- 1163 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
357 - EL MUĞNİ
Onur BİLGE
Pencerenin önündeki saksıların kenarlarına yemek artıkları ve ekmek kırıntıları koyuyordum, kuşlar gelip yiyorlardı. Yiyecekleri görerek mi geldiklerini, yoksa tesadüfen mi bulduklarını merak ettim. Bu defa artıkları, büyük bir saksıdaki çiçeğin yapraklarının altına gizledim ve beklemeye başladım. Bir süre sonra bir kuş sürüsü göründü. İçlerinden beş altısı indi ve doğru o saksıya yöneldi, nasibini alan havalandı. Beni ve onları alınlarımızdan, yani iki kaş arasından, yani bazılarının iddia ettiklerine göre ruhlarımızın bulunduğu yerden, ilme göre vücuda gereken elektriğin üretilmekte olduğu beynin ön lobundan tutarak yönlendiren Allah, rızklarını beni vesile ederek onlara iletiyordu. Onlar ki elsiz kolsuz, onlar ki çalışıp kazanamaz, sadece ibadet eder, yeryüzüne inerek rızklarını alır giderler. Her sabah her akşam cıvıltıları, gökyüzünde süzülerek sema yapışları, belki de o masum bakışları merhamet sebebidir. Kim bilir? Doğrusunu, sadece Yaratan, havada ve hayatta tutan bilir.
Allah, bazılarını bazılarına muhtaç eder. Bazılarının rızkını bazılarının cebine koyar. Herkes ezelden takdir edilen rızkını bir yoldan elde eder. Rızkın temini için çalışmak ve taksimata rıza şarttır. Allah Muğni’dir. Dilediğini zengin, dilediğini fakir eder. “Fakrım iftiharımdır!” diyen bir Peygamberin ümmetine yakışan, varlığı paylaşmak, yokluğa sabretmektir. Elde olana şükretmek, nimetin artmasına vesile olur.
Dayandığımız, güvendiğimiz, arkamızda dağlar gibi babalarımız ve İslamiyet, yüreklerimizde sarsılmaz bir iman var. Ruhlarımıza mutluluk veren Allah’ın bu ihsanlarıdır.
Yoğurt yemekten uykulu gezdiğim ilk zamanları anımsıyorum. Yurtta kaldığım o ilk ayları… Yemeklerde akla hayale gelmeyecek şeyler çıkıyordu ve karşımızdaki bakkal dükkânından alabileceğim tek şey yoğurttu. Annem babam Bursa’ya geleceklerini, bir ev bulup temizlememi istediklerinde iş başa düşmüştü! Kollarımı sıvayıp işe girişmiştim. Gece gündüz temizlik, boya… Okulum bir yandan işim bir yandan, bir taraftan da bu iş… Günlerce bastığım yeri bilememiş, yattığım yeri beğenmiştim ama o yorgunluğuma değmiş, nihayet oturulabilecek hale gelmişti.
Allah insanı alıştığından mahrum bırakmasın! Birkaç ayda hayalete dönmüştüm. Dengeli beslenme, takviye vitaminler ve annemin özeniyle kısa sürede kendimi toparlamıştım.
Define’nin arkasında ana babası yoktu. İşin kötüsü, evlatları da yoktu, var oldukları halde… Yaşlı ve hasta haliyle çalışıp kazanmak, hayatta kalmaya gayret etmek zorundaydı. İyi ki çevresinde bizim gibi gençler vardı. Ahmet’le Duygu gibi adeta ailesinden olanlar, uzaktan yakından ona kol kanat gerenler… O fakirlikle, biz özverimizle denenmekteydik. Ara sıra yutkunarak, nemlenen gözlerle:
“Günlerce boğazımdan lokma geçmedi, aylarca kaynar suya attığım bir avuç tel şehriyeyle yaptığım yal gibi çorbaya kaşık salladım, halimi kimseye belli etmedim. Şükrettim ve sabrettim. Etrafımda nice zenginler vardı. Hiçbirine avuç açmadım. Kimseden bir şey talep etmedim. Gücümü toplayabildiğim zamanlar çalıştım, bir günden bir güne Allah’tan ümidimi kesmedim. Allah rızka kefildir! Her gün Vakıa Suresi’ni okumaya ve rızkımı istemeye devam ettim. Sonra… Sonra sizler geldiniz. Sizler bana hoş geldiniz. Hoş geldiniz!” diyordu.
Açtığı ticarethaneleri kapatmak zorunda kalmış, kiralarını ödeyemediği dükkânlardan ve evlerden çıkarılmış, oradan oraya taşınıp durmuş, en sonunda buraya sığınmıştı. Halinden şikâyet etmeye yeltenen biri olsa:
“Daha ne gördünüz? Benim çektiğimin binde birini çekmemişsinizdir! Sizler, yağ içinde pişisiniz. Feleğin çemberinden geçtik biz!.. Hem de nasıl!.. Kaç kere!..” diye başlıyor, bitirmek bilmiyordu. Şikâyete başlayan, anlatmaktan vazgeçiyor, ağzı açık dinlemeye koyuluyordu. Bazen de güzel şeylerden bahsediyordu. Mesela doğum günlerinden…
“O zaman da etrafımda sizler gibi gençler vardı. Binlercesi geldi geçti elimden! Bir gün tam dört kere pasta kestiler benim için. Hepsi sürprizdi! Antalya’da, Üçgen’de bir evde kalıyorum. Bütün gençler oraya akın ediyor. Yine böyle yol kenarında, yerden bir ev… Hem dükkân hem ev işte! Bir sabah baktım bir grup genç, daha kapıyı açar açmaz karşımda!.. Saat sekiz dedi mi kapım açılır, başlarlar birer ikişer düşmeye… O sabah ordu gibiler… Girdiler içeriye, etrafı düzeltmeye başladılar. Masanın çevresine toplandılar. Bir sürü paket… Kimisi yiyecek, kimisi hediye… “Ne oluyor?” demeye kalmadı, paketler açıldı! Bisküviler, kurabiyeler, meşrubatlar… Ortaya da pasta kondu. Üstünde mumlar… Ben yiyecek ekmek bulamıyorum, onlar neler yapıyorlar!.. Tok, açın halinden anlar mı!..”
Armağan olarak sunulanlardan da bazı esprili şeyler çıkmış. Biberon gibi, emzik gibi… Onlarca işe yarar yaramaz hediye… Öğleden sonra başka bir grup gelmiş, diğerlerinden habersiz. İkindi vakti bir arkadaşı evine davet etmiş. Orada da pasta, armağanlar… Akşam da herkes bir araya gelmiş, İskele’ye inmişler, bir parti de orada yapmışlar. Gece yarısına kadar gülüp eğlenmişler. O gece yorgunluktan bayılmak üzere olduğu halde, ayaklarının ağrısından, o sakat topuğunun sızısından uyuyamamış. Sabaha karşı uyumuş kalmış. Evleri uzak olup onunla kalmak üzere dükkâna dönenler uyanmışlar, bakmışlar ki ölü gibi yatmakta, horul horul uyumakta… Kırmızı boya kalemiyle dudaklarını, mavisiyle de gözlerini boyamışlar. Kalkınca bir de aynaya bakmış ki saç baş darmadağın, bir soytarı kendisine bakmakta… Bir de sabit kalem, yıka yıka çıkmaz! Ne dükkânı açabilmiş, ne satış yapabilmiş, ne de kimseye kapı açabilmiş!
“Kurdun kocayanı köpeklerin maskarası olur! Bende kabahat! O kadar yüz verirsem, olacağı o!..” diyordu. “İyi bir şey yaptıklarını sanıyorlardı ama o parayı o şekilde sarf etmeyip yiyecek alsalardı, bir iki ay ne yiyeceğim diye düşünmez, kirayı çıkarmaya çalışırdım! Geçim derdi bilmiyorlardı ki! Ekmek filesi boyunlarına asılmamış. Baba parası yiyor, ekmek elden su gölden yaşayıp gidiyorlardı! O gaile içinde olan bendim. Hem de ne gaile!.. Üç gün üç gece bir dilim ekmek bulamadığım oluyordu!.. Biri bir gün iki tost yaptırmış, birisini verdi, dünyalar benim oldu!.. O ânı asla unutmam!.. Nasıl yedim, çocuklar!.. Nasıl!.. Bitecek diye çiğnedim de çiğnedim, yutmaya kıyamadım!.. Allah, hiç kimseyi açlıkla terbiye etmesin!.. Çok zor, çok!..” diyordu.
Ara ara hayatından bölümler anlattırıyorduk. Her biri birer hayat dersi niteliğindeydi. Bazen de hayallerinden söz ettiriyorduk. Anlatırken küçücük kapkara gözleri parlıyor, akları ortaya çıkıyor, keyfinden ağzı kulaklarına varıyordu! Neler anlatıyordu neler!.. Ne hayaller kuruyordu!..
“Allah yasak etmese de bir piyango bileti alsam! Talih yüzüme gülse! Şansım tersine dönse! Büyük ikramiye bir vursa!..” diyordu.
“Ne olur o zaman?” “Ne yaparsın?” diyorduk.
“Ne mi yaparım? Neler yapmam ki? Önce bir kat, bir yat… Sonra son model bir araba… Belki de uçak…”
“Yok artık! Amma da uçtun!..” dedi mi birisi, suratını ekşitiyor, anlatmaya devam ediyordu:
“Pişmiş aşa su katma ulan!.. Hayallerime karışma! Keyif benim, köy Mehmet Ağa’nın! Nerde Şam, orda akşam! Dilediğimi yaparım! Karışanım yok, görüşenim yok!.. Çalsın sazlar, oynasın kızlar!..”
“Nerdeki kızlar?” diyordu mesela birisi. Şöyle bir çeviriyordu içleri gülen gözlerini, kurnaz kurnaz bakıyordu:
“Havai Adalarındaki kızlar… Daha karaya ayak basar basmaz raks ederek karşılıyorlar beni… Rengârenk çiçeklerle donanmışlar. Erkekler bavullarımı taşıyor, başlarında; kızlar boynuma çiçekten kolyeler takıyor. Üstümde çiçekli gömlek, keten şort… Kasıla kasıla yürüyorum. Etrafta iki sıra halinde yerliler… Folklorik iptidai müzik aletleriyle neşeli bir karşılama melodisi çalıyorlar. Kalacağım otelin bahçesinde halkalanıyorlar. Ortada ben, etrafımda kızlı oğlanlı gençler… Dans ediyorlar, eğleniyorlar, eğlendiriyorlar… Muzlar, portakallar, elmalar, adlarını bilmediğim meyveler ikram ediyorlar… İlk kez tattığım buz gibi içecekler… Bir taraftan yiyor içiyor, bir taraftan da çıkardığım bir dolarlık, beş dolarlık desteleri savuruyorum. Anında arı gibi üşüşüp, can havliyle yağmalıyorlar!”
“Hayır da yapıyorsun yani, dedeciğim!” “Biz de zevk-ü sefaya daldın da fakir fukarayı unuttun sandık!” “Yaşa dede, yaşa!.. Dağıt onluk ellilik destelerini de!..” “Yüzlükler nerde dede, yüzlükler?”
“İsraf haram! İsraf haram!.. Yeter o kadar! Onlara birlik beşlik yeter! Hayallerimi berbat etmeyin!..”
“Berbat etmeyin dedemin hayallerini! Hayallerine limon suyu sıkmayın!.. Bakın, ağzı sulandı! Değil mi dedeciğim?” “O etraftaki kızlar var ya… Ellerinde yarımşar limon…" "Hart diye ısırıyor, şapur şupur yiyorlar!.. Hayal et dedeciğim! Hayal et manzarayı!..”
Dede her zamanki gibi çenesi avuçlarında, yerlerde!.. Çömelmiş, dönüp durmakta, kıvranmakta… Alnında boncuk boncuk ter… bayıldı bayılacak!.. Tasvirler devam etmekte… Kurguların hepsi limon yeme üstüne…
Neden sonra haline acıyorlar ve susuyorlar… Dede kendisine geliyor. Bir kovalamaca başlıyor, bilmem hangi sokakta nihayetleniyor! Bizimkiler önde, dede arkada… Çil yavrusu gibi dağılmıyorlar. Hep birlikte koşarak onu da peşlerinde sürüklüyorlar. Anlattıklarına göre ıssız bir yerde duruyor, gönüllü biraz pataklandıktan sonra bir yerde oturup bir şeyler içiyor, güle oynaya geri dönüyorlar. Fakat sebep olanlar gayet iyi biliyorlar ki ne yaparlarsa yapsınlar, bunun cezasını mutlaka ama mutlaka bir gün, hiç ummadıkları bir zamanda fena halde ödeyecekler!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 357