- 540 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kedi, Martı VeKöpek
KEDİ, MARTI VE KÖPEK
Tren durdu. İstasyonda köydeki insanların kat kat fazlası vardı. İlk defa bu kadar insanı bir arada görüyordu. Bunca insan nereye sığıyordu ki? Herkes ne kadar da telaşlıydı, o da karıştı bu kalabalığa, kapılı verecek bir ışık arayan kör kelebek gibi çıkışa doğru ilerledi.
Kağıtla kalemin, denizle ufkun, toprakla bedenin buluşması gibiydi İstanbul’la ilk karşılaşma. Ürkütücü, heyecan verici ve umut doluydu. Isınacak başka bir el bulamadığı için yün eldivenlere sımsıkı tutunmuş bir çift el gibi sarılmıştı taşına toprağına. Sultanın gölgesinde korkudan, saygıdan, telaştan titreyen emir kulu gibiydi İstanbul’un karşısında. Başlangıç mıydı, son muydu burası? Hiçbir şey bilmeden gelivermişti işte. Sadece kanatlarını bir kere olsun çırpıvermişti bu harikalar diyarına doğru. Kozalağından çıkmadan nasırlı eller arasında yok olacağına kırıvermişti zincirlerini. Şimdi de kaybolmuştu bu büyüde.
İşte Haydarpaşa tüm görkemiyle karşısında duruyordu. Yaşlı ve yorgundu; ama yine de kimsenin gücü yetmezdi onu yıkmaya. Bir süre durdu önünde. Hayaller kurdu, masallara daldı. Prensler, prensesler, padişahlar geçti gözünün önünden. Bir süre sonra bu akıp giden kalabalıkta zamana meydan okuyan tek kişi olduğunu fark etti. Daha ilk günden farklı olduğunu belli etmişti. Bunu yapmamalıydı. O da onlar gibi olmalıydı. Telaşlı, soğuk ve bencil. Zor da bir şey değildi aslında; ama olmuyordu sanki. Deniyordu, yavaş yavaş yürümeye başladı. Her adımda etrafına bakıyordu, onay bekliyordu onlardan. Onlar gibi yürüyebiliyor muydu acaba? Bir sağa bir sola bakarak vapur iskelesine kadar geldi. Haydarpaşa’ya son bir defa dönüp baktı. Yaşlı kale yorgun bir tebessümle karşılık verdi. Kendini biraz olsun rahatlamış hissetti ve bu rahatlıkla bir köşeye çekilip vapurunu beklemeye koyuldu. O etrafı incelemeye dalmışken küçük bir kedi yaklaştı yanına, eğilip kucağına aldı. Her okşayışında kedi biraz daha sokuluyordu o da şikayetçi değildi bu durumdan. Kedicik mırıldanmaya başladı. O ise aldırmadan sadece ellerini gezdiriyordu kedinin yumuşak tüylerinde. En sonunda ağzındaki baklayı çıkarıverdi kedicik. “Niye geldin?” diye sordu. İrkildi birden, alışkındı hayvanlarla konuşmaya onu sadece onlar dinlerdi; ama şaşırmıştı yine de. Şaşkınlığını üstünden atıp cevap verdi: “Niye olacak yaşamaya, özgürlüğüme kavuşmaya, insan olmaya geldim ben buraya.” Kedi gülümsedi, hiç şaşırmamıştı bu cevap karşısında ve “Her gün kaç kişi geliyor senin gibi buraya biliyor musun? Ama hiç de senin dediğin gibi olmuyor işte burası tuzaklar diyarı, hayaller değil.” Dedi. Kaptırmıştı kendini kedinin söylediklerine. Vapurun düdüğüyle ayıldı. Vapuru kaçırırım korkusuyla kediye cevap vermeden, veda etmeden bıraktı onu kucağından ve vapura bindi. Aslında verebilecek bir cevabı yoktu. Önemsememeye çalıştı. Zaten vapurun denizin üstünde süzülüvermesiyle kısa bir süreliğine silinivermişti her şey. Sonra martılara takıldı gözleri, ne kadar da bağımsızdılar. İmrenerek izliyordu onları. Onun köyünde kuşlar bile özgür değillerdi. İstedikleri gibi uçamaz, göç bile edemezlerdi. Hatta gökyüzüne baktıklarında anlayabilseler dişi mi, erkek mi olduklarını uçarken vururlardı dişi kuşları. Ama buradakiler nereden bilecekti ki. Kendini maviyle beyazın ahenkli dansına bırakmıştı ki bir martı kondu yanına. Beyazlığı göz kamaştırıcıydı, kendine özgü ne çok şeyi vardı. Martı onun bu düşüncelerinden habersiz hemen konuşmaya başladı: “Kedi haklı. Gel vazgeç, dön geri. Sana göre değil buralar. Burada senin aradığın özgürlük yok. Burada bağımlılık, tutsaklık var. Bak sana etrafına, kimin yüzü gülüyor, kim yaşadığının farkında? Onların ruhları çoktan terk etti onları. Onlar kaçarken kendilerinden, sen hala onlar gibi mi olmak istiyorsun? Şu Boğaz Köprüsüne bir bak! Sen bir de gece gör onu, o kadar alımlıdır ki boşuna inci demezler ona. Herkes alıp gerdanını süslemek isterken onunla buradakiler bilmez onun kıymetini, anlamaya çalışmazlar da. Birkaç çerçeveye ve şiirlere konuk oyuncu olmuştur sadece.” Dedi. Birkaç saniyelik sessizlik hakkı tanıdı ona söylediklerini sindirsin diye. Daha fazla uzatmak istemedi. “Benim söyleyeceklerim bu kadar. Şu gözlerinin ateşi henüz sönmemişken iyi düşün!” diye ekledi. Ve onun tek kelime etmesine izin vermeden uçup gitti. İyice sinirlenmişti martıya, canını sıkmıştı. Onun düşüncelerini sormamıştı bile. O da böyle olacaktı, böyle kibirle, umursamaz ve başına buyruk.
Vapur yaklaştı kıyıya, herkes birer birer iniyordu o da onların peşi sıra ilerledi. Mavilikten başı dönmüştü. Karşıdan karşıya geçecekti; ama ne kadar da çok araba vardı ve onun tanımlayamayacağı kadar da hızlıydılar. Yetişebilir miydi ki onlara? Sonra hepsi bir anda duruverdi, şaşırdı. Sıra insanlardaydı, hepsi bir telaş içinde yürüyorlardı. O kadar sarhoştu ki bunca koşuşturmacadan, trafik ışığını fark etmedi. İnsanlara saygıdan yol verdiler sandı. Tabi büyük şehrin büyük lütfu diye düşündü. Karşıya geçince cebinden içinde gideceği yerin adresi olan kağıdı çıkardı. Ama nasıl gidecekti, ne tarafta kalıyordu? Birilerine sormalıydı. Utana sıkıla bir adama soruverdi. Adam oralı bile olmadı. Şaşırmıştı, duymadı herhalde diye düşündü. Sonra kadını kestirdi gözüne. Onun yanına doğru ilişti. Tam ağzını açıyordu ki kadın bir hışımla geriye dönüp sinirli sinirli yürümeye başladı. Geriye sadece parfümünü bıraktı. Ne güzel bir kokuydu, bir süre etkisinden çıkamamıştı. Bir köşede öylece duruyordu, tam bu esnada bir köpek geliverdi yanına. Bir an gördüğü rüyadan ayılıvermişti. Köpeği inceledi biraz. Çok fazla yarası vardı. Dayak yemiş olamazdı, buradaki insanlar yapmazdı böyle şeyler. Kavga etmiştir diye düşündü. Acımıştı ona. Köpek yorgun bir sesle: “Gel ben seni götüreyim gideceğin yere. Bu sokakları benden iyi kimse bilemez.” Dedi. İtiraz edemezdi. Hava iyice kararıyordu, köpeğe güvenmekten başka şansı yoktu. Yavaşça yürümeye başladı köpeğin yanında. Sonra birden atılıverdi: “Sen de mi kediyle martı gibi nasihatler verip, git diyeceksin bana?” Köpek: “Hayır. Çünkü sen birazdan kendin anlayacaksın onların ne demek istediklerini. Burada yaşamak az önce gördüğün insanlar gibi olmak değil. Onlar paraları oldukları için yaşayabiliyorlar. Paralarını da özlerini satıp, içlerinde çırpınıp duran, her şeyi değiştirme umudu olan çocuğu bastırarak kazanırlar.” Diye cevap verdi. Söyleyecek bir şey bulamadı. Düşünmek de istemiyordu. Kendini rüzgarın türküsüne bıraktı. Rüzgar söyledi o dans etti karanlık sokaklarda. Bir süre sonra yoruldu, bıraktı dans etmeyi. Sadece dinledi ve çevresine bakınmaya başladı. Gözlerine en büyük hediyeyi sunmuştu buraya gelmekle. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmıyorlardı. Biraz daha ilerledikçe, ara sokakların derinlerine indikçe manzara gittikçe değişiyordu. Şaşırmıştı gördüklerine, kabullenemiyordu. Gözleri oyun oynuyordu herhalde ona. Ama yok hayır gerçekti bu gördükleri. Nasıl olabilirdi ki… Az önce güzellik kavramını göreceli olmaktan çıkaran kadının yerini şimdi yerde oturan, kirden gözleri dışında hiçbir yeri gözükmeyen bir kadın almıştı. Sadece yalvarıyordu. Gözlerinden belliydi acı çektiği. Kucağındaki bebeğin ağlaması rüzgarı bile susturmuştu. Bir şeyler yapmalıydı. Köpeğe baktı, köpek o tarafa bakmıyordu bile. O da hiçbir şey söylemeden arkasına baka baka yürümeye devam etti. Ağlama sesi daracık apartmanların camlarına çarpıp daha da şiddetleniyordu kulaklarında. Bu cılız ağlama sesini ilerde feryatlar, çığlıklar, küfürler aldı. Adam karısının canlı olduğunu hele de insan olduğunu unutmuş gibi vuruyor, küfürler ediyordu. Tekmeler, tokatlar sanki kendisine atılıyordu. Çok iyi biliyordu bu sahneleri. Kadının bu yaşadıklarına, hissettiklerine ortak olmuştu bir zamanlar. Adım adım biliyordu olacakları. Kadın bir süre sonra o kadar dayağı yemeye devam ettiği halde artık hissetmeyecekti, ağlamayacaktı. Adam küfür edecek, vuracak kadın ise bir türlü gelmeye tenezzül etmeyen Azrail’i bekleyecekti. Gelmeyeceğini bile bile bekleyecekti. Belki diye diye sıkacaktı dişlerini. Gözleri doldu. O, bu bekleyişten, belki demekten sıkıldığı için gelmişti İstanbul’a. Bu hayaller diyarında bu kabusların işi neydi? Şaka olmalı diye düşündü. Köpeğe döndü: ‘Sen yaptın! Gideyim diye kurdun bu oyunu; ama anladım işte.’ dedi. Köpek kafasını salladı sadece. Birden sinirlendi ve git ve beni yalnız bırak diye bağırmaya başladı. Köpek itiraz etmeden, topallayarak uzaklaştı. Aslında gitmesini istemiyordu ama; söyleyemedi işte. Ağlamaya başladı. Mutlu olması gerekiyordu burada olduğu için ama değildi. Tükenivermişti birden. Arada kalmıştı. En başından haklı diyordu bir yanı, diğer yanı reddediyordu tüm olanları. Bunca zamandır inandığı her şey onu bir anda terk edemezdi. Burada kalbini hissediyorken, evet evet durmadı hala atıyor diyebiliyorken, nefes aldıkça varlığını kanıtlarken, ‘Ben buradayım’ diye haykırabiliyorken yine görünmez olmuştu. Ne değişmişti, nereye gitmeliydi ki görünmek için?
Şöyle bir etrafına baktı. Karşıdaki apartmanın merdivenlerine oturdu. Duvara yaslandı, kapattı gözlerini. Bekleyecekti burada. Artık birilerinin gelip onu fark etmesini bekleyecekti. Buraya gelmeden önce hayal ettiklerini düşünmeye çalıştı, zaman geçsin diye. Ama olmuyordu. Aklına sinirli insanlar, dayak yiyen kadın, pislik içindeki sokaklar geliyordu. Derin bir nefes aldı; ama bu sefer varlığını kanıtlamak için değil kendine gelmek içindi bu nefes. Soğuktan uyuşuyordu artık elleri, ayakları. Zihni artık onu, hayallerini dinlemiyordu. Kimsenin bilmediği, fark etmeyeceği bir yaşamdı bu. Haklı olanların haksız olarak anıldığı, acı çekenlerin daha da canlarının yandığı, özgür olmayı istemenin suç olduğu bir hayattı. En başta karar verilmişti zaten kimin yaşayacağına, kimin yok olacağına. O sadece şansını denemek istemişti. Ufak bir umut kırıntısı gelip buluvermişti onu; ama o da ufalanıp gitti yaşayanların ayakları altında. Bu düzen böyleydi. Nereye giderse gitsin değişmezdi. Kaderdi belki de. Annesinin dediği gibi alnına yazılmıştı; silinemezdi. İşte bunları anlatacaktı, içine hapsettiği son nefesiyle annesinin ışık saçan kollarına bıraktığında kendini.
Karar verilmişti. Sondu bu yaşananlar. Kimsenin üstüne tek bir cümle ekleyemediği bir son buluş, tükeniş, vazgeçiş her şeyden önce terk edişti. Köpekler, kediler, martılar bir sır olup göklere, sulara, sokaklara karışmışlardı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.