- 739 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Terazinin Adaleti
—Allah’ım bu ses yine o ses.
“Beyaz giyme söz ooooluur,
Siyah giyme toz ooooluur”
Bu türküyü radyodan defalarca dinlemişti. Ama hiçbiri bu ses kadar içten gelmemişti ona. Sesteki yanıklık sanki içine işliyordu. Türküyü bu sesten dinleyişi üçüncü kezdi ama hala sesin sahibini görememişti. Müthiş bir merak içindeydi. Hislerine engel olamadı ve sesin geldiği yöne doğru yürümeye başladı.
"Gel beraber gezelim,
Muradımız tez ooooluur.
Alına da salına da gel."
Daveti ezgiye büründüren esrarlı yüze çok yaklaşmıştı. Ama ses birden kesildi. Sanki ağustosböceğinin, yabancı ayak çıtırtılarını yakınında hissedişindeki gibi aniden susmuştu ezgi. Sesi kafasında sahiplendirmeye çalıştı ama olmadı. Bir yandan da gözleriyle dedektif gibi dört bir yanı soluk aldırmadan tarıyordu. Birden yıkıkların arasından birinin hızla uzaklaşmaya çalıştığını gördü. O’da hızla koşmaya başladı.
Kızlar arasında yapılan oyunlarda en hızlı koşanlardan birisiydi. Ama şimdi yetişmeye çalıştığı bir erkekti ve gittikçe ondan uzaklaşıyordu. Bu yüzden kestirme yolu denedi. Kestirme yol; O’na biraz daha yaklaşmasını hatta gömleğini desenini net görebilmesini sağlamıştı o kadar. “Bir arkasına dönüp baksa” diyordu içinden. Ama olmadı. Biraz daha hızlanmaktan başka çaresi yoktu. Derken ayağı yoldaki taşlara takılıp düştü. Ağzına giren toprak parçalarını tükürürken sanki “hay böyle şansın” diyordu. Şimdi o gömleği o boyda birisine giydirmeye sıra gelmişti. Bu düşüncelerle eve doğru yürürken köyün delikanlılarını bir bir gözünün önüne getirip, gömleğin ve türkünün sahibini arıyordu.
Eve yaklaşınca kapı önünü süpüren komşusu ve arkadaşı Fatma’yı gördü.
—Kız Fatma evin işini bitirdiğin gibi dışarı işini de halletmişsin maşallah.
—He valla öyle. Sen nerden böyle?
Zeynep bu soruyla unuttuğu bir şeyin olduğunu hatırladı. O, çeşmeye su doldurmaya gitmişti aslında. Türkü olayı yüzünden güğümleri çeşme başında bırakıp, takibe soyunmuş, sonra da gerçekten su doldurma işini unutmuştu. Şimdi Fatma’ya güğümleri unuttuğunu söylese “kız sevdalı mısın” diye alay edecekti. O yüzden bir yalan düşündü.
—Çeşmeye su doldurmaya gittiydim ama su kesilmiş. Biraz bekledim. Güğümleri birinci sıraya koyup geldim.
—Kız çay yaptıydım. Hele geç içeriye birer bardak içelim. Sonra beraber gideriz.
—He valla içelim kız.
İki arkadaş içeri geçtiler. Evde ikisinden başka kimse yoktu. Zeynep pencere kenarına oturmuş hem çayını yudumluyor hem de dışarıyı kolluyordu. Fatma sağdan soldan birkaç laf ettikten sonra sözü arkadaşına getirdi.
—Kız Süleyman Emmi’nin oğlu Hüseyin var ya!
—Ne olmuş Hüseyin’e
—Geçen gün sen davara süt sağmaya giderken seni takip ederken gördüm. Sonra bir ağaç gövdesine yaslandı bir türkü tutturdu. Kız bu çocuk sana yanık.
Türkü! Takip! Hüseyin! “ He yaa” dedi soruyu bilmişçesine içinden. Gözleri birden kısıldı. Koşma sahnesini yeniden gözlerinin önüne getirdi. Bu kez önünde koşanın Hüseyin olduğunu düşündü. Boy aynıydı ama gömlek… O desende bir gömleği sanki daha önce hiç görmemişti köyde.
Zeynep, bunları düşünürken Fatma’nın konuştuklarını duymuyordu artık. Aslında Zeynep’te Hüseyin’e boş değildi. Ama bu iş olmayacak bir duaydı. O yüzden Hüseyin’i hiç düşünmemişti. Ailesinin, Hüseyin’in sülalesiyle eskiye dayanan bir husumeti vardı. Birde Hüseyin çobandı ve ailesi fakirdi. Oysa O’nun ailesi köyün en varlıklı ailelerinden biriydi. O yüzden bu sesin sahibinin Hüseyin olduğundan emin olamadı. Kafası iyice karışmıştı. Ayrıca O’nu türkü söylerken hiç görmemişti. Ama sesi sanki çok benziyor gibiydi.
Fatma, avazını yükseltip bir de çimdik atmasa, Zeynep kendine gelemeyecekti.
—Kız sana diyorum, duymuyor musun beni?
—Amma yaptın Fatma. Çoban adam. Sürüsü bizim sürüye yakınmış ne var bunda. Hüseyin ha!. Olacak iş mi kız? Onlarla aramızda husumet var biliyorsun.
—Sanki kan davası. Süleyman Emmi’nin babası gençliğinde sizin ekini davara çiğnetmiş. Davanın hepsi bu…
—Ama ekine çok zarar verdirmiş o zaman. Hala babam konuşur o olayı. Birde onlar fakir. Babam “davul dengi dengine” der hep. Bunlar yetmez mi? Hüseyin akıllı çocuktur. Düşünmüştür bütün bunları. Sanmam onun böyle bir düşü olsun. Sonra amcam beni yeğeni değil de gelini olarak görüyor. Bu laf sağda solda konuşulur da onların kulağına giderse hiç iyi olmaz. Kapatalım gitsin Aaaa çok konuştuk vallahi. Su gelmiştir belkide. Hadi bana müsaade.
Zeynep bu cevaptan sonra kararlı bir şekilde kalkıp eşiğin öbür tarafındaki ayakkabısını giydi. Fatma’nın “dur kız, ne bu acelen” lafına aldırmadan çeşmenin yolunu tutacaktı ki birden diğer sokağa giren kişi gözüne ilişti. Üzerindeki gömlek, o gömlekti. Adımlarını sıklaştırıp sokağın diğer tarafına doğru yürüdü. Kimsenin olmadığını görünce birazcık da koştu. Şimdi sokağın ağzındaydı. Köşeyi kendine siper edip sokağı gözetlemeye başladı. Kırmızının üstünde kalın siyah çizgili gömleğin sahibi geliyordu. Biraz daha yaklaşınca hiçbir şüphesi kalmadı. Fatma doğru söylemişti. Hüseyin’di gelen. Aniden karar verdi. Hüseyin’in geldiği yöne doğru yürümeye başladı. Hüseyin’in ne yapacağını çok merak ediyordu.
Hüseyin, Zeynep’i görünce şaşırdı. Önce duraksadı biraz, sonra yürümeye devam etti. Ama gözünü Zeynep’ten hiç kaçırmadı. Sınavdan geçtiğini anlar gibiydi. Zeynep ise göz ucuyla karşılık verdi bu bakışa. Ama kalbi yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. Heyecanı yüzüne vurmuş, yanakları kıpkırmızı olmuştu. Daha önceleri de karşılaşmışlardı ama hiç birinde bu kadar heyecanlanmamıştı. Birden; zorda kaldığı anlarda Hüseyin’in imdadına yetişmesini hatırladı. “Demek bana olan ilgisi yeni değilmiş” dedi içinden.
Hüseyin çok yakışıklı sayılmazdı ama çok güçlü bir erkekti ve de çok insancıl. Oysa kendi ailesindeki erkekler öyle miydi? Keramettin abisi hariç diğerleri kadını insan yerine koymazlardı. Sofra önce erkeklere konur, artanlar kadınlara kalırdı. Her şeyde öncelik erkeklerindi. Tuvalette bile.
Günler bir birini kovaladı. İki kalpteki kıvılcımlar büyümüş, büyümüş artık bir yangına dönüşüvermişti. İki sevgili buluşmaya yönelik her fırsatı değerlendiriyorlardı. Ama dikkatli olma konusunda sanki ikisi de istim üstündeydi. Tıpkı sevdalarına olduğu gibi…
Haziran ayının son günleriydi. Yaylaya çıkalı neredeyse iki hafta olmuştu. Ailede koyun sağma işini Zeynep yapıyordu. O gün çobanları hastalanmıştı. Ağabeyleri de sabahtan şehre inmişlerdi. Bu yüzden sürüyü otlatma işi Zeynep’e kaldı. Onun arayıp ta bulamadığı bir fırsattı bu. Hüseyin’de yayladaydı ve işi gereği her gün sürüsünü otlatmaya çıkarıyordu.
Zeynep, sürüyü otlatacağı meraya giderken yayla deresini geçmek zorundaydı. Ancak bir güçlük vardı. Dağlardaki karlar artan sıcaklık ile hızlı eridikleri için bu dönem dereler coşardı. Bu yüzden derenin en geniş olan yerinden geçmeliydi. Su, burada daha yavaştı ve derinlikte çok fazla değildi. Bir tokluyu kucakladığı gibi karşıya geçirdi. Çobanları bir ıslıkla bu işi hallederdi ama onun böyle bir yeteneği yoktu. Sürü karşıdaki tokluyu görünce üçer beşer dereye atlayıp kaşıya geçmeye başladı. En sona topal koyun kaldı. Tekrar karşıya geçip topal koyunu kucaklayıp dereye daldı. Kaderin tecellisi yine ayağı taşa takıldı ve koyun ile birlikte suya yuvarlandı.
Devamı yarın...
YORUMLAR
şive gerekli biraz sanki, daha bütünleyici olacakmış gibi herşey. ve elbette tebrik ederim bu arada.
Hasan Yaylacı
Hasan Yaylacı
Hasan Yaylacı
Evet konu bildik bir konu, devamında çok şaşıracağınızı zannetmiyorum. ildik konuya bir renk te ben katmak istedim. Yarın görüşmek üzere diyorum. Sağlıcakla kalın, Dostlukla...
Konusu ve anlatımıyla ilgimi çekti; zevkle okudum. Öykünün devamını merakla bekliyorum.
Hasan Yaylacı
Sağlıcakla kalın...