- 1100 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KÖPRÜ VE SELLER/ 2009 YILI ÖMER SEYFEDDİN ÖYKÜ YARIŞMASI BİRİNCİLİKLİK ÖDÜLÜ
KÖPRÜ VE SELLER
Adam, elindeki paralara bakıyordu. Defalarca kez yapmıştı; ama bir daha özenle saydı. Elinde tamı tamına bin lira vardı. Ömründe bu kadar parayı belki de ilk kez bir arada görüyordu. Birazdan onları dişçiye verecekti. Azılı çekilmiş yıllardan sonra elindeki paralara bakıp: “Bu benim ödülüm.” Diye düşündü. Paraları dişçiye verecekti ve bembeyaz, yeni dişler taktıracaktı o nice bıçakların açmaya yetmediği ağzına.
Oğlu Nâzım’ı düşündü. Her zaman , “ Hayattaki en değerli varlığım.” Derdi onun için. Gece gündüz demeden onun için çalışmıştı en yüksek makinelerin tepesinde. Emirler almış, emirler vermişti. Aldığı üç beş kuruş aylıkla yıllarca kıt kanaat geçinmeye çalışmışlar, ellerindekini avuçlarındaki her şeyi onun eğitimi için harcamışlardı. Ama hiç bir zaman oğluna hissettirmemişti sıkıntılarını. Bu düşüncelerle o sisli sabahta dişçinin kapısına kadar geldi.
Diş doktoru Orhan Bey, eski ve yakın bir arkadaşının oğluydu. Mehmet Bey ‘i görünce, o hep yüzünde asılıymış gibi duran gülümsemelerinden biriyle yaklaşıp, hoşbeş etti. Mehmet Bey’i dişçi koltuğuna oturtup, makinadan yeni çıkmış olan bembeyaz dişlerini kısa bir sürede takıverdi. Peşinden ekledi:
“Mehmet Amca dişler neredeyse altın gibi parlıyor. Yakıştı vallahi!”
Mehmet Bey: “Ya! Ya! Zamanında iki tane de altın dişim vardı. O zamanlar modaydı bilirsin ya .”
“Bilirim bilirim. Babamın da vardı. Hem de beş tane. Ölünce mezarı açıp çalarlar diye korktuk da, etrafına demir kafes yaptırdık beş diş için. Bilmez miyim? Beş diş için beş katı kafes parası verdik. Bak, sen akıllılık edip ölmeden çıkarttırmışsın .”
“Ya evet akıllılık etmişim değil mi?” diyerek Dişçi Orhan’ın yüzüne baktı Mehmet Bey.
“Hadi geçmiş olsun bakalım .”
Onu, tedavisi biter bitmez, modern döşenmiş ofis odasının kapıya en yakın olan sandalyesine oturttu. Bir yandan: “Eee Mehmet Amca daha ne var ne yok? Nâzım’dan ne haber? Hiç aramıyor hayırsız. İstanbul’da işleri büyütmüş duyduğuma göre.” Cümlelerini sıralıyor, bir yandan da çalan telefonlara ve sekreter kıza laf yetiştiriyordu.
Mehmet Bey ‘in oğlu Nâzım, babasının öğretmen olması konusundaki ısrarlarına rağmen, işletme eğitimi almıştı. Okulunu bitirdikten sonra da , “Yurt dışına gideceğim.” diye tutturmuştu. Mehmet Bey ‘ de oğlunun bu isteğini kırmamak için, onun haberi olmadan tek maddi varlığı olan, babasından kalma evini satmak zorunda kalmıştı. Bu da yetmemiş, o yıl üniversite sınavını kazanan küçük kızı Menekşe’yi bile eğitim alması için başka bir şehre gönderememişti. Çünkü iki çocuk birden okutması imkânsızdı.
Mehmet Bey, biraz canı yansa da birkaç kısa cümle ile cevap verdi. Aklında olan tek şey, cebinde duran bin lirayı bir an önce dişçiye verip oradan çıkmaktı. Bugün kafası çok karışıktı. Canı da yanmıştı zaten. Tansiyonu mu çıkmıştı ne? Başı zonklayıp duruyordu.
O sandalyede öylece canı yanıp dururken, birden aklına oğlu Nâzım’ın ilk dişini çıkarışı geldi. Ne büyük sevinç yaşanmıştı evlerinde. Sanki o dişle birlikte hayatlarının en büyük mutluluklarından birisi çıkmıştı o küçücük bedenden. Nâzım, minik eli ağzının içinde dolaşarak, yarım yamalak konuşmasıyla birkaç gün , ‘‘Acıoo! Acıooo! ’’ diye bağırıp durmuştu. Karısı Sevinç, anasından kalan son altınını satarak alelacele dolmalar sarıp börekler yapmış, tencereler dolusu buğday kaynatmıştı evde. Konu komşu eve toplanmışlardı. Yenilip içilmiş, Nâzım’ın küçücük dişi için sevinilmişti hep birlikte. Sevinç Hanım, kalan parayla, Nâzım’ın ilk karyolasını almıştı Mehmet Bey’e sürpriz yaparak.
“Sen sıkılma maaşa daha çok var.” Diyerek, bu sözler karşısında mahcup olan Mehmet Bey’in elini tutmuştu sıkıca. Acısıyla birlikte beynine üşüşen bu hatıraların da içinde bıraktığı buruklukla, içini çekti Mehmet Bey. Karısının, hayatları boyunca küçücük paralardan çıkardığı kocaman mutlulukları düşündü.
“Gururlu kadındır benim karım. Hiç hissettirmedi gerçek yokluklarımızı bana .”
Sevinç Hanım’ın yıllarca duymaya alıştığı o sözleri, kulaklarında çınlıyordu.
“Sağ ol, başımızda ol, Allah ne verdiyse...”
Birden bire kendine geldi. Cebinde duran bin lira, sanki bedenini yakıyordu.
“Bin liraydı değil mi?”Dedi, birazcık daha başını dikleştirerek. Bu parayı, ona oğlu Nâzım göndermişti. Kuş kadar emekli aylığı ile bu özel doktorlara gelip diş yaptırması imkânsızdı yoksa. Oğlunu düşündükçe daha da dikleşip devleşiyordu sanki elinde sıkıca tuttuğu bin lirasıyla…
“Parayı taksitle…” Ya da, “Üç aylığımı alınca…’’ diyerek başlamayacaktı ya söze. Bir anda ödeyebileceği tamı tamına bin lirası vardı, dört tane yeni beyaz diş karşılığında.
“Evet, bin lira Mehmet Amca. Zaten sana yaptığım fiyata, başkasına olsa yapmam vallahi.” Dedi Orhan Bey, porselen dişlerini göstererek.
“Kontrole bekliyorum bak unutma sakın, bakalım yaptığımız köprü oturacak mı? Tamam mı?”
Kaç köprüden geçmişti Mehmet Bey. Ne seller taşmıştı içindeki - bir ayağı bu dünyaya bir türlü ulaşmayan- köprülerden.
“Olur.” dedi bir eli yanağında. Diğer eliyle paraları uzatmıştı. En yakın ve en eski arkadaşının oğlu Dişçi Orhan Bey, paraları sayıyordu. Yüz, iki yüz, üç yüz… Bin lira!
Bin yılın acısı, tatlısı, düşleri… Okuldan üniformasını giyip, elinde tahta bavulu ile köyüne dönüşü geldi gözünün önüne. Babasının elini öpüp hayır duasını almıştı. O günkü gibi hissetti, göğsü kabarmıştı nedense. O gün, anası da ağlamıştı ocağın bir kenarında gizli gizli. “Memediiim!”demişti de başka bir şey diyememişti.
“Yine gel Mehmet Bey Amca. Çarşıya çıktıkça uğra bir çayımı iç. Babam ne çok severdi seni. Hele bir adın geçti mi, “Can dostum o benim.” Derdi senin için.’’ Orhan Bey, bunları söylerken, Mehmet Bey’den aldığı paraları iki defa saymıştı. Sonra usulca kasaya koydu.
“Rahmetliyi çok severdim. Yaşasaydı da senin bu günlerini görseydi Orhan Bey oğlum. Kalender adamdı senin baban. Sağ ol, dişler de tam istediğim gibi oldu. Bu yaştan sonra bize daha ne olsun. Eline sağlık. Bana müsaade.” Diyerek yavaşça ayağa kalktı.
Kapıya doğru yürürken Dişçi Orhan Bey, Mehmet Bey’in sırtını sıvazlıyordu. O yüzünde asılı duran gülümsemesini, yerlere saçan bir kahkahayla birlikte arkasından seslendi:
“Aman dişlerini fırçalarken dikkat et, bin lirana yazık edersin sonra!”
Mehmet Bey, arkasını dönüp cevap vermedi. Dişçi muayenehanesinin bulunduğu, duvarları kararmış hanın merdivenlerine yönelmişti bile. Hangi diş fırçası temizleyebilirdi yıllarca içinde biriktirip söyleyemediği sözleri? Ve hangi köprü yıkılsa fark ederdi ki bu saatten sonra.
Hanın kapısını yavaşça kapattı. Yağmur yağıyordu. Kasketini düzeltip, paltosunun önünü ilikledi. Kafasındaki düşüncelerle yarışırcasına yürüyordu. Vitrinlere bakıyordu ara sıra mağazaların önlerinden geçerken. Bir anda devasa camları olan bir mağazanın önünde durup kaldı. O camlardan birinde yansıyan küçülmüş görüntüsü, gri bir erkek ceketi giymiş cansız mankenle yan yana gelmişti. “Ne güzel bir gri .” Dedi bir erkek ceketine bakıp.
İlk maaşıyla babasına diktirdiği ve babasının hayatında ilk giydiği ceket olan takım elbiseyi hatırladı. Oysa babası, onun düğününe gelirken muhtarın ceketini ödünç almıştı. Giydirir miydi hiç Gâvur Ekrem’in ceketini? Bilseydi. Anasıysa hiç gelememişti yol parasını denkleştiremedikleri için.
Babası , ‘‘ Anan, ateşli hastaydı oğlum.’’ diyerek bir yalan uydurmuştu. Tatar kızı Saliha, görememişti bile çakırının düğününü. Sevincin ailesinin yapıp yakıştırdıkları düğünle evlenivermişlerdi. Bir kilim, iki sandalye, bir tahta masa. Bir de uyduruk yatak. Anası hiç gözünün önünden gitmemişti düğün boyunca.
Yorulmuştu. “Denize bakan banklardan birinde soluklanayım.” diye düşündü. Ev de yakın değildi ki. Yürüse miydi acaba? Ayakları onu yarı yolda bırakır mıydı? Bir süre sonra denize bakan eski banklardan birine gelmişti. Oturup derince bir nefes aldı. Biraz dinlendikten sonra cüzdanından oğlunun ve kızının resimlerini çıkarıp okşadı. Sevinç Hanım’ın resmini eline aldı sonra. Yakın gözlüklerini takıp daha bir dikkatle baktı.
“Sevinç, bu resmi nüfus cüzdanı için çektirmişti. Üstündeki kazak da taa nişanlılıktan…” “Hayat !” dedi sonra. “Şairin dediği gibi, Deli çığlıklar atıp avaz avaz, geçip gittin yanımdan yaz gibi.”
“Başımı sokacak bir dam bile yapamadım. Yapmayı bırak, elimizdeki damdan da olduk. Ama olsun be! Evlatlarım için yaşadım ben. Ne yaptımsa onların iyiliğini düşünerek yaptım. Çalıp çırpsa mıydım bir beton dam, birkaç dönüm arsa bırakmak için. Hem Allah var, onlar da beni fazla üzmeden kurtardılar kendilerini işte. Namerde muhtaç değiller ya…”
Arkasından derince bir nefes daha çekip denizden, gözlerini kapattı. Şiirin sonraki dizeleri fısıltı gibi döküldü dudaklarından:
“ Ben bir demet menekşe olsun getiremedim sana.
Ne halt edek dostların karnı açtı.
Kıydık menekşe parasına.”
Mehmet Bey, rüzgâra karşı gözleri kapalı olarak ne kadar durduğunu fark etmemişti bile. Yağmur dursa da hava serindi. Hala elinde duran cüzdandan aceleyle bir şey daha çıkarttı. Bir eliyle onu tutarken, diğer eliyle cebinden bir kutu çıkarıp tuttuğu şeyi içine koydu. Ardından küçük bir kâğıda bir şeyler karaladı. Kâğıdı kutunun içine yerleştirip kutuyu sıkıca kapattı. “Bir dolmuşa atlayıp bir an önce eve gitmeli, hava soğudu iyice. Tansiyon ilacımı da almadım bugün. Sevinç duysa bir araba laf eder şimdi.” Diye düşünerek yol kenarına doğru yürüdü. Çok üşüyordu.
Mehmet Bey, okuldan eve dönerken geç kalmış bir çocuk gibi aceleyle yürüyordu. Yürürken yanından geçtiği sokak lambalarına gözü takıldı. Yatılı okul günlerinde geceleri ışıklar sönerdi. Mehmet, yatakhanenin camından atlayıp, kar yağarken sokak lambasının altında ders çalışırdı. O günlerden miras kalan romatizması bu nemli havaya ne kadar dayanabilirdi ki? Bugün bir ağlamaklı oluyor bir gülesi geliyordu. “Romatizma da olsam her sene okul birincisi olup, ödül yerine de memlekete tren bileti kazandım ya sen ona bak.”Dedi kendine.
Her yıl okul birincisi olan Mehmet’e öğretmenleri, ailesinin çok fakir olduğunu, yol parası gönderemeyeceklerini bildikleri için, yılda bir kez olsun memlekete gitsin diye ödül yerine tren bileti alırlardı. Buruk bir gülümseme soğuktan moraran dudaklarını ısıtıverdi sanki. O günlerdeki delikanlı oluvermişti birden. Adımlarını çabuklaştırdı.
Eve geldiğinde hava neredeyse kararmıştı. Yorulmuştu. Sevinç Hanım, onu kapıda karşılamıştı.
“Nerede kaldın Mehmet Bey? Meraktan ölecektim.”
“Sorma Sevincim, hava çok soğuk dondum. Dişçiye gidecektim ya, gittim köprüyü taktı. Parasını da verdim. Biraz yürüyüp açılayım dedim. Çaktırmadım; ama biraz canım yandı. Deniz kenarında dinlenirken dalmışım, vakit geçivermiş işte.”
Sevinç Hanım, mutfağa yöneldi. Mutfaktan sesi geliyordu.
“Taze ıhlamur kaynattım. Sıcak sıcak iç de için ısınsın. İlahi Mehmet Bey, kendini on beşlik mi sanıyorsun? ’’
Sevinç Hanım’ın sesi gittikçe duyulmaz oluyordu. Mehmet Bey, üstündeki paltoyu bile çıkarmadan, sobanın kenarındaki divana büzüşmüştü bile. Gözlerini kapattı. Sevinç Hanım, gelinliği ile karşısında duruyordu. Anası yanındaydı, gülümsüyordu. Mehmet Bey, yavaşça Sevincinin duvağını kaldırıyordu. Mehmet Bey, uyudu.
Bu, onun son uyuyuşuydu. Bir daha uyanmadı. Ölüm, yüksek tansiyon şeklinde gelip, onu artık hayatın acılarından, burukluklarından, yokluklarından alıp tam pansiyon bir tatile çıkarmıştı. Sevinç Hanım, mutfaktan elinde ıhlamurla döndüğünde onu yattığı yerde gülümserken bulmuştu. Gözleri sımsıkı kapalıydı.
Mehmet Bey’in ani ölümü, evdeki divan ve sobanın yerinden başka pek bir şeyi değiştirmedi. Oğlu Nâzım, annesini bir süre alıp İstanbul’a götürdü. Hali hazırda düzeltip büyüttüğü işlerini bırakıp memlekette uzun süre kalacak değildi. Aylarca her akşam Mehmet Bey’in üniformalı resimlerine bakılıp, hatıralar deşildi. Deşildikçe Sevinç Hanım, ağladı. Ağladıkça hatıralar, Sevinç Hanım’ın üstüne çöktü. Memleketine, evine dönmek istedi. İstanbul’da kalmaya razı edilemeyince bir uçağa bindirilip, el sallamalarıyla yolcu edildi.
Sevinç Hanım, kızı ve damadı tarafından karşılandı. Uzunca bir süre yalnız bırakılmadı. Ama onun yüreği yarılanmıştı bir kere. Mehmet Bey’in, hiçbir eşyasına dokunamıyordu. Hele de dolapta asılı olan üniformasını görmemek için, kapağını bile açmıyordu.
Kızı Menekşe ile komşu taziyelerini kabul ediyordu. Mehmet Bey’le birlikte sanki o neşeli kıpır kıpır kadın da ölüvermiş, yerine yürüyen bir acı kalmıştı.
“Sevinççiğim, Allah sana sabır versin. E zor tabi kırk beş sene kolay mı? Rahmetli de pekiyi bir adamdı.”
Komşu Hatice Hanım, konuşmasına devam ediyordu.
“Aklıma geldi Sevinçciğim, rahmetlinin ayakkabılarını bırakmıştınız cenazeden sonra kapıya. Onları bizim şu evsiz Ömer var ya o almış. Bir de sormuş: “Rahmetlinin paltosu falan yok muydu? Verselerdi giyerdim.” demiş.
Sevinç Hanım, irkildi. Vardı ya… Mehmet’in paltosu… Ölürken bile üstündeydi.
“Var Hatice Hanım. Ama ben hala elimi süremedim. Kız baksın da bir ara çıkarıp versin olmazsa.”
“Ya iyi olur. Fakir, yazık! Karda kışta sokakta. Ölmüşün ruhuna gider sevabı da.”
“Öl-mü-şün ruhuna gider!”
“Ne yani Mehmet şimdi öldü mü?”
“Anne! Anne! Daldın yine. Komşular gittiler, hadi kalk da şu paltoya bir bakalım. Kış günü zavallı adam giyer.”
Birlikte yatak odasına gittiler. Mehmet Bey’in pek sevdiği çizgili pijamaları hâlâ yatağın üstünde katlı duruyordu. Ne yaptılarsa Sevinç Hanım, onları kaldırmaya razı olmamıştı. Bir tek onlara dokunabiliyordu. Menekşe paltoyu çıkardı. Ceplerini yoklarken sağ cebinde Mehmet Bey’in o gün deniz kenarında otururken içine bir şeyler koyduğu kutuyu buldu. Açıp açmamakta kararsız kaldılar. Sevinç Hanım, çok meraklanmıştı. Sonunda üstünde oğlu Nâzım’ın adı yazılı olan kutuyu açmamaya ve oğlunu aramaya karar verdiler. Haberi alan Nâzım, yoğun işlerinin arasında gelen telefonda annesine, kutuyu adına postaya vermelerini, annesinin açarsa üzüleceğini söyleyerek, telefonu fazla uzatmadan kapattı.
Nâzım, geçen süre içinde daha da zengin olmuştu. Nemli İstanbul sabahında camı açmış boğaza bakarak düşünüyordu.
“Ne güzel bir şehir burası. Ah baba ah! Gelmedin buralara. Alacaktım sana da bir ev, oturacaktın paşa paşa. Ne vardı o kasaba kılıklı şehirde? Anlamadım gitti. Anamı da yaktın (!) kendinle oralarda.”
Kapının açılma sesiyle kendine geldi.
“Nâzım Bey, kapıyı çaldım ama duymadınız. Postayla bir paketiniz geldi. Ben adınıza teslim aldım.”
Nâzım, sekreter kıza elinin tersiyle çık işareti yaptıktan sonra, elini beline koyup bir süre pakete baktı. Sonra aniden, annesinin göndereceği paket olduğunu hatırladı. Saatine bakıp toplantıya geç kalıp kalmayacağını kontrol ettikten sonra, hızla kutuyu açtı. Küçük bir kâğıtta, babasının el yazısıyla yazılmış mektuba benzer kısa bir yazı vardı. Kâğıttaki cümleler şöyleydi:
“Oğlum! Yiğit oğlum benim! Bu kutudakilere iyi bak Yıllar önce sen üniversitede okurken, para lazım gelmişti. Tabi senin zavallı emekli babanda da beş kuruş yok. Ben de altın dişlerimin kaplamalarını satıp parasını, sana kitap kalem ettim. Bu garip hatırayı da yıllardır saklarım. Bu kancalar, o dişlerin kancaları.
Ama benim aslan oğlum, bu gün beni gururlandırdı. Gönderdiğin parayla dişlerimi yaptırdım. Parayı tastamam dişçiye verdim. Bu kancaları, yarın sana postalayacağım. Artık içimi burkmaları için bir sebep kalmadı. Belki sende bir anısı olur diye yollayacağım o kadar. İnşallah oğlun da bir gün seni böyle mutlu eder. Allah işini rast getirsin benim güzel evlâdım!”
Baban
Nâzım ne olduğunu tam olarak anlayamamıştı. Tokat yemiş gibiydi. Koltuğa yığılıp kaldı. Gözlerini, önündeki kutuda duran, iki eğilmiş metal kancaya sabitlemişti. İçinde sanki korkunç bir hayvan yaralanmış bağırıyor gibiydi:
“Acıyooor! Acıyooor!”
Sekreteri, yine kapıyı çalmadan içeri daldı. Panik içindeydi. Karınız telefonda Nâzım Bey! Çok aceleymiş, önemliymiş!
Nâzım, gözlerini sabitlediği iki eğik metal kancadan ayırmayarak, telefonu kaldırdı. Karısı, zaten onun konuşmasına fırsat vermeyerek büyük bir sevinçle ona hayatının en acıklı mutlu haberini veriyordu belki de.
“Nâzım! Nâzım! Çok mutluyum! Bugün harika bir şey oldu. Akşam eve gelirken kocaman bir pasta alıver. Oğlumuz! Mehmedim! Diş çıkarttı !”
şükran uzun
2009 YILI ÖMER SEYFEDDİN ÖYKÜ YARIŞMASI BİRİNCİSİ OLAN ÖYKÜDÜR.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.