- 1190 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Berber Mehmet ya da Gül Dedem
Gül kokardı dedem,
Mahallemizin Berber Mehmet’i , benim gül dedem
Her daim gül kokardı zira, boynuna sarıldığımda, beni öptüğünde yüzü, yanakları, elimi tuttuğunda eli, bembeyaz gömleği ve üstüne giydiği yeleği, briyantinle arkaya doğru taradığı saçları, teni, hani neredeyse yelek cebine yerleştirdiği, uzun zincirli köstekli saatine kadar gül kokar, güller gibi kokardı gül dedem.
Bahçelievlerdeki tek katlı evimizin bahçesinde yetiştirdiği hemen her renkten güllerden hazırladığı losyonları, kolonyaları taşırdı her gün dükkanına, içi kırmızı kadife kaplı ahşap çantasında .
Anlamaya çalışarak seyrederdim onu bahçemizdeki ufak atölyesinde uzun uzun, sessizce. Bir kenarda yığılı kuru gül yaprakları, onları kaynattığı kazanı, kazandan yükselen buharı damla damla topladığı şişeleri. ‘Daha sen uyurken, güneş doğmadan topluyorum bunları, sonra gölgede kurutuyorum yeterince’ diye anlatırdı bir simyacının o sihirli formülünü kendinden sonraki kuşaklara aktarmak için sadece torununa öğrettiği gibi dikkatli ve başkalarının duymasından endişe eder gibi fısıltıyla. ‘Üç farklı gülden damıttım bak bu sefer, bu küçük şişedeki gülün yağı, keskin olur bu ama inceltince mis kokar, tencerede kalan da suyu kolonya niyetine işte’.
Ben hiç berber olmak istemedim aslında ama hep gül dedemin zamanı gelince sanatını bana bırakıp uzaktan gururla beni izlemek istediğini hissettim senelerce. Babana da öğretmeye çalıştım ama o keçi tutturdu asker olacağım diye yakınırdı bana sürekli, gevrek gevrek te gülerdi sonra ama , oğlunun subay çıkmış olmasından gururlu.
Okulumun olmadığı bazı sabahlar beni de götürürdü gül dedem, çarşının içinde, ufacık kırtasiye ile terzi dükkanının arasında , çok ta büyük olmayan berber dükkanına.
O sabah yine onunla erken kalkmış, elinden tutmuş, Arnavut kaldırımlı yolda büyük taşları şeçe seçe zıplayarak, seke seke takip etmiştim onu. Dükkana vardığımızda kalfa Kemal abi çoktan gelmiş, dükkanın ortasındaki odun sobasını yakmış, çayı demlemiş ve bakraçtaki suyu kaynatmıştı bile. Duvardaki ufak rafın üstüne yerleştirilmiş kocaman radyoda oyun havaları çalıyordu. Duvarın diğer tarafında asılı gaz lambasının hemen altındaki takvim ve etrafına yapıştırılmış kartpostallar tanımadığım şehirler, gitmediğim denizler ve isimlerini bilmediğim ülkelerden gelmişti. Ama karşı duvardaki mareşal üniformalı Atatürk ve Fenerbahçe takım fotografı benim en sevdiğim iki şeydi o zamanlar.
Her sabah yaptığı gibi gül dedem dükkandaki üç büyük ahşap koltuktan birine kuruldu, ben de yanındaki koltuğa tırmandım hemen, bayılırdım zira dedemin tıraşını izlemeyi. Duvarda asılı üç kocaman, oymalı ahşap çerçeveli taş aynadan baktı kendisine ve sağ eliyle sıvazladı çenesini uzun uzun.
Anneannemin gün aşırı yıkayıp ütüleyip dükkana gönderdiği tertemiz, bembeyaz örtülerden birini bağladı Kemal abi, sonra gene beyaz peşkirlerden birini gül dedemin ensesinden, omuzlarından öne doğru yaydı. Her seferinde aynı heyecanla izlerdim gül dedemin çenesinin altında tuttuğu bakır tıraş kabının içindeki sıcak sabunlu su ile Kemal abinin gül dedemin yüzünü elinin tersi ile ıslatışını ve parmakları ile kaptan aldığı köpüğü yanaklarına, boynuna sürüşünü. Sonra beline bağlı peşkirde elini kurulayıp aynanın kenarında duvara çakılı kayışı serbest ucundan çekerek usturasını aşağı yukarı kaydırarak bilemesini, keskinliğini tırnağının ucu ile kontrol ettikten sonra dikkatlice yüzünde gezdirişini . Ya kayıverirse kemik saplı ustura, ya kesiverirse gül dedemin yanağını? Olmayacağını bile bile telaşlanırdım her seferinde, pür dikkat açılmış gözlerim, gül dedemin yanı başında.
Tıraşı bitince koltuğundan kalktı, kendi yaptığı gül suları ile yüzünü iyice ovaldı bir süre ve bana dönüp:
‘Müşterinden önce hazırlanacaksın, onlara hep tıraşlı, tertemiz çıkacaksın, velinimete saygıdır bu evlat’.
Gömleğinin düğmelerini tekrar ilikleyip, yeleğini düzelttikten sonra şöyle göz ucuyla baktı bana doğru aşağıya,
‘Uzamış ya senin saçların gene! Dükkan kalabalıklaşmadan bi el atayım, gel. Berber Mehmet’in torunun saçlarına da bakın hele dedirtmeyelim konu komşuya’ dedi yumuşacık gülümseyerek ve kucakladığı gibi, Kemal abinin koltuklardan birinin kolçaklarına uzattığı berber tahtasına hoplatıverdi gül dedem beni.
Berber tahtası çocukluk ile ergen olmanın mihenk taşı gibidir aslında, ona ihtiyaç duymadan berber koltuğuna oturup aynada kendini görebildiğin an artık büyümüş, erkek olmuşsun demektir. O güne kadar da berber tahtası yetişir imdadına.
Makas şıkırtıları arasında kesti, düzeltti, konu komşunun önüne gönül rahatlığı ile çıkartabilecek şekle soktu torununu o sabah gül dedem. Sonrasında onun çırağıymışım gibi yerdeki saçları kıl fırça ile toplayıp temizlememe, ona usturasını, makasını, bembeyaz örtülerini taşımama ve hatta müşterilerin tıraş sonrası cebime bir beş, bir on kuruş sıkıştırmasına bile izin verdi gülümseyerek gün boyu.
Ve o çocuklar için geçmek bilmeyen, büyüklerinse nasıl geçtiğini bile anlamadıkları seneler peşi sıra kovaladı birbirini, Artık berber tahtasına oturmam gerekmiyordu tıraş olurken ve harıl harıl üniversite sınavlarına hazırlanıyordum gündüz, gece. Mahallemizdeki her bahçeli ev gibi bizimki de, gül dedem son ev bizimki kalana kadar dirense de, yerini iki daire karşılığı o hep bildik, tanıdık, birini diğerinden ayıran kişiliğinden yoksun apartmanlardan birine dönüşmüştü bile. Biz bir dairede, anneannem ve gül dedem diğer dairede yaşıyorduk artık
Gül dedem aynı oğlunda yaşadığı gibi gelecek için farklı planlarım olduğunu anlamış ama asla da konusunu açmamıştı. Eski gücüm, takatim kalmadı, dedi bana bir gün , zaten sanatın da tadı kaçtı jiletli usturalar, hazır köpükler bana göre değil. Gül bahçem de, atölyem de yok ki artık. Kredi alalım, yenileyelim dükkanı diyor Kemal ama ben o koltuklarım, o aynalarım, o usturalarıım olmadan kendi yerimde yabancı gibi olurum be oğlum demişti sesi titrek, gözleri buğulu.
Istanbul’da üniversite kazanıp ta gül dedemden ve Ankara’dan ayrıldığım yıl O da dükkanı Kemal abiye bıraktı. Haftada bir eski dostlarını görmek için evden çıktığını, birkaç saatini dükkanda geçirip gene eve döndüğünü söylüyordu annem telefonda. Ağırlaştığını, suskunlaştığını, daha az görür, daha az işitir olduğunu da.
Okuldan fırsat buldukça Ankara’ya, gül dedeme döndüm hep. Onu güllerini görebileceği, gül koklayabileceği parklarda dolaştırdım her seferinde, bir eli kolumda, diğeri bastonunda kısa kısa yürüyüp, uzun uzun dinlenerek banklarda. Parktaki güllere kaybettiği dostları, eski sevdalısı, yavuklusu gibi bakışını, yapraklarını parmaklarının arasında okşayıp onlarla konuşmasını seyrettim uzaktan imrenerek.
Yumuşacık elini öpüp te, sınavlar biter bitmez yanındayım dedem diye sarıldığımda yanaklarını son kez kokladığımı bilmiyordum, ta ki bir sabah, erken bir vakit, öğrenci evimin telefonu çalana kadar.
Son sınıfa geçtiğimde kaybettim gül dedemi. Gül suları ile yıkanmış bedenini son kez gördüğümde ise artık sadece hıçkırıklarım akıyordu gözlerimden dedeme.
Şimdi hangi çiçek diye sorsalar gül derim hep,
Hangi renk? Gül pembesi,
Hangi koku? Gül kokusu.
Dedem kokar zira hepsi,
Dedem bakar,
Dedem okşar.
Olur da yolunuz bir Mayıs veya Haziran gününde, gül zamanı yani, Cebeci kabristanına düşerse. Ana kapıdan bir yüz metre kadar dümdüz yürüyün, koklayın şöyle bir havayı, hafif bir gül kokusu duyacaksınız.
Takip edin o kokuyu, bir elli metre daha, sağa doğru.
Gül dedem orada yatar.
Ertuğ Tekin
25 Nisan 2012
YORUMLAR
Aldı götürdü yazınız çocukluğuma,Allah dedene rahmet versin.O pudranı kokusu makas sesleri eksik olmazdı muhabbetleri berber dükkanında.
Tebrik ederim saygılarımla..