- 449 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
MAÇIMIZ VAR MAÇIMIZ
Annesi, elinde kurutma beziyle mutfağın kapısından kafasını çıkarıp, koridorda, ayakkabılarının bağcıklarıyla uğraşan Serhat’a seslendi.
-Gene nereye böyle acele acele? Daha biraz önce gelmedin mi arkadaşlarından?
-Maçımız var anne, maçımız.
O anda, oturma salonunda televizyon izleyen, iş dönüşü yorgunluğunu atmaya çalışan babası, Serhat’ın; “maçımız var” sözünü duyunca şaşırdı. Bir anda garip bir duygu sardı her yanını. İlk defa böyle bir şey duyuyordu oğlundan. Serhat’ı ya odasına kapanmış bilgisayarının başında bulurdu ya da elindeki cep telefonuyla dünyadan, aileden, neredeyse yaşamdan kopuk sadece mesajlaştığını görürdü.
Maçım var demesi, birçok şeyin değiştiğinin göstergesiydi belki de.
Ne güzel şeydi, Serhat’ın sanal alem cenderesinden kurtulup arkadaşlarıyla buluşup toz toprağa belenerek, koşturup terleyerek hayatın içerisinde olması.
Sevincinden yerinde duramadı. İlk defa yaşayacaktı bu mutluluğu. Yorgunluğunu televizyon keyfini unuttu bir anda. Kalkıp koridora yöneldi.
-Serhat, oğlum? Maçınız mı var?
-Evet, baba. Arkadaşlarla iddiasına girdik.
-Harika. Nerede maçınız? Ben de gelip izleyeyim.
-İzleyecek misin? Maçımız İnternet Kafe’de baba.
-İnternet Kafe mi? Oranın sahası da mı var?
-Ya dalga geçme baba ya. İnternet üzerinden maçımız var.
-O nasıl oluyor?
-Nasıl mı oluyor? Oluyor işte.
-Oğlum gerçekten öğrenmek istiyorum. Yani futbol 11 kişiyle oynanmıyor mu? Karşı takım da var. Yani siz 22 kişi mi oynayacaksınız internette.
-Baba ya dalga geçme, dedi Serhat. Hadi ben çıkıyorum, diyerek kapıya yönelince, babası:
-Dur ben de geliyorum. Merak ettim sizin şu maçı.
-Babaaaaa!
-Ne var? Sakıncası mı var benim de oraya gelmemin?
Mutfaktan konuşulanları duyan annesi koridora gelip söze karıştı.
-Necati, ne işin var senin çocukların içerisinde? Dedi kocasına. Bırak çocuğun canını sıkma. Babasıyla gelmiş diye oğluma takılırlar sonra.
-Evet ya baba, diye sızlandı Serhat.
Sonunda babası sadece 10 dakika kalıp döneceğini söyleyerek Serhat’ı ikna etti.
Serhat bir bilgisayarın başına arkadaşı da başka bir bilgisayarın başına geçti. Üstelik uzaktılar, göremiyorlardı birbirlerini. Saçma sapan bir oyundu oynadıkları. Animasyon çizgilerle oluşmuş bir futbol maçıydı bu. Sadece üç dakika dayanabildi babası. Oysa serhat tüm dikkatini oyuna vermiş, müthiş bir heyecanla klavyenin tuşlarına basıyor yerinde duramıyordu. Bir yandan da kafasına geçirdiği kulaklık ve mikrofonla arkadaşıyla sohbet ediyordu. Bağırıp çağırıyordu farkında olmadan.
Serhat’ın omzuna dokunup gideceğini işaret etti ona. Serhat tamam der gibi başını salladı ve yeniden oyununa döndü.
Eve gelince, eşinden sade bir kahve yapmasını istedi. Az sonra eşi elinde iki fincan kahveyle salona girdi. Karşılıklı koltuklarda oturup kahvelerini içerken Necati bey, eşine:
-Biz çocukken hatta gençken nasıl maç yapardık anlatayım mı sana? Dedi.
-Aa! Nerden çıktı bu şimdi. Anlat tabi anlat da….
-Hayır, şimdi bizim Serhat’ın maçını izlemek zorunda kalınca ister istemez aklıma geldi bizim zamanımızın oyunları. Çok yazık çok. Ben Serhat’ın maçım var sözünü duyunca öyle bir sevindim, öylesine hayallere kapıldım ki, ama az önce onu bilgisayar başında ruhsuz, tatsız, anlamsız eğlenmesini görünce üzüldüm.
-Aman Necati! Ne bekliyordun peki? Hem şimdi bırak mahalleyi şu apartmanda bile kaç kişi birbirini tanıyor, birbirine selam veriyor. Serhat’ın koca semtte kaç arkadaşı var ki? Ancak ya okuldan tanır birkaç kişiyi ya da dersaneden. İyi ki onlar da var. Yoksa tümden arkadaşsız kalacak. Hadi geçtim onu, diyelim ki çok arkadaşı var, öyle senin düşündüğün anlamdaki maçı nerede yapacaklar? Saha mı var, boş arazi mi var buralarda. Ancak şehrin dışına çıkmaları gerek bunun için.
-Biliyorum, biliyorum bütün bunları. Ama acıyorum onun ve onun yaşındaki bu çocuklara. Hatta korkuyorum da onların geleceklerinden. Bir şeyler yapmalı. Bu halleriyle ne paylaşmayı, ne yardımlaşmayı, ne çevresiyle ilişki kurmayı, ne kurallara uymayı, ne başkalarının hakkına saygı duymayı ne de sorumluluk almayı öğrenir bu çocuklar.
-Bunları öğretelim ona, ya da en azından öğretmeye çalışalım da ama internet de yabana atılacak şey değil ki. Bilgi çağı diyoruz. Bilgisayardan programlardan anlamayana iş de vermiyorlar artık, dedi eşi.
-Bunları da biliyorum hayatım. Ben meramımı anlatamadım sanırım. Çocuklar dışarıda sokaklarda, oyun sahalarında oyun kurarlarken gözettikleri o masum, yaratıcı, eşitlikçi düzenin aksine bilgisayarlardaki oyunlarda sadece çıkarcı, saldırgan, şiddet dolu yaratıcılıkları öğreniyorlar.
-Haklısın çok haklısın. Bunun sonuçlarını zaman zaman yaşıyorum ben evde. Sen gün boyu iştesin, birçok şeyi görmüyor bilmiyorsun. Ben elimden geldiğince Serhat’ı eğitmeye çalışıyorum ama olanaklarım ölçüsünde işte. Keşke her hafta sonu çıkıp kırlara gitsek, dağa taşa tırmansak, keşke onu bir spor kulübüne yazdırsak, ya da ne bileyim bir müzik aleti çalmayı öğrense.
-Evet ya, kırlara gitmeli koşmalı, enerji harcamalı. Baksana şimdiden boyu ile de kilosu ile de bizi geçti. Gün boyu bilgisayar karşısında otur otur, iki adım yürüdüğü yok ki.
-Neyse, bu gerçekten önemli bir konu. En kısa zamanda dediklerimizin en azından bir kısmını uygulamaya çalışalım. Da, sen bunun için mi bana eskiden yaptığınız maçları anlatacaktın?
-Evet, biraz önce Serhat’ı o aptal bilgisayar oyunu başında görünce aklıma geldi çocukluğumuzun oyunları. Kaldırım taşlarından ya da herhangi bir kaya parçasından kalelerin yapıldığı, gurur vesilesi olan mahalle maçlarının tadını hangi bilgisayar verebilir ki? Ne bileyim, körebe oynarken yakalanan çocuğun adı söylenmeden önceki nefesini tutması ve o tatlı heyecanı yaşamasını hangi bilgisayar oyunu verebilir ki?
-Maçlar?
-Maçlar mı?
-Çocukluğunuzda oynadığınız maçları anlatacaktın ya.
-Ha evet. Şimdi düşünüyorum da, basit bir mahalle maçı ya da sokak oyunu değildi onlar. Orada biz hayata dair çok şeyler öğrenmişiz meğerse. Biliyor musun, mesela üç korner kazanmışsa bir takım bir penaltı atmaya hak kazanırdı. Ya da en iyi futbol oynayan iki kişi kesinlikle aynı takımda yer almazdı. Biri diğer takıma geçerdi. Maçlar minyatür kalede oynanıyorsa penaltı atışları normal atılmazdı. Boş kaleye ters dönüp topukla vurulurdu topa. Maçın bitme zamanı anne babalar çağırıncaya kadardı. Top tesadüfen patlamışsa kimin elinde ya da ayağındayken patlamışsa parasını o öderdi. Kaleci elindeki topu üç kere yere vurursa önünde bekleyen rakip oyuncu geri çekilir, üstüne gitmezdi. Penaltı atışı öncesi kaleci değiştirilirse iki penaltı atma hakkı kazanırdı karşı takım. Bu atışlardan ilki gol olursa ikincisi artık atılmazdı. Top oyun sırasında herhangi bir arabanın ya da kamyonun altına kaçmışsa hemen herkes çamur toprak demeden kamyonun altına girer topu çıkarmaya çalışırdı. Topu kim çıkarıp getirmişse oyuna da onun takımı başlardı. Eğer oyuncu topu alıp tüm karşı takım oyuncularını çalımlamış geçmişse üstüne kaleciyi de çalımlayıp boş kaleyle karşı karşıya kalmışsa ayağıyla vurmazdı topa, yere uzanır kafasıyla topa vurup öyle gol atardı.
-Çok güzelmiş gerçekten. Bak ne diyeceğim? Serhat gelince bu anlattıklarını ona da anlatsana? İnanılmaz güzel kurallarmış bunlar.
-Anlatayım da, bir işe yarayacak mı?
-Neden yaramasın?
-Canım, sokak mı var, oyun sahası mı var, komşuların boş arsası mı var gidip de orada oynasınlar? Nerede uygulayacak bu anlattıklarımı?
-Evet, yine haklısın. Meğerse biz elbirliği ile çocuklarımızdan sokakları çalmışız. Onların kanatlarını kesip ayaklarına prangalar vurmuşuz. Kendilerinin değil, bizim ya da birilerinin istedikleri şablona uysunlar diye zorlamışız, dedi eşi.
Sonra ayağa kalkıp boşalan kahve fincanlarını mutfağa götürürken kapı zili çaldı. Gelen Serhat’tı.