- 1414 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
SADECE MOTORCULARA
SADECE MOTORCULARA
ÖNNOT: Bu yazıyı gezmeyi, doğayı, motosikletleri sevmeyen, kalender ve hoşgörülü olmayan sayın okurlarımın vakit kaybederek okumalarına gerek olmadığını saygılarımla arz ederim.
Evet bu yazı sadece sizin anlayacağınız türden. Motor üzerinde 48’nci yılımı mayıs ayında kutlayacak olmama karşın böyle bir geziyi bir daha ne duydum ne de yeniden yaşayabildim. Ben buna “Kutsal Cennet Turu” diyorum.
On beş yaşımda Java’nın küçüğü CZ ile başladım motorculuğa. İkisi sıfır Pan Europan, VFR 800, ZZR 1100, NİNJA 900, CBR 1000, ZX10, BMW RT gibi güzel motorlara bindim. Tam 19 motor değiştirdim. Sanırım beş milyon kilometre civarında yol yapmışımdır. Yağmur, çamur dinlemedim. Soğuk, sıcak, kum, kar, asfalt, şose, gece, karanlık, aydınlık anlamam. Tekmişim, gruptaymışım fark etmez. Motogurmeler kulübünün kurucularındanım. Teker dönerse giderim ben.
Yukarıdaki resim okuyacağınız, pek az insana nasip olabilecek gezinin iki kahramanını gösteriyor. Motorum ve ben...
1974 yılının Ağustos sonlarına doğru ben askerim ve 15 günlük izin alıp Bodrum’da tanıştığım, yıllar sonra canına kıyan güzel insan Zeynep’e gideceğim. Lüleburgaz’dan sabahın erken saatlerinde teker döndürüp Kuşadası’nda kontak kapatıyorum. Vay be gençlik.
Yat Camping’de gece çadırımı kurup kamp sahibesi hanımla biraz sohbet ettikten sonra bir de arabaları ile gelip durmadan kavga eden İngiliz çifte geceyarısı çadır kurmalarında yardım edince hasır mat üzerine devrilip leş gibi sızıyorum.
Bu macerayı bir kez daha yaşayabilmek için yani şu on üç gün için ömrümün kalanından beş yılımı vermeye razıyım. Gelin, dinleyin bakalım; gezdim, gördüm, yok iyi yol yaptım, yok uzadım, yok çok eğlendim diye hava atan kardeşlerim!
Çadırımı toplayıp motoru çalıştırıyor, (ısıtmadan yola çıkılmazdı, o zamanlar) ikram edilen çayımı yudumluyorum. O da ne? Karşı kaldırımda acayip bir motor duruyor. Sürücüsü elindeki harita ile yolda çalışan amelelere yol soruyor. Motoru merak ediyorum. Dört silindirli, 1000’lik bir Honda bu. İlk kez dört silindirli motoru orada görüyorum. Çayımı hemen bitirip yanına gidiyorum. O da benim motora bakıp benim olup olmadığını merak ediyor. Benimle aynı yaşlarda, sarışın, epey uzun saçlı, sürekli gülümseyen, sempatik bir Hollandalı. Ayrıca tek başına gezdiği için gözümde bir kahraman!
Ben motorunu görmemişler gibi incelerken onun da Bodrum’a gideceğini öğreniyorum. Beraber gidelim, diyor. Motorunu kullandırırsan tamam, diyorum. Kabul ediyor. Çok seviniyorum.
Biz konuşurken içinden dört sarı kafanın yarı bellerine kadar sarktığı çok eski kıvrımlı teneke görünümlü Citroen sürekli tempolu korna çalarak üzerimize geliyor, tam yanımızda duruyor. Plakaları motorunkinin aynı. Demek ki onlar da Hollandalı. Arabanın içinden dört yumurta iniyor. Onlar motorcu arkadaşımla konuşurlarken motorun arka fren diskine dalmış olan beni yanlarına çağırıyorlar.
Sadece bir dakika önce gaz versek bu tanışma faslı olmayacaktı. Koca yeryüzünde ne zamanlama ama... Çok büyüksün Tanrım!
Yumurtalar Hindistan’a gidiyorlarmış. Thomas benim de gelip gelemeyeceğimi soruyor. İskenderun’a kadar gelebileceğimi haritadan göstererek söylüyorum. Oysa Zeynep Bodrum’da beklemekte. Aklım başımda değil! Çarpıldım Victoria isimli, kısacık şortunun altındaki bacakları hiç güneş görmemiş, sutyensiz göğüsleri kıtalararası Tom Hawk füzeleri gibi ufka bakan, ceylan gözlü kıza. Vay be oğlum, ben bunlarla aslında cehenneme bile giderim, askerim anasını satayım! Türkiye sahillerine beş gün ayırmışlar. Çok kısa bir süre ama yeter be!
O gün Kuşadası’nda ve Davutlar’da kısa turlar atıp Kadınlar Plajı’nda denize giriyoruz. Yumurtalar aynı kalıptan çıkma sanki. O ne güzel, ne şahane vücutlar, süt beyaz... Bir de o yıllar pek görülmeyen tanga mayolar giymişler, bütün plaj sanki bize bakıyor.
O akşam üzeri Bodrum’a giriyoruz. Thomas’ı alıp Han Restaurant’a uğrayarak Zeynep’ i ziyaret ediyor ve biraz da içiyoruz. Bu çocuk sevebileceğim bir insan. Ona artık Tom, diyorum. Çok hoşuna gidiyor. O da bana “Yaşo” diyor. Suriye sınırına kadar bütün benzinim Tom’dan olacak.
Gece yarısı kızların ve bizim çadırlarımızın kurulu olduğu Bodrum Askeri Kampının karşısındaki, şimdi otel olan camping’e kafalarımız iyi olarak geliyoruz. Çok içmesine rağmen Tom’da sallanma bile yok. Oğlan su yerine bira içiyor zaten!
Kampa geldiğimizde kızları ikişer ikişer çadırlarında yatmış uyur buluyoruz. Bizde uyku falan yok. İkimiz de çaksan asfalta çivi gibi girecek kadar sıkı, taş gibi delikanlılarız.
Tom kızların en güzeli Juli’yi seçmiş, onunla ilgileneceğini söylüyor. Benim de birini seçmemi söylüyor, işaretle hangisi diye soruyor. Victorya, diyorum utanarak.
Vay puşt, yırtık Hollandalı elimden tutup kızların çadırına çekiyor beni! Gözüne el feneri tutup Victoria’yı uyandırıyor. Kız uykulu gözlerle ama hiç kızmadan (bizimkiler kızar ama değil mi?) kalkıyor. Ona benim onu beğendiğimi ve Suriye sınırına kadar onlarla gelmeyi kabul ettiğimi söylüyor. Kız beni dalgaya alıp nesini beğendiğimi soruyor, öbür kızların daha güzel olduğunu söylüyor. Bu puşt Tom’a hemen bir oyun oynayarak aslında Juli’yi beğendiğimi, ama Tom’un onu kaptığını söylüyorum.
Kız çığlık atarak gece yarısı Juli’yi kaldırıyor. Juli ellerini göğsünde tutarak “me” diye yaklaşırken yüzsüz Tom kızı hemen öpüyor. Sanki yıllardır tanıyormuş gibi!
Ben o tarihte biraz utangacım. Allah’tan kız benim gibi yabani değil. İsmimi tekrar tekrar söyleyerek beni güldürüyor. “Yaşo, Yaşo,Yaşo” ne güzel bir ses, o kiraz dudaklardan içime yasemin kokuları gibi dolan...
Sabaha karşı çadırıma giderken rüya görüp görmediğime karar veremiyorum. Tam dalar gibi oluyorum, ayaklarımda bir gıdıklanma ile uyanıyorum. Victoria elinde bir bardak çay ile bir cennet hurisi gibi gülümseyerek zümrüt yeşili gözleriyle bana bakıyor. Kendime kızıyorum. “Ulan oğlum, bunlar seni homo zannedecek, neden bu kadar utangaçsın lan? Tom’a bak da biraz utan be! Hadi oğlum, hadi yavrum, bunlar Avrupalı. Bırak şu eski Yaşo’nun salak utangaçlıklarını.”
Aslında bu konuda epey tecrübeliyim ama çok acele gelişince apışıp kaldım. Kız yanlış anlar da ters davranırsa ne yaparım, diye çekiniyorum. “Peki, bu kızlar gidince çok pişman olursan? Hadi be oğlum, bıktırdın be!”
Çay içmek için çıktığımda Tom’u da uyandırayım diyorum. İnanılmaz bir şey onun yatağında öbür kız yatıyor. Vay deyyus, sana helâl olsun lan! Neyse ki Viki bu şaşkın gülme sırasında elimi tutarak ilk adımı atıyor. Ne güzel eller, ya Rabbim!
Marmaris, Hisarönü, Datça yolundaki Avcılar kampına geliyoruz. O gün Datça, Emel Sayın Koyu, Bördübet, Amazon, Selimiye, Orhaniye, Karaburun’a kadar bütün yarım adayı gezip gece de kamptaki eğlenceye katılıyoruz. Kızlarımız motor arkasında diğer iki kız arabada olarak geziyoruz. Onun sarılması, başını yaslaması ne hoş! Onu hiç indirmeden dünyayı dolaşabilirim.
Gece kız çadırıma geliyor. Böyle salak bir oğlanla başka ne yapabilir ki? Acayip, o güne kadar görmediğim, duymadığım, tatmadığım, güzel çok güzel bir gece...
Sabah olmuş ve hâlâ uyumuş değiliz. Kızla cafeye gitmek üzere çıktığımızda Tom ile öbür kızı sarmaş dolaş görüp şaşırıyorum. “Ulan, Juli görecek!” diyorum. Eliyle arkama bakmamı işaret ediyor. Evet, arkamda Juli var. Tom diğer kızın da bana düştüğünü söylüyor. Viki’yi işaret ediyorum. “Okay Yaşo.” Vay canına, onay geldi! Anna gülerek gelip öbür koluma girerek kulağımın içini öpüyor. Oğlum, bu bir rüya ise uyanmak çok zor olacak!
O gün Fethiye Ölü Deniz’e gidip tam o resimlerdeki buruna çadırları kuruyoruz. Yani artık iki çadır var, kızların çadırları. O zamanlar böyle koruma yok. Çadır madır, köylülerin çarşaf gerdiği yerler, turistlerin karavanları, biraz pislik ve kötü tuvaletler... Ama deniz... Yok böyle bir deniz! İnsan kendisini bir akvaryumda Japon balığı gibi hissediyor. Çok az insan var.
Bu sefer Anna’dan hiç utanmıyorum. Çadırda üçümüz yatıyoruz. Uyku falan yok aslında. Her yerde ve her saat seks var. Denizde, kumda, harabelerde, eski mezarlarda, ormanda her yerde... Kampta çöp toplayan genç “Abi bu ne yahu, ikişer ikişer götürüyorsunuz! Adaletin batsın dünya!” Demez mi? “Lan oğlum, bu nimet hayatın boyunca bir kere ya olur ya da olmaz. Umurumda bile değilsin! Çok abaza isen ne yapacağını biliyorsun. Hadi uza aslanım!”
Artık ikimizin de birbirinden güzel ikişer kızdan oluşan küçük bir haremimiz var. Zaten Side’de satıcıların turistlere cübbe ve sarık giydirerek hatıra resmi çektirdikleri yerde biz de poz verdik. İki kız yerde oturuyor, diğer ikisi kolumuza girmiş, alttan yüzüme bakıyor. Ben ise kafamda padişah sarığı, üzerimde padişah kaftanı ile kızları takmaz bir havada, kasım kasım kasılarak uzaklara bakıyorum. Fotoğrafçı soruyor “Hangisi senin ki?”, “Şu ikisi” deyince adam küçük dilini yutacak. “Allah yardımcın olsun, ağabey!”
Saklı Vadi, Çalış, Dalyan, Göcek, Fethiye, müzeler, tarihi mezarlar, güzel yemekler, bol karides, bol süt ve bal. Hiç yatacak yer parası vermedik, kamping duşlarında idare ediyoruz.
İki kadın, iki de öbürleri dört... Bir gün bir kıskançlık, naz, kapris, yapın be! Hayır deyin kızlar ne olur, bir kere hayır... Onlara bereket tanrısı heykellerinden alıp hediye ediyorum. Çok seviniyorlar. O heykelin aslı gibi saygı görüyorum neredeyse.
Kalkan, Patara, Kaş, Kemer, Antalya, Serik... Tanrım, Tanrım, günler bitmesin, saatler geçmesin, bu rüyâ bozulmasın! İki kadına sarılarak Antalya’ da gezerken iki sınıf arkadaşıma rastlıyorum. “Ne lan, bir tane yetmedi mi? Nereden buldun bu kızları? İkisiyle birliktesin ha? Ulan tipsiz, bu karılar sana neden böyle yiyecekmiş gibi bakıyorlar?” Kızlara bana söylediklerini tercüme ediyorum gülerek daha da sırnaşıyorlar. Dostlarım beni motorcu olarak kabul etmekte de zorlanıyorlar ki kıyafetim ile ilgili eleştiriler var. “Siktirin lan, bir şey var ki bakıyorlar. Hadi eyvallah, ibneler.”
Side, Manavgat, Anamur, Anamur Kalesi (bu kalede 1969 da anarşist olarak yakalanmıştım, anlatırım sonra. Anna ile tam yakalandığım yeri de kutsadım.) Bütün kaleler, bütün müzeler... Side’de bulunan müzedeki tanrıça heykelinin göğüsleri ile Viki’ninkiler aynı mı diye heykelin yanında onunkilerini de açıp resim çektiğimiz için bekçi bizi uyarıyor. Ama bence tanrıçanınkilerden daha güzel Viki’ninkiler.
Hep gülüyoruz. Bu altı kişinin dışında dünyada başka insan yok sanki. Tom ile Side sahilinde arkamızda iki piliçle yaptığımız bir tek teker gösterisi var ki, ben bile kendime hayran kaldım! Artık iki kızı da birlikte motora bindiriyorum. Yani bir motorda üç insan, zevke bak!
Mersin, Adana, İskenderun ve nihayet Hatay... Son geceyi otelcinin itirazlarına aldırmadan aynı odada geçiriyoruz. Hani yolun sonu bir duvarla biter ya bazen, çıkmaz sokak dediğimiz... İşte o duvarın tam önündeyim!
Öğlene kadar kalkamayıp öğle yemeğini Harbiye’deki Meşhur Harbiye Kebapçısı’nda yiyiyoruz. Koca acılı Adana Kebap boğazımdan geçmiyor. İki kadınım Viki ve Anna’nın arasında oturuyorum. Onlar da, ben de ağlamamak için kendimizi zor tutuyoruz. Kaymak gibi kuzeyin tüysüz, sarı kadınlarına onları beynime kazımak için son defa baştan aşağı bakıyorum. Bana resimleri yollamalarını söylüyorum.
Tom, puştluğuna hangi kızı daha çok beğendiğimi soruyor. İkisi de kollarımı sıkmaktalar. Anna daha güzel, Viki ise daha sıcak. Ona cevabım, ellerimi Hintliler gibi yapıp önümde kavuşturarak “Oh, my GOT!” diyerek şükür ettiğimi göstermek oluyor.
Ayrılma zamanı geldiğinde bana el sallamak istemediklerini, onlarla gelmemi söylüyorlar. Ah serbest olsam, gelmez miyim? Sizinle ömür boyu gezmez miyim?
Önce Tom’a sarılıyorum. Dayanamıyorum, bu cennete beni getiren arkadaşımın omuzuna göz yaşlarım damlıyor. Juli peçete ile gözlerimi silerken ona ve öbür kıza, arkadan Anna ve Viki’ye sarılıyorum. Ağlamak bana hiç yakışmıyor. Viki de ağlıyor. Anna daha metin.
Motora binip otuz metre sonra duruyorum. Viki’ye arkamdan su dökmesini söylemiştim. Elinde sürahi ile su serptiğini görüp gülüyorum. Dedriyajı sıkmış, gazı köklemişim, nasıl bir bıraktıysam kafa dimdik kalkıyor, belki yüz metre tek teker çekerek uzaklaşıyorum. Aynalardan da artık görünmüyorlar.
Bir günüm var. Hemen Lüleburgaz’a dönmeliyim. Yüzlerce kilometrelik Hatay-Lüleburgaz yolunu hatıralarla mutlu, kendimi güçlü ve çok şanslı hissederek, ama biraz buruk olarak hiç yorulmadan bitiriyorum. İlk işim favori ve sakallarımı keserek yeniden askeri dünyaya dönmek oluyor.
Arkadaşlarım bu geziye inanmıyorlar. Ta ki, bir ay sonra resimler gelene kadar...
İşte 48 yıllık motorculukta Türkiye’yi tam dokuz kez dolaştım. Yakında tek başıma bir tur daha yapacağım, Karadeniz’den Artvin, Van, Antep’e doğru. Yunanistan, Arnavutluk, İtalya, Fransa, İspanya, Portekiz, Almanya, Hollanda, Letonya, Romanya, Bulgaristan’ı hep gezdim. Ama o on üç gün, o küçük zaman diliminin lezzetini hiç unutamadım. Allah beni ensemden tutup cennete bir sokup çıkarttı, diyorum.
Sevgili motorcular gezi işte böyle olur, ne dersiniz? Bunca yıl geçer, onca motor değiştirirsin, paran da olur, kızın da... Ama böyle gezi olmaz be dostlarım, inanın olmaz!
“Şimdi teker kaldırabilir misiniz?” Efendim kardeşim, icabında kaldırırız, ama motora binerken bile artık zor kalkıyor yani bacağımız.
E.Yaşar Ovalı 18. 04 .2012
YORUMLAR
rahmetli babamın java sı vardı, abimle bi kere kaçırmıştık, arkamızda bizden bi kaç yaş küçük yeğenimiz de vardı, onun kıkırdayıp durmasının da etkisiyle, motoru zapdedemedik düştük üçümüzde, hala gülmekten debelenen yiğenimizle, zinciri atan motorun başında ne uğraşmıştık, ben de motorcu sayılırım o yüzden yazabilirimmm
esma_sultani tarafından 12/22/2012 7:57:57 PM zamanında düzenlenmiştir.
kukurikuu
Motor turlarına beklerim .
Saygılarımla.
Kendimi bildim bileli motosiklete binerim, şimdi de biniyorum, bahçemde duruyor otomatik fites motosikletim ve canım sıkıldıkça gezdiriyor yürüme özürlü beni... Efendim? Markaları mı?... Söylesem mi, söylemesem mi? NMeyse, mecburen söyleyeceğiz: eski motorsikletlerim, mobyletti, şimdiki de Ramzey (çin işi) Gülme komutan, gülme, gücümüz bu kadarına yetiyordu, ne edek... Ama şu anda yetmiş (70) milyara aldığım bir HONDA var elimde, binmeyi öğretirsen, karadeniz gezisine takılabilirim seninle... HONDAYI senin için son şiirimin altına koyacağım, bak bi istersen... SAYGILAR...
kemnur tarafından 3/19/2012 3:26:31 AM zamanında düzenlenmiştir.
kukurikuu
Motosikleti sevmenize ve binmenize çok sevindim. Ama beni meraktan öldüreceksiniz. 70000 TL olan tek Honda , GOLDWİNG dir. Yani motorun Limuzin'i . Sizinle yola çıkmak bana şeref verir. Keşke herşey yolunda gitse ve öyle bir tur atabilsek. Sevgi ve saygılarımla.