- 892 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Gezginin Güncesinden
Gerçek dost, içimize yerleşen duygular yaşatır bize. Uzaktan uzağa onu anımsar, heyecan içinde hazırladığımız hediye paketini kucaklayıp, özlemle ziyaretine gideriz. Açılan kapının eşiğinde bir gülümsemeyle karşılaşır; bize bu gülümseyişi sunan yüzün zarafetini yakalarız. Ardından ellerimiz kenetlenir, birbirine sarılır; sonra yumuşak bir sedirin rahatlığında samimi bir sohbete dalarız. Bu samimiyet bu kez evin sıcaklığını fark ettirir bize. Huzur buluruz. Marifetli ellerde özenle hazırlanıp, bize sunulan küçük bir ikramın tadını damağımıza, yaptığımız sohbetin keyfini bir kahve fincanına sığdıramayız. Dostluğu pekiştiren bu misafirperverlik, onca zaman geçer de unutulmaz; içimize yerleşir, her zaman hissederiz. Unutmamak mesut eder bizi.
Bazen de doğaya hasret kalır, karşılaşacağımız zorlukları umursamadan yollara düşeriz. Yolda bir söz duyarız. Duyduğumuz söz kafamızı yoran sorulara dönüşür. Aklımıza takılan onca soru çengelleri arasında içsel bir yolculuğa çıkarız. Yürüdükçe, yol boyunca çözmeye çalıştığımız bu soru çengellerinin yerine sonra nokta koyarız. Her noktada omuzlarımız kenetlenir, güçleniriz. Kafamızı yoran o soru çengelleri bir mesajdır aslında.
Dağlara giden yol gibidir soru işaretleri
Elif’in minicik elleriyle hazırladığı sıcak börekleri yedikten sonra evden dışarı çıktığımızda, “Birlik olun, birlik olun,” dedi; bizi uğurlayan yaşlı adam: İki büklüm, kamburu çıkmış, elleri titriyordu. Yüzünde zamanın acımasız çizgileri, gözlerinde yaşamın ezgileri vardı. Başında saçı yok denecek kadar az, olanı da beyazdı. Fakat dostça yaklaşımı bize, yüreğindeki sevginin hiç eksilmeyeceğini hissettirecek kadar sıcaktı. Bütün bu özellikleri onun bilge kişiliği ortaya çıkarıyordu. Ona yolda rastlamıştık; ayaküstü hoşbeş edip sonra vedalaştık. Bütün gücüyle elindeki bastona dayanarak arkamızdan, bağırışlar içinde: ”Şehirler, kentler, kasabalar onca fikirleri barındırır içinde; siz vatana, millete faydalı olanı seçin” diye, mesaj gönderiyordu. Bu çağrıyı, davetten memnun ayrılan arkadaşların neşeli çığlıkları arasında zor duyabildim. Karlı patikada birbirini örten izler bırakarak köyden, kayalıklarla örtülü geniş bir sırtı aşarak uzaklaştığımızda, hala bu çağrıyı düşünüyordum. Düşünürken dağların karla kaplı sivri uçlu tepelerine, bazen de engebeli yüzeylerine bakan gözlerim; yavaş yavaş, yanı başımızda sıralı çam ağaçlarının dallarında bir buğday tanesine hasret kalan kuşların umutlu çırpınışlarına kayıyordu. Dağlar, onların haricinde ve bizim dışımızda yalnız görünüyordu. Fakat kuşların çaresizliği uçsuz bucaksız bu ıssızlığı sessizlik altında bırakıyordu. Dağların, sırtındaki rengârenk elbiseyi çıkarıp yerine giydiği -dikenleriyle birlikte- beyaz gülü andıran tek renk elbisesi, vücuduna bir kefen olarak biçilmişti sanki. Kulaklarımızda çınlayan rüzgârın buğulu sesi, sanki yamaçlarda bir çiğ tabakası oluşturuyor ardından, tepelerde bir sis bulutu haline dönüşüyordu. Soğuk rüzgâr yüzümüzü bir çarşaf, ama buruşuk bir çarşaf gibi sertleştiriyor, ancak içimizden gelen sıcak nefesimizle sadece burnumuzda nemleniyordu. Sanki bahar, buraca hiç bilinmiyor.
Rüzgâr dindikçe uçsuz bucaksız bu ıssızlık, bu çaresizliği sessizlik altında bırakmaya devam ediyordu. Bu sessizliğin hâkim olduğu yolda, her adım atışımda, yürüdükçe çözebileceğim bir soru oluşuyordu kafamda. Rüzgâr şiddetlenince sessizlik tekrar bozuluyordu. Rüzgârın yanında uçsuz bucaksız bu sessizliği bozan, kafamda oluşan soru işaretleriydi aynı zamanda. Bana: “Zor şartlar altında vatan yapılıp bize emanet edilen, içinde aynı doğayı, aynı havayı paylaştığımız bu topraklarda birlik, beraberlik ve dirlik içinde nasıl yaşarız?” diye soran… Birbirini umursamadan sokaklarda dolaşan farklı düşüncelere sahip insanlar caddelerde az değildir, öyle değil mi? diye sesleniyordu bana. Sahi; aynı mahalleyi, aynı siteyi, aynı apartmanı paylaşan insanların çok azı birbirleriyle iletişim kurar; değil mi? diyerek, ilk soruya soruyla cevap veriyordum. Ardından, daha geniş bir alan olan doğada ise durum farklı değil midir? Caddede yürürken, kaldırımda bir insan bize çarptığında, arkasına bakmadan giderken bize, dağda, bayırda, bir orman yolunda rastladığında, ta uzaktan selam verip konuşmadan geçebilir mi? diye soruyor, peşi sıra aklıma gelen sorular…
(Çaykara’da; Uzungöl İlçesinin Şur Köyüne gittiğimiz davette bize, dostluğun en iyi örneği sunuldu. Elif’in davet edip ağırladığı Şur Köyünden ayrıldığımızda, zirveye tırmanırken yolda, her gören hoşbeşe durup, evine davet etti bizi. Hatta Uzungöl beldesinde alışveriş yaptığımız esnaflar bile…)
Zirvenin yamacından daha yükseklere doğru yol alırken beni bu soru yumağının içine iten neydi? Marifet, doğanın insana kendisiyle baş başa kalacak zamanı tanıyıp özeleştiri yapma şansı vermesinde mi gizliydi? Yoksa doğa ile iç içe yaşamanın insanlara kazandırdığı bir özellik miydi bu? Bu dünyada hep fiziksel olana odaklanmakla iç dünyamızda onarılması güç buhranlar yaşamadık mı? Kimimiz, topluca geldiğimiz bu geziden sonra kavradığı duyarlılıkla sabah işe gittiğinde insanlarda empati kuracak. Sokakta bile kimimiz, kendinden emin olarak insanlara objektif davranacak. Kimimiz, tepesine ulaşamadığımız ağaçlara bu kez zirveden bakmanın cesaretiyle yapamadıklarımızı başarabileceğimizin heyecanını yaşayacak. Bu güç, kazandığımız bu özgüven duygusunda değil miydi? Ben, aynı ailenin fertleri olduğumuzun farkında lığını yakalamayı, doğadan aldığım feyizle kazandım. Diğerlerimiz, her şeyin ‘ben, ben, ben’den ibaret olduğu tekil bağımsızlık alanından çıkarak, birbirimizle iletişim kurmanın ve dayanışmanın önemini ne zaman kavrayacak?
Sorular… Sorular… Bir an bile olsa, ruhumu kentin kalabalık kaldırımlarından, gürültülü caddelerinden arındırmaya çalıştım. Hayatın bana sadece geçmişte değil; şimdi de, armağan ettiği bu gücü kavramaya çalıştım.
Doğanın gizemiydi bu…
Sorgulayıcı bir cesaretle sil baştan, çağımızda yeni bir misyon geliştiremez miyiz?
Yaşlı bilgenin çağrısını; kazandığımız bu özgüven duygusuyla, vatan kabul ettiğimiz bu topraklarda birlik olup huzurlu yaşamak adına değerlendiremez miyiz? Tabii ki birliği sağlayacak bu özgüven duygusu; dümeni, doğanın insana sunduğu bütün renklerin en iyisi olan sevgi seline çevirmekle yakalanır. Ancak edindiğimiz özgüven duygusuyla sağlayacağımız bu birliği, gelecekte; sevgiye sürekli sahip olduğumuz sürece koruyabilme şansına sahibiz.
Doğada içsel haykırış
Bu soru yumağı içinde kâh yürüyor, kâh duruyorum. Duraksadığımda eriyince dalgalı, koyu mavi, hırçın Karadeniz’e akacak karların; beyaz gelinliğinin hapsine giren dağlara baktım.
“İşte” dedim, dağlara: “Yine size sığındım:” Dostlarla; ovalara, obalara düşerek… Yokuşları, inişleri, düzleri geçerek; her yanına ellerimi dolayıp sımsıkı tutmak ve zamanı huzur içinde böylece yaşamak… Ayaklarım adım adım yaklaşıyor ona usulca… Önümde uzayıp giden uçsuz bucaksız yolların kıvrımları birer birer geride kalıyor. Kendimi bir zaman tüneline girmiş hissediyorum. Dedim ki, kendime: “Kendine gel; gel otur şu kurnanın başına şöyle, bak tepelere. Ta derinlerden gelen bu sese kulak ver; duy. Yanı başımda su şırıltıları; dinle. Kuşlar bir şarkıya duruyor, ince ince. Dün onarılması mümkün olmayan zararlar verdik kendimize. Bugün savaş hala devam ediyor. Yarın çocukların barışı sağlayabilme şansı ne kadar; anla? Bizi bize düşman eden kim? Cevap ver? Susma... Ne kadar hırpalıyorsun bizi, böyle. Çare nedir? Düşün ve söyle.” Ah zaman! Gözümüzü gönlümüzü eskitiyorsun, aman aman! Beton duvarlar arasında yaşayan mahkûm gibi ömrümüzü törpülüyorsun. Şimdilik sensin yaman; ama! Biraz ara ver. Gün olur keser döner, sap döner.”
Uzungöl diye bir yer…
Yollar geçmişten bu güne bizi, bir yerden bir yere ulaştıran birer köprüdür hayatımızda. Stresli ortamlardan uzaklaşarak dinlenmek isteyenler için ideal mekânlar, yollar dağ ve yayla turizm alanlarının da şartıdır. Kısa sürede kalabalık kafilelerin getirdiği hızlı tesisleşme, Uzungöl’ü de ciddi bir yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı. Bu kez Trabzon Doğa Sporları İhtisas Kulübü Derneği –TRADOST- üyeleriyle çıkmıştık yola. Önce Şur köyünde davete katılacak -katıldık- oradan, Uzungöl beldesine gidip, belirlenen parkurda geziyi, yürüyerek tamamlayacaktık. Bizi Uzungöl’e getiren şimdiki asfalt yol, yirmi yıl evvel geldiğimde keçi yolunu aratmayacak derecede bozuktu. Yer yer çukurlardan kaçıp arabamla irice taşların üzerinden hoplaya zıplaya geçmiştim. Şimdi yollarda iyileştirme yapılsa da, yaz sezonundaki kalabalığı düşündükçe Uzungöl’de, yollarda ki duruma tekrar el atılması gerekliliği çıkıyor ortaya.
Ayrıca kanalizasyon atıkları ile oluşan sazlıklar, çevre kirliliği, dere yataklarından gelen mil ve taşkın malzemeler göldeki derinliği yok ediyor. Bölgenin sit alanı ilan edilişiyle doğal güzellikleri korunabilir. Bu konuda halka ve belediye yönetimine büyük iş düşüyor. Türkiye’de olduğu gibi böylece Uzungöl’ün, yakın zamanda tüm dünyada da ismini duymayan kalmayacaktır. Her yıl kafileler halinde gelen Araplar, Almanlar ve İsrailliler Uzungöl’ün müdavimleri arasında bulunmaktadır. Civardaki otel ve motellerde konaklamak için erken rezervasyon yapılması gerekiyor. Yoksa arabanın içinde ya da bir ladin ağacının serinliğinde konaklamak zorunda kalabilirsiniz.
Seksenli yıllarda geldiğimde derme çatma kulübelerden ibaret konaklama yerlerinde ve restoranda gördüğüm müşteriyi memnun etme anlayışı, ürün kalitesi ve şehre uzaklığı dikkate alınarak uygulanan fiyat anlayışı, Uzungöl’de bugün de devam ediyor.
Hep söylemişimdir, o zamanlar: Kısa sürede Uzungöl’ün ismini duymayan kalmayacaktır diye.
Uzungöl’de macera
Karlı kış günlerinde yerleşim alanlarına inen yaban hayata özgü canlılarla karşılaşmasak ta, yol boyunca çirkinlikleriyle bize uğursuzluk getireceğini düşündüğümüz kargalar, çıplak karaağaç dallarından çalılıkların üzerine kanatlarını çırparak uçuşuyor; “gaak, gaak” diye sesler çıkarıyorlardı. Onları izlerken gözlerimizi kamaştıran bir parlaklık yürümemizi engelliyordu. Çam ağaçlarının dallarında, güneş ışınlarının düşmesiyle yakamoz gibi parlayan kar kristalciklerinin eriyen damlaları altında yürüdüğümüz yol artık burada bitmişti. Köyde yediğimiz kıymalı böreğin tadı hala damağımızda pinekliyordu. Fakat bu tat iştahımızı açınca, Uzungöl’ü çepeçevre seyredebileceğimiz; onu kuşbakışı gören, güneşin ısıttığı ıssız bir yayla evinin avlusunda yemek molası verdik. Köyde tembih edilen “Birlik olun, birlik olun” çağrısının kulaklarımızda çınlayan yankıları eşliğinde, sırt çantamızdaki kumanyaları bölüşerek yedikten sonra; karlı tepelerin üzerinden Uzungöl’e doğru indik. Ama! Ne iniş… Molada çabuk geçmişti zaman. Hava kararmak üzereydi! Üstelik arazi çok eğimli ve başka yöne yol yoktu. Kararlaştırılan saatte varış noktasına ulaşabilmemiz için, aracımızı kuşbakışı gören bulunduğumuz sırttan aşağı, göle doğru kaymakta bulduk çareyi. Biraz isteyerek, biraz da istemeyerek; çıplak arazide düşen çiğlerin açtığı bir yardan aşağı doğru sırayla kendimizi bırakmaya başladık. Önde kayarak pisti oluşturan grup sorumlusu arkadaşımız temkini elden bırakmıyor, çiğin; biz kayarken düşmesini engellemek için sessiz olmamızı, hatta konuşmamamızı tembihliyordu. Pist oluşturulduktan sonra kayan arkadaşlar açılan pistte talihsiz bir süratle hızlanıyordu. Her kayışta geride kalanların sürati daha da artıyordu. Geride kalanların biri de ben olduğumdan, vücut ağırlığımın da sürate eklenmesiyle yuvarlanarak yola vardığımda, artık yürümemi engelleyen bir ayak sahibi olacaktım. “Sen, sen ol yolundan şaşma.” derler ya… Yoldan çıkmanın cezasıydı bu. Islanan çamaşırlarım cabası…
Yiğit lakapsız, Uzungöl “topraksız” olmaz
Yamaçtan aşağı acemice kaydıktan sonra gölün kenarında düz bir alana indik. Köyün içinden, tarlalardan geçerek, gölün etrafını çevreleyen yol boyunca yürüdük. Tepeden tırnağa sırılsıklam olmuştum. Her tarafımdan su damlıyordu. Ayaklarım, ıslak botlarımın içinde üşümeye başlamıştı. Sırt çantamı yanıma almamıştım. Vücut ısım düşmeden ıslak pantolonumu ve terli çamaşırlarımı değiştirmem gerekiyordu. Hemen civarda açık bir mağaza aradım. Sordum, soruşturdum; beldenin tek küçük kırtasiyesinde pantolon bulabileceğimi söylediler. “Kırtasiyede pantolon satmak; ne alaka!” diye mırıldanarak adresi aramaya koyuldum. Kasabanın girişinde karşılıklı birkaç dükkândan ibaret küçük bir sokaktaydı dükkân. Buharlı camlardan içerisi görünmüyordu. Gıcırdayarak açılan ahşap kapısından içeri girdim. Dükkân sahibi: “Hoş geldin,” dedi. “Hoş bulduk,” dedim. İçerde iki çocuktan biri ayağına kara lastik deniyordu. Onu izlemeye koyuldum. Çocuk diğer pabucu ayağına geçirdikten sonra, doğrulup: “Haftaya, kurulan pazaryerinde tereyağı satıp borcumu ödeyeceğim,”dedi. “Tamam” diyen satıcı ne istediğimi soran bir ifadeyle bana baktı; bende ona. Bakışlarının verdiği ifadenin etkisini dudaklarımda arar gibiydi. Diğer çocuğu göstererek, ona dedim ki:“Benim işim uzun sürer; bu çocukla da ilgilen.” Bu kez dönüp ona baktı. Çocuk zor duyulan kısık sesiyle kâğıt destelerini gösterdi. Kâğıdı ne yapacağını soran satıcıya; “Bilgisayarda kullanacağım” deyince, satıcı rafa uzanıp kâğıt demetinin arasından birkaç adet a dört kâğıdı çekerek ona verdi. Çocuk, ücretini ödeyip parasının kalanıyla yaldızlı ambalajlara sarılı iki adet çikolata alıp, kapıyı açarak diğer çocukla birlikte çıkıp gittiler.
Dükkânın içinde her şey üst üste karışık şekilde koyulmuştu. Kırtasiye malzemeleri arasında ihtiyacım olanı gözleştirirken ince, uzun boylu satıcı yöreye has şivesiyle ne istediğimi sordu: “Pantolon.” dedim. “Ne tür olsun?” dedi. “Ne olursa…” dedim. “Kadife pantolon olur mu?” dedi. “Olur,” dedim. Yerde gazete kâğıtlarının üzerinde üç beş adet kadife pantolon duruyordu. Beden ölçümü sormadan beni süzdü. Sonra aralarından seçerek, kahve renkli elli dört numara olanını bana uzattı. Kabin arar gibiydim. Güldü! Oracıkta, ayaklarımın altına tam boy gazete kâğıdı serdi. Etrafa bakınırken soyunarak kahverengi kadife pantolonu hemen giydim. “Tam üzerine göre kesilmiş,” dedi. Sevindim! Pantolonumu çıkardığımda iç çamaşırım görünmüştü. Bana:“İç çamaşırın ıslak mı? İstersen onu da değiş” dedi. “Evet, ama ayaklarımda üşüdü” dedim. Israr edercesine: “Abi sen merak etme, sana bir çiftte kıl çorabı vereceğim,” dedi. Aldım. Çorabı giyince bu kez ıslak botları yenilemem gerektiğini söyledi. Adam işini iyi beceriyor diye düşündüm. Büyük bir mağazada pekâlâ tezgâhtarlık yapabilirdi. Botların parasını sordum. Fiyatı söyleyince durdum! Fason üretimdir diye şüphe içinde ona baktım. Güldü! “Botları göreyim,” dedim. Gösterdi… Şaştım! —kaldım- Şaşkınlığım geçince, ona; “Bunlar çizme,” dedim. “Evet; bunları yöre halkına satıyoruz,” dedi. “Hava soğuk, bunlar işe yaramaz, biraz indirim yap,” dedim. Teklifimi kabul edince kelepir fiyata çizmeleri hemen aldım. Yağmurluğumun sökülen yerlerini göstererek bu kez ben: “Oldu olacak, bari yağmurluğu da yenileyeyim” dedim. “Ceket var,” dedi. İstemedim. “Hırka türü bir şey var mı?” dedim. “Var,” dedi. Onu da giydim. “Yakıştı,” dedi. Teşekkür ettim. Baştan beri çay ikram etme arzusunu tekrarlıyordu. “Zamanım yok; yalnız değilim, arkadaşlar beni bekliyor,” dedim. “Sen merak etme ağabey; arabam kapıda, nereye istersen bırakırım,” dedi. Kabul ettim. Çaylarımız gelinceye kadar kendinden bahsetti. Konuşurken ayaklarının altına tabure koyup rafların en üst sırasına uzandığı karton kolinin içinden “UZUNGÖL TURİZM FESTİVALİ” yazılı beyaz bir tişört çıkarıp, bana; “Bu hediyemi kabul edin,” dedi. Az evvel parasının üstüyle yaldızlı kâğıtlara sarılı çikolatalardan alan çocuğun sevincini yaşadım. Uzungöl’ün bir köyünden olduğunu ama arazileri olmadığından ailesinin “Topraksız” lakabıyla anıldığını söyledi. Işıl ışıl parlayan ayın yol boyunca uzayan aydınlığında, göl kenarından arkadaşlarımın bulunduğu yöne doğru ilerlerken, yiğit lakabıyla anılır diye düşündüm. Kaybetmekte olduğumuz değerlerin hala yaşıyor olmasını görmek ne güzel. Her yerde bulamadığımız değerlere sahip bu insanların yaşadığı Uzungöl’de, yöre turizminin bu denli gelişmesinin sebebini artık çok iyi anlamıştım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.