- 712 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
PLASTİK HAYATLAR-2
Gittiğin günü annem saklamıştı benden. Görmemiştim gidişinizi. Hala unutmuş değilim o günü. Evde yoktun, kapı kilitlenmişti. Tıklatacağım camın perdesi yok, eşyalar yoktu. En kötüsü seni bulamamış, sesini duyamamıştım. Koşarak geri dönmüştüm eve, ağlayarak. Anlayamadığım gidişinizi annem, taşındılar diye açıklamıştı. Neden taşındılar, taşınmak ne demek diye sormuştum. Daha güzel bir ev almış Müjgan ablanın babası, demişti annem. Sevinmiştim. Bahçeleri var mı? Salıncakları var mı, diye sormuştum çocukça. Annem var demişti, onaylayarak. Geri gelecekler ama değil mi, demiştim. Tabi gelecekler demişti annem, geçiştirerek. Henüz annem söylememişti bana evinizi satıp gittiğinizi. Çocuk aklı anlar mıydı? Satıp gittiyseniz bir daha geri gelmeyeceğinizi.
Nasıl bir iş taşınmak anlamıyordum. Eşya taşımak zordu, merdivenden çıkmak zor. Çok zordu eşya taşıyarak merdiven çıkmak. Eşyaları kamyondan indirmek kolaydı sanki. Yeni taşınanlar sevinçliydi birer birer merdivenden indirilirken eşyaları. Yeni gelen kız seviniyordu. Müjgan abla sen de bu kız gibi sevinmiş miydin?
Kız benimle yaşıttı, adı Zekiye. Kocaman donuk mavi gözleri, gözlerine ayrı bir güzellik katan ok gibi kirpikleri, bukle bukle sarı saçları vardı. Bir de elinde, sarı saçlı bebeği. İlk andan itibaren sevmemiştim bu kızı. Onlar gelmeseydi, Müjgan ablamlar da taşınmazdı. Yerinizi kapmışlardı sanki köşe kapmacada. Böyle suçluyordum onu. Müjgan ablanın evinde onların oturması demek, salıncağa o kızın binmesi demekti. Alışmak olgusunun kollarında nasıl kıvranmıştım. Alışmak, benimle yaşıt olan bu kızla arkadaş olmaktı. Sonrasında aynı sınıfı paylaşmaktı. Bahçede o kızla oyun oynamaktı. Çardak altında kurulan sofralarda, sensiz yemek yemekti. Bahçede o kızla ders çalışmaktı. Çocuk aklımla onu sevmediğimi hissetmiş, bir türlü çözememiştim sebebini bu hislerin. O bana dostane davranırken, durumun farkına varıp, utanmıştım kendimden. Bir nevi ikiyüzlülüktü bu. Kıskanıyor muydum bu kızı? Sahi, sence de kıskançlık mı bu Müjgan abla? O günlerin gölgesinde, düşünceyle dolaşıyor hislerim. Donuk mavi gözleri, ok gibi kirpikleri... Güzeldi onun gözleri ve kirpikleri. Belki de mahallede onun kadar güzel bir kız yoktu. Bukle bukle saçları mıydı bana tüm bunları hissettiren. Yoksa aklımın köşesini kurcalayan, şüphe kurdunun sorduğu soru muydu bana: "Müjgan ablam görseydi bu kızı, benim yerime onu mu severdi?"
Hayat yolunda yeni olmak da bir çocuk grubuna kabul edilmekte kolay değildi. Diğer çocuklar umursamıyordu bu durumu. Benim için çocukluğumun en güzel bahçesini bir başkasına kaptırmak gibiydi olan biten. Aylarca uzak durmuştum bu kızdan. Uzun süre Zekiye’nin arkadaşlığını kabul etmemiş, onu grubumuza almaya rıza göstermemiştim. O oyuncak bebek olmasaydı, diğerlerinin de aklı bu kadar kolay çelinmezdi. Çocuktuk, elindeki bebeğin varlığı onu cazip kılıyordu. Bahçeye onunla oynamaya giden, yalnızlığını ve oyuncak bebeği paylaşacağını biliyordu. Yavaş yavaş kabul görüyor, artık oyunlara dâhil ediliyordu. Sırf bu yüzden o kıymetli bebeği paylaşmaya mecbur olmuştu. Ben yine de o bebeğe hiç dokunmamıştım. O bebek benim sınırımdı. Zengin ve fakir arasındaki sınır. Çocuk aklımla bebek yüzünden dışlamıştım onu. Zengin olmadıklarını, bebeği ailesinin kapıcılık yaptığı binada oturan zengin bir kadının hediye ettiğini öğrenmek onu kabullenmeme sebep olmuştu. Yani oda bizdendi. Kapıcılıktan gecekondu mahallesine göç etmiş bir aile.
Belediye’nin mücavir alan dediği, şehir haritasında bir cadde nispet yaparcasına ikiye bölerdi oturduğumuz mahalleyi. Zengin ve fakiri yahut güzel ve çirkini oynardık bilmeden. Yok yok. Bilmediğimiz yalandı, bilirdik... Köşk bahçelerini koruyan taş duvarların üstüne ilave edilen dikenli tellerdi, sınır dediğim. Bahçemizde saklanacak, korunacak bir şey olmadığından, eğreti tahta çitlerle korunuyorduk. Kar suyunu emen toprak gevşeyince, tahta çitler çürük dişler gibi sallanmaya başlardı. Yağan karın ağırlığına dayanamaz devrilir, yok ederdi sınırları. Kalın duvarları ve dikenli teli kim icat etmişti acaba?
Korunma içgüdüsünün gereği midir duvarlar? Sarayların, köşklerin kale gibi duvarları olur. Hayat insana zenginliğin duvarlar arkasında saklanıp, korunması, uluorta paylaşılmaması gereken bir olgu olduğunu, çocuk yaşta öğretiyor. Taş duvarlar bu bağlamda zenginlik ve yoksulluğun sınırlarını çizen, pekiştiren gerçeklerimizdi. Bilirdi mahalle gençleri meyve çalınacak bahçeleri. Kolay değildi köşk duvarlarından atlamak. En doğal korunma yöntemi, zorlayan sınırlar inşa etmekti. Köşk duvarında “girilmesi yasak” yazmasa da bilincimize yansırdı “yasak” kelimesi. Yasak kelimesinin söz dinleten, kolay aşılmayan varlığıydı, mahalle sınırları. Belediye arazisini işgalci sıfatıyla işgal eden gecekondu çocukları, kanun maddeleriyle tanışmadan önce öğreniyordu, sınırların varlığını ve yasakları.
Karın yağıp, çamurlu gerçeğimizi saklaması gibiydi masallar. Masalları sever gibi sevmiştim ben hayatın kışlarını. Sana ait düşünceler çocuk aklımın köşesinde, karla kaplı beyaz bir örtünün altında korunarak saklanıyordu. Eriyen kar suyunun hüznü göz göz sokak çukurlarına dolarak terk ediyordu mahalleyi. İnsan sevgiyi unutmadığı gibi sevgisizliği de unutmuyordu. Sen beni seviyordun ama anne ve babanın sevgisiz bakışlarını üstümde hissediyordum. Karın beyaz yüzüne silkelenip, karın saflığını kirleten, hızla yayılan soba kurumuydu sevgisizlik. Uzun müddet soramamıştım, aklıma takılan bu sevgisizliğin sebebini. Çocuklar sevgisiz bakışları kolay tanıyor, çabuk kavrıyor.
Bakışından sevgi yansıtan gözler, tüm dünyayı kuşatıp, aydınlık geniş düzlükleriyle kucaklıyor. Sevgisiz bakışlar küçücük bahçeyi daraltıyor, utandırıyordu bizi. Bahçe kararıyor göz gözü görmez oluyordu. Çocuk aklım karışıyordu. Bahçede annen ve babana yakalanıyordum. Konuşurken şaşırarak kekeliyor, sıkılarak susuyordum. Yüzün gölgede kalsa da karanlıkta göz göze geliyorduk o an seninle. Annen ve baban, bana değil tüm dünyaya sevgisiz bakıyor hissine kapılıyordum. Sana bile... Şaşırıyor, üzülüyor, soramıyordum sebebini. Onlar yokken geliyordum sana. Akşam ve hafta sonu yasaklısı, liseli âşıklar gibiydik seninle.
Annem de sıkı sıkı tembihlemişti "ayıp" diyerek. Hafta sonları ve akşamlar, ailelerin birlikte geçirdikleri zaman dilimiydi.
YORUMLAR
yazı çok güzel bir şekilde kaleme alınmış.yazı anlatım,anlam ve yorumolarak,düzgün cümlelerle,gerekli vurgularla yazılmış.
bu açıdan kalemi tebrik ederim.
konusuna gelince maalesef çok insanımızın yüreğine işlenmiş bir yara.Yazınızın son kısımları asıl dikkatle düşünülmesi gereken açmazlarımız.
burada ''Umutsuzluktan Öte'' şiirimden bir alıntı yaptım.Özellikle yazının son kısımları ile bağdaşmakta.
Yoksulluğun penceresinden yüksek konakları seyrederken,
Gelecekten umudunu kesenlerin duygularında,
Sevgi denen güzellik, can çekişiyordu.
Bir gün, bu konakların bahçelerinde açan çiçeklere dokunmak,
Yoksul için, imkansızlığın ötesinde umutsuzluğun adıydı.
Umudun tükendiği kışın ayazlarında,
Umutsuzluk ateşiyle yürekleri yanarken,
Yoksulluktan kurtulmak, sonsuzluklarda bir adresi gösteriyordu.
Ben,
Ne yoksul kaldım,
Ne sonsuzluklarda zenginliği aradım.
Ben bu aşkın açmazlarında, çok ama çok yoksul kaldım.
Umutsuzluktan öte sonsuzluklarda,
Hayal aleminin gölgelerinde umut aradım.
Yazı bittimi bilmiyorum ama devamı olmalı.Özellikle insan psikolojisi üzerine eğildikçe yazı dahada anlamlı hale gelmekte.Şiirlerinizin güzelliği yazıdada kendini göstermekte.
yaşanılan iyi veya güzel anlarınbir gözlemci gözüyle anlatımı.
kutlarım şairimi.
Yakamozmavisi
Kolay olmuyor giden çok sevdiğinizse, yerine geleni boşalan yüreğe koymak.Çocuk ne anlar ki o an içinde gidenin nedenini..
Hayattan bir kesitti .
Kutlarım sizi ve kaleminizi.