- 651 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
PLASTİK HAYATLAR - SON
Umut güçlü bir tohumdur. Kar ayazında, toprak altında korur kendini bahara kadar. Bahar esintisi, aklıma senin kokunu düşürüyordu. Kelimelerim sen oluyordu Müjgan abla. Gelen baharın temizlik telaşına tutuşan annemi, bıktırıyordu ısrarcı sorularım.
-Müjgan ablam ne zaman gelecek anne? Elimde bebeğim.
-Bilmiyorum kızım, şimdiki evleri uzak.
Demek nerede oturduğunuzu biliyordu annem. Evleri, uzak diyordu. Uzak neydi, neredeydi? Kaç adımdı mesela.
-Biz gidelim o zaman, demiştim. Uzaklıkların mesafesi bir çocuğun sevgisiyle yakınlaşıp, kapanır mı? En uzak kaç adım?
-Evlerini bilmiyorum kızım, hem dedim ya uzak, kayboluruz.
Anlamıştım ki "uzak" kaybolma mesafesiydi. Caddenin ötesi gibiydi sanki. Annem o sokaklar için de gitmeyin, kaybolursunuz diyordu. Bu kadar yakınken, kaybolma korkusuyla bana nasıl uzaktın Müjgan abla. Neden uzağa gidip kaybolmuştun?
Mahallemizden taşındığınızda, "babası daha güzel bir ev aldı" dediği için annem, seni o köşklerden birinde hayal ediyordum. Aklım, taş duvarı olmayan köşkte, senin için bahçe çitine sarılan hanımeli, sarmaşık gülleri büyütüyordu. Sınırları olacaksa insanın, sarmaşıklar olmalıydı çitlere sevgiyle sarılan. Sınırlar sevgi kokarak karşılamalıydı insanı. Hanımeli gibi gül gibi, Müjgan ablam gibi. Sınırları aşınca dikenli telde değil gül dikeninde çizilmeliydi elimiz. Bizi kapıda karşılayacaktın. Bahar rüzgârına uçuşarak eşlik edecekti, beyaz eteğin, saçların. Elimden tutup ıhlamur ağacının altındaki salıncağa götürecektin beni. Asma çardağının altında hazır olacaktı, beyaz örtüler içinde porselen yemek takımları. Kim bilir nasıl da yakışıyordu senin eline o tabaklar...
Zaman hızla akarak kollarında büyütüyordu beni. Annemi nafile sıkıştırdığımı anlayacak kadar büyümüştüm sanki. Aklıma sen düştüğünde sadece bir kelimeydi benim için "uzak"... Uzaklığın mesafeleri kapatan ölçüsünü, duayı öğrendiğim zaman, durumu kabullenmiş miydim ben? Bilmiyorum. Seni katıyordum dualarıma Müjgan abla. Kaç yıl geçmişti aradan bilmiyorum. Ama annemin "sen artık büyüdün, abla oldun" diyen sözleriyle plastik bebeğimi teslim etmek zorunda kalmıştım kız kardeşime. Bizim mahallede ablalık; artık oynamadığın oyuncakları, üstüne olmayan kıyafetleri kız kardeşine teslim etmek, demekti. Bu yüzden saklayamamıştım, ne bebeğimi ne de diktiğin etekleri, benim diyerek. Zor sökmüş olsam da hecelerin dilini okula gidiyor, okuyordum artık. Masal ve hikâye kitaplarının büyülü sayfaları arasında yol alırken, her kitapta bir Müjgan abla buluyordum.
Bahçede bir yaz günü annem ve komşular makine başında sohbet ediyordu. Konuşmalar, dikkatimi dağıtıyordu. Okuduğum kitabın içine giremiyor, içinde bir Müjgan abla bulamıyordum. Konu kumaş üstüneydi. Komşulardan biri Mahmutpaşa’da bir kumaş dükkânı tarif ediyordu. Fiyatların uygunluğundan ve kumaşların güzelliğinden dem vurarak.
-Biz de gidelim, dedi. Diğer komşu kadınlardan biri, anneme.
-Gidelim dedi annem, çocukların eksiği var. Adres tarifini yazalım da unutmayalım. Sora sora Bağdat bulunur, kaybolacak değiliz ya, dedi annem.
-Müjgan ablam da sorarak, bulunur mu? Dedim ben.
Annem, gül yüzünde güller açan kadın. Şaşırarak, üzülerek öyle bir baktı ki bana.
Sohbet bitmiş, komşular evlerinin yolunu tutmuştu. Annem, yaz sıcağında, söyleyeceklerinin gizliliğinden çekinip eve götürdü beni.
-Gel yavrum, diyerek elimi tuttu.
Oturtup beni divana karşıma geçtiğinde, yüzünde saklayamadığı, benim daha önce rastlamadığım üzüntülü, sıkılgan kelimelerle başlamıştı söze.
-Müjgan ablan geri gelmeyecek, dedi.
-Neden, dedim.
Anlamak ve anlatmak zorlaşır bazen. Neden anahtarıyla açılır mı bilmediğimiz kapılar. Açılan her kapının arkasında seni bekleyen, başka bir soru cümlesi bulmamalı insan. "Niçin" olmamalı mesela kelimenin devamı? Her "neden" kelimesinin cevabını bilse bile, karşısındakine anlatabilir miydi insan... Ve anlayabilir miydi bir çocuk...
-Müjgan ablanın annesi ve babası değil o insanlar. Gerçek annesi ve babası, Müjgan ablan çocukken ölmüş. Dayısı Müjgan ablanı, o adamla evlendirmiş. Annesi sandığın kadın, Müjgan ablan gibi o adamın eşi. Çocukları olmamış, bu yüzden kuma getirmişler Müjgan’ı.
-Ama Müjgan ablamda çocuk, demiştim ağlayarak. Ablamdan sadece iki yaş büyüktü Müjgan abla.
-...
Annem anlatmanın pişmanlığı, izah edememenin çaresizliğiyle susmuştu. Niye öğretiyordu hayat, bir çocuğa suskunluğu. Çocukluk, kuş cıvıltılarıyla şakımaktı ve tüm kuşlar susmuştu bu sözler karşısında. Annemle birlikte, sarılarak ağlamaya durmuştuk çaresizlik karşısında.
O gün annem, çok zorlanmış kolay anlatamamıştı olan biteni. Kolay değildi bir çocuğa "kuma" kelimesini anlatmak. Bir çocuğa çok eşliliğin izahı mümkün müydü? Zaman anıları, yaşanmışlıkları silemiyor. O gün anlamasam da olup biteni bugün anlıyorum, sadece. Her anlayış bir kabul ediş değil. Kabullenemediğiniz pek çok durumu, kavrarsınız sadece. Kavramak çaresizliğe çözüm olur mu? Söylendiği gibi anlamak çözmenin yarısı bile etmeyebilir, böylesi çözümsüzlükler karşısında.
Düşünüyorum da bugün... Dünyanın en ücra köşesinden en aydınlık köşesine hızla yansıyan karanlığın, aleni zulümdür çocuklara yapılan. Gözden kalbe giden bir yol var mı hala. Mesafesi kaç adım. Görmezden gelmek istiyorum yaşananları, unutmak. Ama içimdeki çocuğu çaresizlik karşısında susmaya ikna edemiyorum. Sevgi yoldur mesafeleri, sınırları yok eden. Modern, dubalı, çift şeritli yollar açamaz sevgi yolsuzluğunun önünü. İnsan, kendini utandıracak konuları anlatamaz, açıklayamaz. Peki, niye yaşar? Bizi yolumuzdan alı koyan suçlar düşünce suçları mı? Düşüncesizliğimiz ne zaman suç sayılacak. İçimde bir ses ısrarla, eskiden hepimiz birer çocuktuk, diyor. Büyüdük! Unutamadık çocukluğumuzu. Nedense, sevgi kelimesi çocukluğumuza asılıp kaldı. Büyütemedik içimizde. Sevgi sadece çocuklara mı yakışıyor. Geriye dönmemiz mümkün değil artık. Düşünürken çok mu zor çocukluğa dönmek.
Çocuk aklı gördüğünü kaydediyor. Tıpkı sağ ve sol yanımızdaki melekler gibi. Çocuk yüreği masumdur. Hepimizin içinde bir çocuk var. İçimdeki çocuğu bir türlü razı edemiyorum, koltuğa vekâleten bir günlük oturmaya. Anlayamadık! Ne Ata’mızı ne de Peygamberimizi. Geleceği, yarının genç nesillerine utançla emanet etmek istemiyorum.
"Dünya, öbür âlemin ekim yeridir. Hayır eken sevinç biçer. Şer eken ise pişmanlık devşirir." (Hadis-i şerif)
Yeryüzü toprağı yeşermeli fidanlarla. Yeşertmek için vatan toprağını, çocuklarımızın elinden tutup fidan dikmeye giderken, düşünmeliyiz. Hiç unutmamalıyız. Yeryüzü toprağına ekilecek asıl fidanlar çocuklarımızdır. Çocuklar geleceğimizdir. Çocuklarımız her iki cihanda hakikatli temsilcilerimizdir.
YORUMLAR
zeynep hanım yazınızı tamamladınız.bende hepsini güzelce okudum.
konu çok güzel.içimizdeki çocukluğun sayfalara dökülüşü,Anlatım ve yazma yeteneğiniz oldukça güzel.dilerim daha uzun metrajlı yani roman gibi eserleri yazmayı deneyiniz.belkide yazdınız.
bu yazıda özellikle cümleler,anlatım,tasvirler çok yerinde.anlatılmak istenen bir konu örnekleriyle güzel tanımlanmakta
Okuyan biri olarak beğendim. Kaleminiz susmasın.
soy adınız Özmen.geçmişte rahmetli olmuş bir arkadaşın soyadıydı.hatta Ozan Arif'in bir şiiri ve Türküsü vardı.
Nakaratı Öz menem'di.
uzun yazdım selam ve dua ile.