » dedi kendine, rahatlamıştı! Ve bitirdiği çayın yenilenmesi için garsona seslendi. Garson, Anadolu geleneklerinden kalma ince belli, altın kemerli bardağında çayını yenilerken, Merinos çok sevdiği vatanında çay yudumlamanın zevkine vararak, yeniden daldı hayallere. Taa çocukluğuna, doğup büyüdüğü büyülü köyüne uçup gitti aklı…
Dört kız kardeşin en büyükleriydi Merinos. Annesi bir gece babasıyla yatmış, tavlada zar atılmış gibi düşmüştü ana rahmine ve dokuz ay sonra da sancılı çığlıklar atarak gelmişti dünyaya. Bebekler doğarken neden ağlayarak doğuyorlardı ki! Gülerek değil de, ağlayarak! Ağlamanın bir hikmeti mi vardı, bilemiyordu? Dünyaya kız olarak gelişiyle anne babasını da hüzünlendirmişti. Mevla’nın seçimidir diyerek annesi onu sevgiyle bağrına basmıştı. Acıktığında emzirmiş, sütü yetmediğinde, keçiden sağılan sütle beslemişti! Peşine doğan kızkardeşleriyle oynaya güle, ağlaya sızlaya, bazan da saç baş kavgaya meyillenerek, köyünde her çocuk gibi doğanın kollarında büyümüştü. Annesi, her anne gibi onu temel iç güdüleriyle korumuş ve sevmişti. Doğal, anaç sevgisiyle titremişti her defasında üzerine. Annesinin yanık sesinden masallar ve öyküler dinlemişti. Hayal gücünü annesinin sesiyle süslemişti, bilmeden annesinin dertlerine ve yalnızlığına ortak olmuştu…
Uzak buzullarda penguenlerin bir filmini izlemişti Merinos. Orada, fırtınaya karşı, kurda-kuşa karşı, anaç penguenler hayatlarını tehlikeye atarak yavrularını nasıl da koruyorlardı. Sonra tüm memeli yaratıkların ve kuşların da bebelerini dış tehlikelere karşı koruduklarını biliyordu. Onlar da, kimileri bebelerini emziriyor, kimileri ağızlarıyla yemeklerini veriyordu. Kendisinin büyümesini penguenlerle eş tuttu Merinos. Bir bakıma öyle büyümüştü. Kendisinin isteği olmadan dünyaya gelmiş, varlığın içinde varlıksız, anne-babasının yanında öksüz gibi, tabiat ananın kucağında, acıktığında karnı doyurulmuş, gerektiğinde temizlenmiş, uyutulmuş, kardeşleriyle, kazlarla, kuzularla, danalarla oynayarak büyümüştü. Başakların arasında yuvarlanarak, tarlalarda binbir çiçeklerin arasında kelebeklerle oynaşarak, çamurdan oyuncaklar yaparak serpilmişti… Bütün çocukluğunu annesinin anaç güdüleri ve emekleriyle, bebekliğine paralel, bilinçsizce geçirmişti ve bu yüzden de kendisinde var olan bir çok yetenekler görülmemiş, imkânlar sağlanmamıştı. İşin garip yani, çocukluğunda ki resim yapma gibi yetenekleri öğretmenleri tarafından da farkedilmemişti! Anne babanın görevleri doğurmakla bitmiyordu galiba? Anne-baba olmak, en çok çocuklarını yetiştirmedeki görevleriydi. Yoksa herkes anne-baba olabiliyordu. Anne-babası görevlerini, sadece çocuklarına yiyecek vermekle yükümlü kılıyorlardı, onlar da kendilerinin görevlerinde bilinçsizdiler!
Birden irkildi Merinos, annesinin-babasının ne suçu vardı ki! Onlar da kendisi gibi salıverilerek büyütülmüşlerdi. Asırlardır böyle gelmiş böyle devam ediyordu çocukların büyümeleri. Sanki bir aneneydi bu gelişigüzellik! Gece yat, gündüz doğur, sonra da “Allah rızkını verir! ” Anne-babaların o kadar sorumlulukları vardı ki, nerden bileceklerdi ki çocuklarına manevi bir şeylerin de verilmesi gerektiğini! Kendilerini yaşatabilme ve ayakta kalabilme sorumluluklarından, ekmek parası için didinmekten, çocuk sevgisinin eğitimle de olabileceğini nerden bilebilirlerdi ki? Acılar, uğraşlar bitmiyordu, sorumuluklar hayatın son nefesine kadar devam ediyordu!
Merinos hayallere öylesine kapılmıştı ki, garsonun kendisine bir şey isteyip istemediğini sorduğunu duymamıştı. Garson yanına yaklaşarak ve birazda başını eğip sesini yükselterek seslendiğinde, irkilerek garsona baktı, garsonun hafif öne eğildiğini görünce de gülümseyerek bir şey istemediğini söyledi. Ayağa kalkıp kapının önüne çıktı, yağmur hâlâ aynı şiddetiyle devam ediyordu. Sevdiği geç kalmıştı. İstanbul’un trafiğinden ancak gelebilirdi diye düşündü, hele bir de yollar tıkanıksa! Hele bu yağmurda kim bilir trafik ne derece yoğundu. Anadolu yakasının öbür ucundan geliyordu Taksim’e, yol uzundu elbet. Yoksa vaz mı geçti gelmekten acaba? -diye düşünürken elinde sıkı tuttuğu telefonu çaldı. Cebine koymamıştı, çalarsa “duymayabilirim” diye. Telefonu açtı; evet, oydu, sevdiği adam! Kalbi duracak gibi oldu, her yerini bir anda sıcak bastı. Ne güzel bir duyguydu bu ya Râbbi! Telefonu kulağına götürdü ve « alo » dedi. Kuzunun sesi, yarı çocuksu, yarı erkeksi. « Nerde kaldın kuzu ya! - sabahtan beridir seni beklemekten çay oldum » dedi safca ve duygu dolu bir sesle Merinos. “Of Allah’ım onu ne çok seviyorum” diye tekrarlamaktan da kendisini alamadı. Telefonun öbür ucunda kuzu: « Merinos, ben biraz geciktim kusura bakma, ama yoldayım şu an, yarım saate kalmaz yanındayım, bekle beni lütfen» dedi ve telefonu kapattı. Merinos, kuzunun kendisine geciktiği haberini vermesine çok sevinmişti. En azından artık şüpheli fikirler cirit atmayacaktı kafasında. Evet, o da kendisini seviyordu, hep öyle demişti ya. Kendisini her haliyle kabul ettiğini, her şeyiyle sevdiğini defalarca söylemişti. Merinos sevinçle içeri girdi ve yeni bir çay daha vermesini rica etti garsondan. Garsonda hiç itiraz etmeden böyle üst üste çay ısmarlayan bir müşteri bulmanın sevincini yaşıyordu. Belki daha çok çay isteyecekti bu müşteri diye düşünmüştü kim bilir! Garson Merinos’un çayını getirirken, dudaklarını hafif gererek gülümsemişti, Merinos’ta ona cevaben tebessümledi.
Merinos, çayını yudumlarken kapının önünden gelip geçen insanları izlemeye koyuldu bir süre. Aynı uzuvlarda olan bu insanlar birbirlerine ne çok benziyorlardı. Gidip gelişleri, nefes alışları, acıları, göz yaşları, sevinçleri, kendilerince inançları… Aynı gökyüzünün altında, farklı farklı kentlerden ve çoğrafyalardan olsalar dahi, aynı güneşin sıcaklığında, aynı yağmurun altında, aynı şeyleri yaşıyorlardı! Bu kadar benzerlikleri olduğu halde bu insanlar neden birbirlerine kötülük yapıyorlardı? Neden birileri birilerini yok ediyor, birileri birilerine savaşlar açarak öldürüyordu? Bir an tüm insanlara kin duyar gibi oldu. Diktatörlerin hep erkekler olduğunu da düşündü. Ağır felaketleri hep bu karşı cinslerin yarattığını biliyordu, ama çabucak bu fikirden kendisini uzaklaştırdı. Sevdiği, uğruna “ölebilirim” dediği kişi de bir erkekti. Onu dünyadaki tüm varlıklardan, hatta kendisinden de çok seviyordu. Ve onu böylesine çok severken, neden bunları düşünüyordu! Bu düşüncelerin içinden çıkamıyordu Merinos, bir yerlerde yanlışlar vardı ama ne, nerede? Ve işte o yanlışlar ortadan kalktığında kimse kimseden korkmayacak, çekinmeyecek, kimse kimseyi yok etmek için savaşlar açmayacak, ya da kimse kimseye kötülük etmeyecekti! Kendisini bu olumsuz düşüncelerden uzaklaştırmaya çalıştı, hem böyle düşünmenin ne kendisine, ne de başkalarına faydası vardı! Bir gün tüm kötülükler ortadan yok olacak! Olumsuz fikirlerden uzaklaşmak için aşkını yeniden düşünmeye koyuldu, birazdan aşık olduğu insan, canından çok sevdiği, kalbinin yarısı olduğuna inandığı kuzu gelecekti. Merinos kendi adına uygun olsun diye ona hep kuzu derdi. Gür ve dalgalı saçları ve koyu kara gözlerine öylesine yakışıyordu ki bu isim! O da benimsemişti kendisine kuzu denilmesini: «tamam bana kuzu diyebilirsin Merinos’um » demişti.
Aşkım;
Dün gece seni rüyamda gördüm, yüreğimde tohumdun, sıkı sıkı sarıldım sana. Sonra bir bahar düştü yaşamdan sana dair, çok uzaklardan bizlere, sevgiye dair…
Onunla bir bahar günü, Ankara-İstanbul havayolu servis otobüsünde tanışmışlardı. Kuzu, Merinos’un bir koltuk arkasında, cam tarafında oturmuş, elinde: « Aşk antolojisi» adlı kalınca bir kitap okuyordu. Merinos’un dikkatini çekmişti okuduğu kitap ve bir kaç kez geri dönüp onunla konuşmak istemişse de, kitaba o kadar dalgın bulmuştu ki onu, rahatsız etmekten çekinerek ses etmemişti. İçinden: “belki de aynı uçağa bineceyiz, o zaman sorabilirim” diye düşünerek susmuştu. Fakat yurtdışı terminaline geldiklerinde şoförün anonsu üzerine inen yolcular ayağa kalkmış, o kalkmamıştı. Merinos, onu tanımak için geç kaldığını anlamışsa da, tam ineceği sırada, bir eliyle kitabı tutarak, eğilip kitabın yazarına bakmak istemişti. Kuzu başını kaldırmış ve hemen durumu anlayarak, karşısında gülen bir bayan yüzü görünce de kitabı göstermişti kendisine. Böylece bir kaç dakika da olsa konuşabilmişler ve yeniden görüşmek için birbirlerine elektronik adreslerini vermişlerdi. Merinos inmiş, kuzu yolculuğuna devam etmişti. Tanışmaları böylesine bir kaç dakikalık acilen olmuştu ve böyle başlamıştı bir aşkın serüveni…
Bir müsterinin içeri girerek sesli konuşması üzerine düşüncelerinden uyandı Merinos ve kuzuyla o bir kaç dakikalık tanışlarını hatırladığı için mutlandı. Her şey bir rüya gibi, öyle ani gelişmişti ki, bir başkası anlatmış olsaydı inanılmayacaktı. Ama bu rüya gerçekti ve işte rüyalarında gördüğü o aşk adamla buluşmak için gelmişti Taksim’e. Ayağa kalktı, her yanı uyuşmuştu, bir bacağı sandalyede, bir bacağı yerde durmaktan. Üstünü düzelterek, saçlarını arkaya atarak kapıya çıktı. Yağmur dinmişti. Serin bir hava vardı dışarda. Yosun kokusunu hissetmeyi ne çok istedi birden. Büyük kentlerde yağmurdan sonra ot kokusu ve toprak kokusu almak ne zordu. Etrafına bakındı, acaba sevdiği adam buralarda mıydı? Telefonu çaldı. Heyy! -arayan oydu. Telefonu açtı, kuzu: «arkana bak Merinos » dedi. Merinos birden öylesine heyecanlandı ki, arkasına bakmak yerine, bir topaç gibi dört bir yanına döndü, bir şey göremiyordu! Kendi ekseninde bir iki kere dönmüştü ki, gözlerini elleriyle kapatıp kulağına fısıldadı kuzu: “sakin ol Merinos, yanındayım.” Sesi ve ses tonu o kadar teskin ediciydi ki; “Tanrı’m bu o mu, o aşık olduğum insan yanımda mı? Gözlerine inanmıyordu, sanki saatlerdir onu bekleyen kendisi değildi gibi! Kuzu Merinos’un gözlerini bırakıp karşısına geçti. Bakıştılar…
Ellerinin sıcaklığından, bir hâr yayıldı alev alev bedenime, varlığıma dair. Sen oldum sevdiğim, sensedim seni, bir yangın gibi nârlandım, yandım kül oldum ve sen büyüdün ben de devleştin, kalbime durdu adın…
Aşk adam, aşkın dili, aşkının kâbesi, sevdiği erkek işte gözlerinin önündeydi nihayet. İki yıldır hasretine yandığı, özlemine tutuştuğu adam. Genizlerinde sigara dumanı gibi tüten adam. Bu anın gelmesi için ne çok dualar etmişti Râbbine. İşte karşısındaydı, esmer yâri, “kalbim burada.” Elini tuttu inanmak için! Her ikisi de heyecandan hiç bir şey diyemez oldular birbirlerine, yarı şaşkın, gülerek bakıştılar bir kaç dakika. Ağrı Dağı eteklerinde, bir buğday tarlasındaydılar ikisi de. Başaklar biçilmeye ramak, sarı tenleriyle mağrur mağrur, rüzgârın alımlı esişine eş, salınarak, el ele tutuşan âşıkların dizlerine dokunuyordu. Güneş kendilerine yakın, tam başlarının üzerinde, sıcacık aşk ışıkları yolluyordu. Başakların arasında yürümeye, onların, ayakları altında ezilmelerine aldırmadan koşmaya başladılar. Her ikisi de bu vakur topraklarda doğmuş, bu bereket kokan topraklarda büyümüşlerdi. Daha sonra da biri İstanbul’a, diğeri yurt dışına göçmüştü. Bir türlü göçüp geldikleri bu yerlere alışamamışlardı her ikisi de. Ruhları doğdukları yerde, bedenleri yaşadıkları topraklarda yaşıyordu. Birbirlerinin gözlerine bakışırlarken işte doğdukları toprakların üzerindeydiler. Doğanın mis gibi kokusu esiyordu genizlerinde. Ne güzel, ne pâk kokuyordu! Bu Ağrı Dağı’ndan, Eleyez’den kar kokusu, nâr kokusu, yâr kokusu, ana kokusuydu…
Merinos hissettiği bu kokuyla kendine geldi. Sevdiği adamın saçlarından, çeketinin yakasından taşıp geliyordu bu koku. Tıraştan sonra kolonya sürmüştü oralara özgü. Kendisini toparladı Merinos, tokalaşarak, birbirlerinin yanaklarından utangaç, bir edayla öperek selamlaştılar. “Hadi içeri oturalım bir çay iç” dedi Merinos. Kuzu’da kendisine gelmiş olmalıydı ki: “dur bir sigara yakayım öyle geçelim içeri” dedi ve bir sigara yaktı. Merinos: “hatırladın mı sevgipayım, seninle karşılaştığımızda, ben de senin nefesinden, içeceğim sigara dumanını ve sen de kabul etmiştin.” Kuzu bu sözler üzerine sevgi dolu gözlerle, sevdiği kadına bakarak güldü: “söz içeceksin ama burada değil” dedi…
Devam edecek…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.