- 892 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İlim, Yalnızlığın Ağzında
İlim, Yalnızlığın Ağzında
Saatin sesiyle gözlerini açan Lütfü, önceki gün iş ararken yaşadığı yorgunluktan tutulmuş kaslarını ovuşturarak, doğruca banyoya gidiyordu. Biraz sonra, üzerini giyinip kahvaltı için mutfağa geçiyordu. Bir ara iş bulmanın zorluğunu hatırlayarak, isyancı bir tavra bürünüyor, devlet’e, millet’e serzenişte bulunuyordu ve biraz sonra tekrar iş aramaya çıkacaktı.
Kahvaltıdan sonra eline aldığı bir fincan kahveyle cam kenarındaki sandalyesine oturup her sabah yaptığı gibi dışarıyı izlemeye koyuldu. Gördükleri, onu gülümsetiyordu. Çünkü bu gün gördüğü şeylerin, dünküyle aynı olduğunu fark ediyordu. Dışarıda, yandaki bayii den aldığı gazeteyi okuyan iyi giyimli, ağzında piposu, başında fötr şapkası, boğazında fulörü ve tasmasının ipini oturduğu banka bağladığı köpeğiyle bir adam resimdeki yerini alırken, kaldırımın karşı köşesinde onu dikkatle ve sabırla izleyen, mendil satıcısı o çocukta bulunuyordu. Onları, her sabah, eksiksiz olarak görmesinin sebebi, hep aynı saatte camdan bakıyor olmasındandı. Ancak bu gün, onun iş bulamamış olmak gibi sosyal, bir yönüyle de yaşadığı toplumun yöneticilerini ilgilendiren bir sorunu vardı ve genel bir hedefe yönelmiş öfke ile doluydu.
Biraz önceki resme bu duygularla bakınca yorumu tamamen değişiyordu, (Şu hale bak! Şehrin, seçkin ailelerinden bir adam, orta sınıftan bir bayii ve en alt sınıftan bir mendil satıcısı çocuk, aynı resimde yer almışlar. Sanki aralarında bir ilişki , iletişim varmış gibi. Bir burjuvanın, mendil satıcısı bir çocukla ne tür ilişkisi olabilir canım) diyor ve iş aramak üzere evden ayrılıyordu.
Tüm aramalarına rağmen o günde eli boş dönen Lütfü’nün yorgunluğuna, maddi sıkıntıları da eklenmeye başlıyordu. Artık aradığı işlerin seviyesini düşürmekten ve ne iş olursa olsun kabul etmekten başka seçeneği kalmıyordu. Bundan böyle çalışmak istediği işi değil, işçi arayan mercii araştıracaktı. Bu yeni kararının, ona her halükarda iş bulmasını sağlayacağı ümidiyle evden biraz geç çıkmaya karar veriyordu. Kahvaltının ardından, pencere kenarındaki sandalyesine geçip her sabah yaptığı gibi yine camdan dışarıyı seyrediyordu. Yine o adam, Bayii’nin yanındaki bankta gazetesini okuyor, mendil satıcısı çocukta karşı kaldırımda yerini almış adamı izliyordu.
Lütfü, bir ara mendilci çocuğun, o adamı neden dikkatle izlediğini merak ediyor ve karşısındaki resmi, değişinceye dek onları izleme kararı alıyordu. Biraz sonra yaşlı adamın, gazete sayfalarını şöyle bir toparlayıp yanındaki çöp kutusuna bıraktığını, önünde duran lüks bir araçtan, elinde tekerlekli sandalye ile inen bir adamın, onu bu arabaya, oradan da lüks araca bindirerek uzaklaştırdığını görüyordu. Bu arada kaldırımın karşısında bekleyen mendil satıcısı çocuğun, adamın, çöpe bıraktığı gazeteyi aldığını, biraz ilerideki bayii’nin tezgahına bıraktığını, bu sırada bayii’nin de çocuğa, muhtemelen gazete karşılığı, bir miktar para verdiğini ve çocuğunda o parayla biraz ilerideki satıcıdan bir simit alıp karnını doyurduktan sonrada oradan ayrıldığını görüyordu. Bu arada simitçinin, çocuğa para üstü vermemiş olmasından, bayii’nin, çocuğa, gazetenin yarı parasını ödemiş olduğunu anlıyordu. Zira gazete, iki simit parasına satılıyordu. Bu, aynı zamanda da bayii ve satıcı çocuk arasında, daha önceden yapılmış bir anlaşmanın olduğunu da işaret ediyordu.
Lütfü; izlediği bu olaylardan sonra, daha önceki resme yaptığı yorumunu hatırlayarak, (Ne yani, bunlar bir biriyle ilgisiz sınıflar, aralarında ilişki olamaz derken, yanılıyor muydum?) diye zihninden geçiriyordu. Bir süre sonra, Her ne kadar aralarında bir ilişki var gibi görünse de, bu durumun, kendi iradeleriyle olmadığını, bir birilerinden habersiz bu duruma sebep oldukları sonucuna varıyor, önceki fikrini korumaya devam ediyor ve yine iş aramak üzere evden ayrılıyordu.
Kısa bir yürüyüşten sonra çiselemeye başlayan yağmur ara ara dursa da gün boyu devam ediyor, onun, adam akıllı ıslanmasına sebep oluyordu. Yine iş bulamamış olarak evin yolunu tutan Lütfü, yağmur altında üzgün, ümitsiz bir halde yürürken, yanından geçen bir aracın, biraz ileride durduğunu fark ediyordu. Lütfü, bu lüks aracı fark etmesine rağmen kayıtsız bir şekilde yanından geçip yoluna devam ediyordu. Bu arada zihninden de, (Boş versene Lütfü, bu havada lüks bir araç, seni almak için duracak değil ya) diye geçiriyordu. Aynı araç bir kez daha onu geçiyor, yine duruyordu. Bu defasında Lütfü, gayrı ihtiyari araca şöyle bir baktığında araçtan birinin, ona eliyle gel işareti yaptığını görüyor, biraz tereddütten sonra, yaklaşıyordu. Aracın camı açılıyor ve (Delikanlı aynı yöne gittiğinize göre binin, ıslanmayın) diyor ve Lütfü de daveti kabul edip araca biniyordu.
Araçta, şoförün dışında arka koltukta oturan bir de oldukça yaşlı adam bulunuyordu. Bu arada Lütfü, (Efendim, beni daha fazla ıslanmaktan kurtardınız. Teşekkür ederim. Bu arada adım Lütfü) diyordu. Şoför, (Memnun oldum Lütfü bey. Ben de Ömer Latif) diyor ve yola dikkatini çeviriyordu. Bir ara trafik sıkışıyor, durup beklemek zorunda kalıyorlardı. Bu durumdan sıkılan şoförün dikkati, Lütfü’nün, çocukluğunda geçirdiği bir kaza sonucu kaybettiği parmağına kayıyordu. Bunu fark eden Lütfü, gerekli açıklamayı yapıp onu bu merakıntan kurtarıyordu. Uzun zaman geçmesine rağmen hâlâ açılmayan trafik, araç sahiplerinin de sabrını taşırıyor, korna seslerinin yükselmesine sebep oluyordu.
Sorunun yaşandığı yönden gelmekte olan bir trafik memurunu fark eden şoför, camı açıyor ve ona soruyordu, (Memur bey sorun nedir? İleride neler oluyor?) Memur, (Beyefendi, Ali Salih Caddesinde bir kaza var) diyordu ki şoför, Lütfünün anlam veremediği bir telaşla aracından iniyor, arka koltukta oturan adamın kapısını hızla açarak, onun bileğini kavrıyor, bir süre o halde durduktan sonra, (Tabii ya, işte onu kaybettik) diyordu ve (Lütfü bey, özür dilerim, şu yan yoldan hastaneye gitmem gerekiyor) dediğinde, o da, olanlar için üzgün olduğunu belirtip onlardan ayrılıyordu.
Lakin trafik memurunun verdiği cevapla, adamın ölümünün arasında nasıl bir ilişki olduğu konusu Lütfü’yü, hem şaşırtıyor hem de meraklandırıyordu. Bu karmaşık duygularla evine ulaşan Lütfü, hemen istirahata çekiliyordu.
Ertesi günün, kahvaltı sonrası baktığı pencereden görmeye alıştığı gazete okuyan adamın, gelmemiş olduğunu fark ediyordu. Oysa mendil satıcısı çocuğun, yerini almış olduğunu görüyordu. İlerleyen günlerde de gelmeyen adamı merak ediyor, evinden çıkarken gazete bayii’ne uğrayıp, onu sorma kararı alıyordu. Gazete bayii, ( Ali Salih beyimi soruyorsunuz?) dediğinde, ( Bilmem, adı Ali Salih miydi?) Bayii, (Evet ya onun adı Yazar Ali Salih’ti. Haberiniz yok mu? Maalesef onu geçenlerde kaybettik) diyordu, Lütfü, (Öylemi, üzüldüm) diyor ve oradan ayrılıyordu. Ancak Ali Salih isminin de kendisine, pek yabancı gelmediğini hissediyor, hatırlamaya çalışıyordu.
Çok geçmeden, bu ismin bir cadde ismi olduğunu, önceki akşam bindiği lüks araçtan hatırlıyordu. (İyi de, cadde ismiyle, adamın ölümünün ne ilgisi olabilir?) derken, aynı aksam aracın içinde de bir adamın ölmüş olduğunu hatırlıyor ve (Yoksa, yoksa araçta ölen adam bu adam mıydı? Yani Ali Salih miydi) diye düşünüyor sonrada, (Oydu, desek bile, caddenin ismini duymuş olmasıyla adamın ölmesi arasında nasıl bir bağ olabilir ki) diye düşünüyor, bu işi bir türlü aydınlığa kavuşturamıyordu derken, evden asıl çıkış sebebi olan şeyi, yani iş araması gerektiğini hatırlıyor ve sormaya, soruşturmaya başlıyordu.
Çok geçmeden, Bir derneğin camında asılı iş ilanı dikkatini çekiyordu. Yaklaşıp, okuduğunda,(Neden olmasın?) deyip iş görüşmesi için randevu alıyordu. Mutluydu, çünkü o gün evine hiç değilse bir iş randevusu ile dönüyordu. Ertesi gün, belirtilen saatte orada oluyor ve sırası geldiğinde, görüşmeye çağrılıyordu. İçeri girdiğinde, ilgililer, karşılarında iyi giyimli, gayet bakımlı, bir adam görünce şaşırıyor ve ona, talibi olduğu işin, derneği çekip çevirmek, çay işlerine bakmak gibi basit şeylerden ibaret olduğunu, hatırlatmak zorunda kalıyorlardı. Lütfü, buna rağmen talip olduğunu ısrarla belirtiyor ve işe kabul ediliyordu.
Ertesi gün, belirtilen saatte iş yerine gelen Lütfü’yü bir ilgili karşılıyor, onu, doğruca çay ocağına götürüyor ve yapması gereken işleri anlatıyordu. İlgili ayrıldıktan sonra çay hazırlıklarını tamamlayan Lütfü, bir yandan da, onu fark eden ve hoş geldiniz diyen dernek sakinlerine mukabelede bulunuyordu. İlk servisi sona erdiğinde, derneği şöyle bir gözlemleme fırsatı buluyor ve etrafı dolaşmaya başlıyordu. Önünde uzanan büyük salonun bir bölümünün, raflarında yüzlerce kitabın olduğu kütüphaneden, diğer bölümünün ise insanların rahatça kitaplarını okuyabilecekleri masalardan oluştuğunu fark ediyordu. Bu arada ikinci çay servisini de yaptıktan sonra insanları gözlemlemeye bşlıyordu. Çok geçmeden, bulunduğu derneğin bir Edebiyat Derneği olduğunu, içeride bulunanlrın yarısını Edebiytçıların diğer yarısını da Edebiyat severlerin oluşturduğunu anlıyordu.
İlerleyen günlerde, yeni fark ettiği şeylerde oluyordu. Mesela Edebiyatseverlerin, Edebiyatçılardan daha fazla konuştuğunu, ayrıca Edebiyatseverleri dinlediğinde, konuşmalarını anlamasına rağmen diğer tarafın konuşmalarını, yani Edebiyatçıları dinlese bile anlamadığı gibi.
Yine bir çay servisi sırasında, edebiyat masasında olanların, her birinin en az yayınlanmış birkaç kitabının olduğunu, özellikle Ömer Latif beyin, tüm ülke tarafından tanınan bir yazar olduğunu öğreniyordu. Onların, ilk karşılaştıkları an olan sabahki merhabalarını ve bir birlerine sundukları iyi dileklerini anlıyor sonraki konuşmalarını ise anlamadığı için sıkıcı buluyordu. Bu arada, masadaki diğer yazarların Ömer Latif beye sürekli soru sorduklarını ve onun cevaplarını da dikkatle dinlediklerini fark ediyor, bu nedenle Ömer Latif beyin Edebiyat ilminde onlardan daha bilgili olduğu kanaatine varıyordu.
İlerleyen günlerde, Lütfü, Ömer Latif beyin bulunduğu masadan, arkadaşlarının, birer ikişer ayrılarak, yandaki masada toplanmaya başladıklarını fark ediyor ve bunun nedenini anlamaya çalışıyordu. Yine bir çay servisi sırasında masadakilerden biri, (Beyler, hocayı yalnız bırakmayın) derken bir diğeri, (İyide, adamın sohbeti öyle yüksek seviyeden ki ona eşlik edemiyor mahcup oluyoruz, onun da mahcup olmasına sebebiyet veriyoruz. Sırf bu kaygı yüzünden böyle. Yoksa ona olan saygımız eksilmez, artar) diyordu. Lütfü olanları öğrenince, zihninden (Hay Allah) diyordu, (Bilgisinin çokluğu sebebiyle yalnız kalanı da, ilk kez görüyorum) sonra onun masasına gidip çayını bırakıyordu.
Ertesi gün öğle saati yaklaşmasına rağmen, ulusal bir günün kutlamaları nedeniyle derneğe kimseler gelmiyordu. Öğle saatlerinde nihayet kapı açılıyor ve sadece Ömer Latif Bey içeriye giriyordu. Lütfü, bir süre sonra çayını hazırlayıp, onun masasına bıraktığı sırada, Ömer Latif bey Lütfü ye eliyle, işaret ederek, masasına oturmasını istiyordu, o da oturuyordu ve (Evet Lütfü, nasılsın bakalım? İşine alışabildin mi?) Lütfü (evet efendim alıştım) diyor ve ekliyordu,(Efendim, bu gün sizden başka gelen olmadı, yalnız kaldınız) o da, manidar bir ses tonuyla (Yalnız bu gün mü Lütfü? Yalnız bu gün mü?) deyip, derin bir iç çekişin sonunda sözlerine devam ediyordu,
(Bak evladım. Şimdi, sana anlatacaklarımı iyi dinle. Edebiyat, bir ulu çınar gibidir. Ancak bu ağaç senin bildiğin selviler hatta bilemediğin bambulardan da daha yücedir ve tüm Edebiyatseverler bu ağacın altında toplanır. Amaç; bu ağacın zirvelerine, Edebiyatın en nadide en zarif doruklarına tırmanmaktır. Bu tırmanış başladığında, aşağıdakilerin iltifatları da başlar. Tırmanma devam ettikçe aşağıdakilerle araya artık dallar ve yapraklar girmeye başlar. Bir süre sonra aşağıdakiler görülmez olur. İşte bu noktada, amacı yalnız Edebiyat olanlar devam ederken, amacı alkış duymak, iltifat işitmek olanlar durur, hatta kalabalığı tekrar görebileceği, iltifatları duyabileceği yere kadar geri iner. Amacı Edebiyat olanlarsa tırmanmaya devam eder. Ancak onları zirvelerde ilimlerinin adeta bedeli olan, yalnızlık karşılar. İşte, bundan sonraki yükseliş, yalnızlığa okudukları meydan ve dirayetleri nispetinde olacaktır. Bu nedenledir ki başaranların sayısı, tüm dünyada bile bir elin parmaklarını geçmez) diyor ve ekliyordu, (Artık onların beklentisi, bir ağacın altındakilerden duyacakları iltifat değil ülkeleri, hatta dünya Edebiyatından gelecek olan bir meşruiyet, kabul görmek, yani bu çevrelerce onura edilmek ve ikrardır. Onlar, bunu görmeden de bu dünyadan ayrılmazlar. Bu, bazen bir ödülle olduğu gibi bazen de bir yere isimlerinin verilmesinden, heykellerinin dikilmesine dek uzar gider ve bu ana layık görülen Edebiyatçılar da bu dünyadaki görevlerini tamamlamış olmalarından mı bilinmez akabinde bu dünyadan ayrılırlar, rahmetli Yazar Ali Salih’te olduğu gibi. Ben, inanılması güç olan böyle bir olaya bizzat şahit olmuştum evlat) dediğinde, Lütfü, günler öncesinde yaşadığı olaydaki bir cadde ismiyle, adamın ölmesi arasında bir türlü kuramadığı ilişkiyi de, bu suretle kurmuş oluyor ve dinlemeye koyuluyordu, (Rahmetli, Ali Salih ile aynı araçta yolculuk yapıyorduk. Geçirdiği felç sebebiyle konuşamıyor, hareket edemiyordu. O günlerde bir caddeye onun isminin verildiğini ben biliyordum. Ancak o bilmiyordu. Hava, karanlık ve yağışlı olduğu için nasılsa göremeyeceği düşüncesiyle o caddenin yakınlarından geçerken, trafik birden durmuştu. Uzun süre beklemiştik. Bir ara, o bölgeden gelmekte olan bir trafik memuruna, ileride neler olduğunu sormuştum. Nereden bilirdim memurun, Ali Salih caddesinde kaza var diyeceğini? Arka koltukta oturan Ali Salih’in bunu duymamış olmasını dileyerek, hemen yanına gidip nabzına bakmıştım ve onun, duyduğu bu bilgi üzerine, hayata gözlerini yummuş olduğuna şahit olmuştum. Evet, Lütfü, bunu birilerine anlatsam bana inanırlar mı?) dediğinde, Lütfü, (Bilemiyorum efendim. Ancak ben inanırım) diyor ve parmağı olmayan elini masanın üzerine koyuyordu. Ömer Latif, onun, bir parmağı eksik elini görünce büyük bir hayret ve şaşkınlıkla, (Evet ya! O akşamki yağmurda ıslanmasın diye araca aldığımız delikanlı sendin! İnanamıyorum! Bak şu Allah’ın işine!) diyor ve kalkıp onu kucaklıyordu.
Bir süre sonra, (Haydi Lütfü, hem bana hem de kendine çay hazırla da, bu güzel anı kutlayalım) diyordu. Lütfü, düşünceli bir şekilde çay ocağına gidiyor bir süre sonra, elinde yalnız bir çay ve bir de içinde biraz önce yazdığı not bulunan zarfla geriye dönüyordu. Elindekileri masaya bırakan Lütfü, hızlı adımlarla dernekten ayrılıyordu. Ellerini yıkamak için gittiği lavabodan dönen Ömer Latif Bey, masasına oturuyor ve önündeki çayın yanında gördüğü notu merak edip okumaya başlıyordu. Not Lütfü’dendi, (Efendim, Siz, Ali Salih beyin yokluğuna katlanmakta, büyük bir dirayet gösterdiniz. Ancak ben, gerektiğinde böyle bir dirayetli gösterip göstermeme konusunda kendimden emin değilim. Beni affedin) Ömer Latif Bey, ilerleyen günlerde onu arasa da, bir daha izini bulamıyordu.
Aradan yıllar geçiyor, Lütfü, çalıştığı müze’den iş çıkışı bir arkadaşıyla beraber, evine gitmek üzere ayrılıyordu. Yolda, bir ara Lütfü’nün durduğunu far eden arkadaşı, neden durduğunu sormak üzere onun yanına gidiyordu. Ona ulaştığında, ağlamakta olduğunu görüyor ve gözlerini adeta hiç kırpmadan bakmakta olduğu yöne, oda dönüp bakıyordu. Gördüğü şey bir Heykel’idi. Hitabesinde ise, şöyle yazıyordu: Ünlü Yazar Ömer Latif.
Metin Ceylan
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.